Salı, Haziran 02, 2009

TV İzlenme Ölçümü

Marketing Türkiye'nin 15 Haziran sayısındaki ana konulardan birini sektörde geçtiğimiz günlerde skandala dönüşen bir konuya ayırıyor. AGB Nielsen tarafından on yedi yıldır yapılan TV İzlenme Ölçümleri Araştırması'nda birileri gizli denek bilgilerine ulaşmış ve ailelere para karşılığında bazı kanal ve programları seyretmesi istenmişti. Daha sonrada bu konu medyaya yansıtılmış ve tepki oluşması sağlanarak bu iş böyle yapılmaz, değişmesi lazım mesajları verilmişti. Marketing Türkiye 'de konunun öneminin altını bir kez daha çizmek ve tarafların konuyu bağımsız bir sektör yayınında tartışmasını sağlamak istiyor. Bu dosyayı hazırlayan Ferruh Altun'da konu ile ilgili benden bağımsız medya denetim ve danışmanlık şirketi A.M.A.C. olarak bilgi istedi. 
Aşağıda soruları ve cevapları sizlerle de paylaşmak istiyorum. 

Bildiğiniz gibi son yıllarda başta TRT olmak üzere bazı medya yöneticileri reklam yatırımlarından hak ettikleri geliri alamadıkları ve reklamverenlere de fazla birşey diyemedikleri için ölçümlemenin ülkenin gerçeğini yansıtmadığını söyleyerek sistemin değişmesini istediğini biliyoruz. Hatta ikinci bir bağımsız ölçümleme yaptırmak için çalışmalar yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak bu konuda TIAK'tan beklediği ilgiyi görememekten veya bilmediğimiz başka nedenlerden dolayı sektörü ve sistemi sabote etmelerini doğru bulmuyorum. İzlenilen yöntem yakışıksız ve düzeysizdir. Konu sektörün ve medyanın gündemine, hükümetimizin bazı medya gruplarımızla arasında ciddi problemlerin olduğu bir dönemde bilerek getirilmesi talihsizlik ve utanç vericidir. Ülkenin en aydın kesimini oluşturanların ama bir türlü şeffaflaşamayan medya bakalım konuyu nasıl bir sonuca bağlayacak. Hükümetimizin de bu konuya taraf olmamasını özellikle öneriyorum. Tabiki bir tarafta TRT diğer tarafta RTÜK'ün olması problemleri daha da çıkmaza götürebilir. Ama bu vesile ile RTÜK'ün özerkleşmesini de tartışmaya açabiliriz diye düşünüyorum.    

Şu anda yapılan reyting ölçümlemelerine güveniyor musunuz? Mevcut ölçümlerin eksileri, artıları neleridir?

Evet, şu anki ölçümlere güveniyorum. Çünkü, 16 medya ajansı ve 12 TV kanalı bu verileri alıyor. TIAK diye sektörün tüm taraflarının temsil edildiği 20 kişilik bir komite  tarafından onyedi yıldır IAA çatısı altında yönetiliyor. Bağımsız denetimi yapılıyor. Diğer taraftan firma bu işi, 5 kıtada, 30 ülkede ve kırkbeşbinin üzerinde hanede yapıyor. Böyle bir pazarda, ben rating ölçümlerine güvenmiyorum demek, herşeyi reddetmek demektir. Eğer redediyorsak AGB Nielsen’i değil başka şeyleride konuşmamız gerekir. Bu da, işi bilen birinin söyleyeceği bir şey olamaz.

Burada asıl sorun, güven üzerine değil, mecraların pazarlama yatırım yönetimleri üzerine olmalıydı. Yani nasıl oluyorda hep benzer programlar bu kadar seyrediliyor ? Tüketicinin medya tüketiminde tercihini etkileyen unsurlar neler, bu tercihler ne kadar etik mesajla, nasıl tetikleniyor ? Medya bunun için ne yapıyor, ne yapmıyor ? Insanların kendine bilgi ve fayda sağlayan programları daha fazla seyretmesi için neler yapılmalı olmalıydı...

Tabiki ölçümlerin daha başarılı olması için tamamlanması gereken yönleri var. A.M.A.C. olarak hane sayısının Italya ve Ingiltere örneklerinde olduğu gibi 2010 da beş binin üzerine çıkarılmasının zorunlu olduğuna inanıyoruz. Aynı zamanda gelişen yeni yayın teknolojileri düşünülerek Unitam vb.cihazların kullanımının artırılması gerekir. Üç milyarlık ve şeffaf ol-a-mayan bir pazarda bu, ciddi bir yatırım demek biliyorum. Ama ancak böyle bir durumda merak edilen kırılmaları daha net görebilir ve anlatabiliriz. Bu durum, mecra ve yapımcılar kadar bugünkü sonuçların güvenirliliğinin üçüncü kez belgelemesi açısından da önemlidir.

Reytinglere olan güvensizlik Reklamvereni nasıl etkiliyor? 18 yıldır ölçümleri yapan AGB’nin bu süreç içinde yıprandığı ve güven kaybettiği konuşuluyor siz buna katılıyor musunuz? AGB’nin hataları nelerdir sizce?

Rating ölçümlerine reklamverenlerimiz ve tarafımızdan herhangi bir güvensizlik söz konusu değil. AGB Nielsen’in geçen sürede yıprandığı ve güven kaybettiğine katılmıyorum. 20 yıldır ülkemizde ölçümleme ve araştırma işi yapan bu şirket, eğer TIAK kurulduğundan beri 17 yıldır aynı ihaleyi sürekli kazanıyor ve bu işi yapmak için görevlendiriliyorsa güven kaybından söz etmek doğru olmaz. Ama sektörel bir komite tarafından başarı ile yönetilen ve bağımsız denetlenen bir şirketin epeyce yıprandığı değil de, yıpratıldığını sorsaydınız katılırdım. Amaç üzüm yemekse bağcıyı dövmek niye anlamıyorum.

Sorun gerçekte, ülke medyamızda bu konuda hala bilgi sahibi olamayan ama grubunun ticari çıkarları için herşeyi yapabilecek uzman sayısının fazlalığından kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca medyanın bilgi vermek yerine yönetme istediğinin kabardığı dönemlerde benzer problemlerle sık sık karşılaşmamız da yeni değil biliyorsunuz.  

Biliyorsunuz dünya’nın en çok TV seyreden ülkelerinden biriyiz. Aslında vakit geçirmeden bu işi, dünyada daha başarılı hale nasıl getirebilirize bakmalıyız. Bakın gazete mecrası üzerine en önemli proje, araştırma ve çalışmalar, en çok gazete okununurluğunun olduğu ülkelerden çıkıyor. Bizde ise Tv izlenme ölçümleriyle ilgili uluslararası bir projemiz bile yok. Ölçüm yapan firmanın yaptığı hatalar varsa ki olması doğaldır. Bunları TIAK’ın açıklaması daha doğrudur.

Önümüzdeki süreçte yeni bir ihale yapılması konuşuluyor. Sizce bu ihaleden sonra nasıl bir ölçüm sistemi oluşturulmalı?
Zaten 2010 yılı için ihale yapılıyor ve TIAK konu ile ilgili yenilediği şartnameyi ihaleye katılacaklara iletti. Bildiğim ihaleye hazırlanan üç tane çok uluslu şirket var. Onlarında tecrübeleri ve çalışma şekilleri belli. Yeni ihaleyi uluslararası tecrübesi olan ve yaptığı ölçümlerle yüksek kabul gören bir firmanın kazanması sektörün yararına olacaktır. Yenilenmek ve değişime ayak uydurmak tabiki önemli ama bu sisteme ve sektöre zarar vermeden olmalı.

Bu işi tetikleyenlerin önce ölçümlemelerle ilgili yapılan bağımsız denetimin neleri, niçin kapsadığı ve nasıl yapıldığını sorgulanması ve öğrenmesi gerekir. Gerçekten sistemin nasıl işlediğini ve denetlendiğini bilimediklerini düşünüyorum. Yok eğer amaçları reklam yatırımlarından istedikleri payı alamamaksa, sektörün en önemli sorun olan şeffaflaşmayı sağlamadan bu işi nasıl çözecekler ? Bakın Amerika ve Avrupa’da on yıldır var olan bağımsız pazarlama yatırım yönetimi danışmanlığı ve denetimi ülkemizde hala çalış-a-mıyor. Fiyat ve indirimlerin havada uçuştuğu bir sektörde hala herkes rakamlarının onlara özel ve gizli olduğunu sanıyor. Sektör bu işi hala ya mali denetim şirketleri ile ya da kendi iç denetim bölümleri ile çözmeye çalışıyor. Uzmanlığa ve uzmanlaşmaya saygı duymak ve teşvik etmek gerekir. Biz de herkes herşeyi biliyor. Ama sonuç nedense istenildiği gibi çıkmıyor  

Yıllardır Reyting ölçümlemelerinde usulsüzlükler olduğu söylentileri, haberleri çıkıyor. Bunun sebebi nedir ve bu tartışmalar nasıl ortadan kaldırılabilir?
Her sektörde zaman zaman kör bir kuyuya taş atan-lar olacaktır. Bizim sektörde de yıllardır aynı kuyuya aynı taşlar farklı kişiler tarafından atılır. Hatta bazen yıllar önce atıldığı söylenen taşları, yeni vesilelerle çıkarılması için uğraşanlar bile olur. Böyle taşlar ne o gün, ne de bundan sonra, o atıldığı söylenen kuyudan çıkarılabilir. Çünkü o kuyulara akıllı insanlar tarafından taş atılmayacağı bilinir.

Ama bugün, ne yazık ki taşı atan ile taşın niçin atıldığını ve nasıl çıkarılması gerektiğini tartışan da medya. Konu, bu yıl 2,5 milyar dolar olacağı tahmin edilen reklam pazarından, düşündüğü payı alamayacak mecra, sayfa veya program yöneticileri tarafından tekrar gündeme getirilmeye çalışılıyor. Kişi başı reklam harcamasının normalden az, mecra sayısının ise normalden çok olduğunu bir ülkede yaşıyoruz.

Ayrıca ana medya olan gazete ve televizyonda en çok reklamverenlerden biri de medyanın kendisi. Örneğin geçen yıl TV’de yapılan her dört reklamdan biri, gazetelerde ise her altı reklamdan biri medyaya ait. Devlet bundan ne kadar, nasıl vergi alıyor bilmiyorum ama tüketicinin etkili bir reklamı ne kadar çok görürse o kadar çok etkilendiğini biliyorum. Bu durumda çok mecralı medya gruplarının ürünlerinin daha fazla tüketilmesi normal değil mi ? Bakın Ingiltere de büyük gazete ve TV’lerde diğer reklamverenler gibi bağımsız pazarlama yatırım yönetimi danışmanlığı alıyor ve diğer mecralarda yayınladığı reklamların medya fiyat denetimi yaptırıyorlar. Neden ? Işte bu nedenin cevabı bizi doğru çözüme götürecektir.

Diğer taraftan TRT’ninde gazeteleri, radyoları, dergileri, internet siteleri olsaydı biz bu konuyu acaba nasıl tartışırdık merak ediyorum.  

Sektörün sağlığı için problemi, yeterli teknik bilgisi olamayan medya üst düzey yöneticileri ile reklam satış bölümleri arasında geliştiğini düşünmek istiyorum. Bu durumu, ya yıllık hedeflerinin yanlış belirlenmesinden, ya hakedişlerini abartılmasından, ya rakiplere barter’da fazla yer vermekten, ya yeterli pazarlama stratejisi bilmemekten ya da yıl sonundaki yüksek bonusu alamamaktan kaynaklanıyor diyerek açıklamak istiyorum. Yok eğer bu kişiler amaçlarına, TIAK’ı RTÜK vb bir yerlere bağlayarak ulaşacaklarını zannediyorlarsa ettikleri duaya amin demeden önce RTÜK’ün özerkleşmesini sağlasalar iyi olur. Inşallah bu tür konuları, reklam yatırımlarımız 10 milyar dolarlara ulaştığında da tartışıyor olmayız.


TV’de yapılan bütün kötü programların suçlusu olarak reytingler gösteriliyor. Gerçektende tüm suç reytinglerde mi ?

Sorduğunuz soruyu Tv özelinde, yeteri kadar tüketilmeyen programlar diye düzeltmek istiyorum. Satın alınmayan ürüne kötü ürün diyemiyeceğimize göre, reklam yatırımı yapılacak kadar seyredilmeyen programa da kötü program demek doğru olmaz. Bir medya planında hedef kitle üzerindeki etkin erişim önemlidir. Bunun hangi gün, saat ve programla yapılacağı medya ajansının uzmanlık alanıdır. Burada suçlu arayacaksak, pazarlama yatırım yönetimi işini yeteri kadar ciddiye almayan ve yaptığı programın reklamını yapamayan sonrada kör kuyulara taş atanlarda arayabilirsiniz. Tüketicinin asla aptal olmadığını tekrar hatırlayalım lütfen. Herşey onun rızası ile oluyor. Adanalı seyredip Posta okuyan bir ülkede yaşıyoruz. Bu utanılacak bir şey değil, bir gerçek. Eğer bu kitleye birileri kendi yaptığı programları seyrettirmek istiyorsa, önce tüketicinin bu tür programları neden niçin, nasıl seyrettiğini iyice öğrenmelerini, sonra konuşmalarını öneririm. Teşekkürler... 

Cumartesi, Mayıs 16, 2009

İletişim Geni

Neden insan düşündüğünü söyleyemez veya düşündüğü gibi yazamaz ? Öyle ya, artık düşünce suç olmaktan çıkmadı mı ? Öyleyse, insanoğlunun, dünya veya vatanın bölünmez bütünlüğüne kastetmiyorsa herşeyi söyleyebiliyor olmalı değil mi ?  Ama söyleyebilemiyoruz. İnsan, düşünebiliyor ama düşündüğü gibi konuşamıyor, düşündüğü gibi yazıyor ama yazdığı gibi konuşamıyor. Olduğu gibi görünmekle, göründüğü gibi olmak arasında küçük bir problemi büyütüyor sonra da çözemiyor. Ama en üstün özelliklerde yaratıldığına da inanıyor. Ne garip bir varlık şu insanoğlu değil mi ?   

Eli Y.Acıman; Yeni bir şey söylemeyeceksen, hiç bir şey söyleme veya yazma daha iyi derdi. Gerçekten düşündüğünü söyleyememek, yeni bir şey mi bu, diye sorgulamaktan ve sonra da vazgeçmekten mi kaynaklanıyor ? Ya da yanlış anlaşılmaktan neden bu kadar korkuyor insan ? Bunun nedeni kendi neslimizi bir problemden kurtarma çabası mı yoksa ? “Bak, şu sorunun cevabı bu, ben buldum, araştırdım, inceledim, test ettim. Hiçbir şey yapmana gerek yok. Oku, düşün ve satın alırsan artık bunun için zaman harcama. Sen de başka şeylerin cevabını bul” telaşı mı ? Yoksa kendini karşısındakilere pazarlama, bencilce senin istediğin gibi yaşamalarını diretme egosu mu ?   

Pazarlama ağır ve zor bir kelime biliyorum. Cebimde günlerdir taşıdığım küçük not kağıdında şunlar yazılı; "Dinle, Eleştirme, Kınama, Şikayet Etme, İlgilen, Cesaret Ver, Gülümse, Takdir Et, İçten ve Dürüst Ol" Bu sözler aynı beşikte doğan ve büyüyen insanoğlunun birbirini anlamak için nasıl bir çaba içinde olduğunu gösteriyor. Oysa 2-3 yaşlarında bebeleri düşünelim. Dünyanın dört bir yanından getirelim onları bir araya. Aynı ortama koyalım  ve izleyelim. Birbirleriyle aynı ortamı paylaşmak için konuşmak gerekmediğini size adete ispat edercesine yaşarlar. Bu yaratılan insanoğlunun özünün aynı olduğunun en açık delilidir. Özü aynı olan insanoğlu nasıl olurda büyüdükçe anlaşılmaz ve çekilmez olur ? Sonra da daha yaşanabilir bir dünya için yukarıdaki sözlerle sağlıklı bir iletişim kurmanın yollarını arar ?   

Bu soruların cevabı belki de insanın varoluş nedeninde yatmaktadır. İnsanoğluna çocukluk yıllarında varoluşun nedenini öğretmeniz gerekmez. Çünkü bu doğuştan gelen bir özelliktir sanki. Yani DNA'larımızda var olan ana genlerden biri gibi. Problem, bu genlerimizin daha sonraki yıllarda doğru öğretilerle neden geliştirilmediği ve niçin bozulduğudur. Dünyadaki 4,5 milyar insan içinde iyi ve kötü diye bir ayrım yapabilir misiniz ? Yapmak istemeyiz. Çünkü herkes iyiden yanadır. Kimse kötü olmak istemez. İşte büyük bir çelişki daha. Herkesin iyi olduğu bir dünyada neden sağlıklı iletişim kurulamaz ? Yakın bir gelecekte ortak tek dile doğru gidiyoruz. Çünkü bozduğumuz ya da geliştiremediğimiz iletişim genimizin beynimizden isteği bu yönde. Kimse yokmuş sadece biz varmışız gibi yaşayacağız ama başkalarıyla karşılaştığımızda onlarında bizim gibi yaşamasını bekleyeceğiz. Ya da bizim gibi yaşamaları içinde ne gerekiyorsa yapacağız. Neden ? Çünkü kurallarını kendimiz koyuyor sonra da yaşıyoruz. Ama kurallarını koyduğumuz dünya bizim değil.  

Dün gece Broken Windows diye bir film izliyordum. Filmde özgür dünyanın kendi kuralları ile yaşayan genç insanları vardı. Hayatı istedikleri gibi yaşamaya çalışıyor ama yine de mutlu olamıyorlar ve güzel bir dünya için geçmişteki problemlerini çözmeye çalışıyorlardı. Ne garip.İstediğimiz hayatı yaşayabilmek için kendi kaderimizi çizmeye çalışıyoruz. Ama mutlu olmak içinse geçmişimizle mutlaka hesaplaşmamız gerekiyor. Çünkü geçmişimizde var olan bir problem geleceğimizi ipotek altına alıyor.  Sen ise o ipotekten kurtulmadan özgür ve mutlu olamayacağını düşünüyorsun. İpoteği kaldırmak içinse geçmişe ta çocukluğuna kadar geri dönüyorsun. Hani o mutlu olmak için hiçbir kuralın olmadığı başlangıç noktasına. Sonra tek-tek analiz ediyorsun. Yanlış nerede başlamış diye. O noktayı bulduğunda çözümünde kolay olacağını ve kurtuluşa ereceğine inanıyorsun. Ne büyük bir içgörüsel inanç değil mi ? Ama uzmanlarda bunu doğruluyor. Yani bilimsel bir karşılığı var. O zaman ne duruyorsun haydi geri dön, dönebilirsen o çocukluğundaki problemin başladığı o noktaya.   

Beyin hiçbir şeyi unutmuyor. Gördüğün, duyduğun ve yaşadığı herşeyi dosyalıyor. Bir de hala çözemediğimiz yaratılışımızda beynimize ücretsiz yüklenen ana dosya var. Size bu örnek yabancı gelmedi değil mi ? Şu anda Sudan da, Amerika da, İngiltere de, Avustralya da yaşıyor olabiliriz ama hak ettiğiniz iyi bir yaşam için hep aynı noktayı arıyoruz. Bu bir tesadüf olabilir mi ?  Ortak dil, bu noktayı bulmamıza mutlaka yardımcı olacaktır. Ama var olmamızın kutsal nedenini anlamak için kimbilir kaç nesil daha gerekiyor ? Oysa o çocukları kendi başlarına bıraksalardı mutlaka ana dosyalarında var olan bilgilerle ortak bir dil bulacaklar, onu geliştirecekler ve birlikte yaşamı bizden daha iyi başaracaklardı. Belki de biz daha yaşanabilir bir dünya da mutluluğun gerçek tanımının öğrenebilecektik.   

Şimdi eski zaman hikayeleri, yeni zaman teknolojileri ile sağlıklı iletişim tanımları yapmaya ve bunları yaşamaya çalışıyoruz. Düşündüğümüz gibi konuşamamanın, ya da konuştuğumuz gibi düşünememenin ağır cezasını bizden öncekilerden alıp sonrakilere devrediyoruz. Mevlana'nın "Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün" sözünün bütün insanlık tarafından kabul görmesinin başka nedeni olabilir mi ? Sen olarak gönderiliyorsun ama davet geldiğinde sen olarak geri dönemiyorsun. Geri döndüğünde ilk sorgulandığın ise neden sen olarak yaşayamadığın.   

Okuduklarımız ağır, derin veya felsefi diyorsan, basit bir ifade ile tekrar edelim. Yani Acıman'ın deyimi ile harcamak için bozuk para yapalım bunları;  Günümüzde cevaplarını öğrenmek için en fazla para ve zaman ayırdığımız en popüler sorular aynı: "Ben kimim, neden buradayım, mutlu ve sağlıklı olmak için ne yapmalıyım ?" Sende bunları soruyorsan hala kendine ve bunların cevabı için çocukluğuna geri dönüyorsan. Dönme artık. Basit düşün, derine inme, bazı şeyleri sorgula ama herşeyi sorgulama, dünyaya kendini sen davet etmedin, geride sen çağırmayacaksın nasılsa. 36 derecelik sıvının içinde dokuz aylık mucize senin başarın değil. Sen sadece o mucizenin adısın.  İnsanlığa iletileni bul, oku, düşün ve denildiği gibi yaşa. Gayri gerisini içinden geldiği gibi söyleyiverde herkes duysun. Çünkü o gün kendin olduğu gündür, mutlu olduğun gün. Davete mutlu olarak katılacağın gün. Basit bir yaşamı karıştırarak sana sunanları artık eleştirme, karıştıran sen değilsin çözümde olamayacaksın nasılsa. Ama çözümün senden ve bugünden başladığını unutma, unutturma. 

Etrafındakilere de o okuduğundan bir kopya ver. Okumalarını, düşünmelerini, sorgulamalarını, araştırmalarını, yaşamalarını ve sonrada düşündükleri gibi konuşmalarını iste. İste ki yeni bir sayfa açalım ve problemin kendisi değil artık çözümü olalım.

Çarşamba, Mayıs 06, 2009

Mardin'de Öldürülen Bebelerimiz ve Medyanın Sınavı

Dün Türkiye, Obama ziyaretinden sonra dünya medyasına bu kezde Mardin'in Bilge Köyü'ndeki Katliamla haber oldu. Öldürülenlere Allahtan rahmet kederli ailelerine sabır diliyorum. Haberi The New York Times, Reuters kaynaklı olarak "41 People Are Killed in Wedding Attack in Turkey", AFP ise "Eight charged over Turkish wedding party massacre" diye verdi. 

Bugün konuyla ilgili okuduğum haber ve yorumlarından sonra bebeleri, anneleri, gencecik imamı ve arkasında saf tutan cemaati secdedeyken kuşunluyanlar acaba ne kadar medya tüketicisiydi diye düşündüm.  Acaba hangi gazeteleri okuyor, hangi TV dizileri ve programları düzenli seyrediyorlardı ? Örneğin bu kişiler Hürriyet, Sabah okurmuydu ? Mesela Ayşe Arman, Ahmet Hakan, Engin Ardıç, Bekir Çoşkun, Mehmet Yılmaz, Hıncal Uluç'u kaç kez okumuşlardı. Ya da Kurtlar Vadisi, Arka Sokaklar, Adanalı, Elveda Rumeli gibi dizilerden hangisini düzenli seyrediyorlardı ? Acaba bunlardan nasıl etkileniyorlardı ? Öyle ya içinde sevgi olmadığını, şeytanlaştığını ( çünkü ancak o, içindeki nefretle annesinin karnındaki doğmamış bebelerimizi ve bir insanı ibadet sırasında öldürebilir )  düşündüğüm bu insanlar; nasıl bir strateji ile böyle bir katliamı yapabildi ? Bu katliam planını yaparken hangi tecrübeden, olaydan veya filmden etkilendiler ? Köyün kökünü kurutacaklarından nasıl bu kadar emin oldular ? Eğitim düzeylerinin düşük olduğu düşünülen bu insanlar, katliam yapmadan önce en son hangi haber yada dizide keyiflendiler ?

Bunların cevabını bilmiyorum. Ama bugün Bekir Çoşkun "Tayyip Dekorasyon", Ahmet Hakan "..b.k'lu şiir..", Ayşe Arman "Londra Notları ve Dian Hanson'un penis kitabı", Engin Ardıç "...orasını burasını çekiştirme" Hıncal Uluç "Çetin Ağabey..."yi yazdığını biliyorum çünkü hepsini okudum. Tam bir hayal kırıklığına uğradım. Bilmem anlatabiliyormuyum ! Onların üslubuyla söyleyeyim 'Hooop, hişşşt ortada tarihin kara sayfalarına yazılan bir katliam var hanımlar, beyler' Birçoğunuz ne yazsam gündem olur, diğerleriniz ise geleceğin yeni nesliyiz diye ortalarda dolaşıyorsunuz ama yazdıklarınıza bakın. Birçok olayda birinci dakika topa giren siz değil misiniz ? Bu olayı yazmak için, olayların gelişmesini ve somut verilere ulaşılmasını mı yoksa herkes yazdıktan sonra esinlenmeyi mi bekliyorsunuz ?  Ya da şu ana kadarki gelişmelerden  kendi üslubunuza uyan medyatik bir yön bulamadınız. Hangisi acaba !

Peki bölgeden sıcak haber geçen  TV muhabirlerine ne demeli !  Hala tecrübelerini değil tecrübesizliklerini konuşuyoruz. NTV de izlediğim röportajda katliamdan sağ kurtulan ve olayın şokunu üzerinden atamamış bir çocuğumuzu ekrana çıkartıp korkusunu ve acısını tekrar yaşatarak nasıl bir habercilik yapıyorlar ? Bu röportajlardan ödül almayı düşünen bu arkadaşlar acaba hangi mektepten mezun ve hangi haber müdürüne bağlı çalışıyor ? Bu röportajları böyle yayınlayanlar acaba katliamı önceden haber alsalardı, canlı katliam yayını yapmak isterler miydi ?   

Bunları bir kenara bırakıp şu ana kadarki gelişmelerde önemli bulduğum iki kişinin ve görüşünün altını çizmek istiyorum. Birincisi Ertuğrul Özkök'ün empatik bir yaklaşımla "Kendimi Sevgi'nin Yerine Koydum" başlıklı yazısı, ikincisi ise Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Serdar Bedii Omay'ın Canlı Gaste'ye açıklaması. Özellikle Rektörün "...açıklaması çok zor, biz de 'acaba neden oldu ?' diye çözmeye çalışıyoruz. Bu bizim görevimiz..." açıklamasını çok önemli buluyorum. Bu olayın neden olduğunu bölgenin sosyolog, psikolog ve akademisyenlerini bir araya getirerek çözmeye çalışan bir rektör.  Sayın Omay, bu katliamın oluşmasını bölgenin müzminleşmiş gelenek ile modernleşme arasındaki çözümsüz sosyal problemlerin bir yansıması olabileceğini düşünüyor. Olayı, kadim geleneğin getirdiği kutsalların ortadan kalkması ancak modernleşmenin getirmesi beklenen belli bir etiğin, moral değerlerin insan ruhuna nüfuz etmemesinin meydana getirdiği sosyal şizofrenik bir hadise olarak görüyor. "Bizim için çok önemli bir uyarı, bu kadar beklenmedik bir uyarının üzerine çok ciddi gitmek ve sosyal araştırmaları derinleştirmemiz lazım. Bu olayı açıklamamız gerekiyor" diyor. Düşünebiliyormusunuz, bir akademisyen kendi bölgesinde meydana gelen bir katliamın hemen sonrasında kendilerine düşen görevi hiç çekinmeden söylüyor ve sorumluluk alıyor. "...husumet yerine sevgiyi öne çıkarmalıyız, diyalogla, muhabbetle ve bilimle insanların cehaletini izale etmeliyiz" diyor. Kendisini ayakta alkışlıyor ve diğer bütün rektörlerimize de örnek olmasını diliyorum. 

Ertuğrul Özkök'ün empatik yaklaşımı da çok önemli. Diyeceksiniz ki ölen hatta katledilen bir kişinin yerine kendini koymak empatikmiş gibi görünse de çok duygusal değil mi ? Olabilir ama içinde husumet olan insanlara sevgiyi hatırlatmanın başka nasıl bir yolu olabilir. İnşallah bu yazı, bazılarımızın yeni sosyal projeler oluşturmasına yardımcı olur. Sayın Özkök ve Omay'ı ülkemizde törelerin cahilce yorumlarla geldiği noktaların bir daha katliama dönüşmemesi için bir araya gelmelerini rica ediyorum. Bu örnek davranışı hızla göstermelerini ve diyalog için iletişim mecralarının önüne çıkmalarını öneriyorum. Hızla diyorum, çünkü bu tür olaylar, hele medyaya yansıyan şekliyle, potansiyeli olanları tetikleyerek başka katliamlara zemin hazırlayabileceğini unutmayalım.
Son bir söz; sevgili yeni nesil gazeteci veya köşerlerim; bir katliam, sizin gibi herşey hakkında yorum yapanları bu kadar mı ilgilendiriyor ? Peki o zaman 20 yılını genel yayın yönetmenliğinde geçiren Ertuğrul Özkök'ü neden bu kadar ilgilendiriyor ? Gelecek sizseniz, böyle geleceğinizden emin misiniz ?  
  

Cumartesi, Nisan 25, 2009

Habercilik ve Köşerlik Üzerine

Gazetelerdeki köşerlik hakkında 21 Nisan 2009 Salı günü İsmet Berkan "İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı" diye bir yazı yazmıştı (okuyamayanlar için aşağıda). 25 Nisan 2009 Cumartesi günü de Ertuğrul Özkök, İsmet Berkan'ın bu yazısına atıfta bulunan "Ying ve Yang köşe Yazarları" diye bir yazı yazdı (okumayanlar için aşağıda) İki yazınında ortak konusu ülkemizde kendini Tanrı gibi gören köşerliğin artık sonunun gelmesi gerektiği. İki gazetenin mutfağının başında bulanan bu önemli isimler ülkemizdeki gazetelerin neden bir The New York Times veya The Guardian olamadığını sorguluyorlar. Çünkü haberlerde derinlik ve analiz yok. Durum böyle olunca da gazetelerimizin her köşesinde birer yorumcu köşer var. 

Yani köşer ihtiyacının doğmasının veya vazgeçilmez olmasının nedeni ülkemizde gazeteciliğin yeteri kadar iyi yapılmaması. Bu tesbitin ülkemizin iki önemli ismi tarafından da onaylanması gelecek açısından önemli. Bu duruma son onbeş yıl içinde adım adım geldik. Ulusal basının vazgeçilmez ağırlığı, bölgesel haberciliği öldürdü. Sonra bölgesel habercilik için İHA'nın başlattığı her yerde bir muhabir-bir kamera projesi ile haber ajanslarına yatırım arttı. Ülke son on yıl içinde haber ajansı muhabirinden geçilmez oldu. Haber havuzlarına, derinlemesine incelenemeyen günlük hatta anlık haber yağmaya başladı. Buna bir de gazetelerin televizyon ile rekabeti eklenince mutfağın başındakilerin yapacak bir şeyi kalmadı. Ha bugün, ha yarın diye rekabet körüklendikçe haberin kalitesi düştü de düştü. Ortak havuzdan beslenen habercilik, köşer yorumlarıyla farklılaştırılmaya çalışıldı. Malesef her gün köşelerinde yorumluyacak birşeyler bulmakta zorlanan köşerlerimizde yazılarını hazırlamadan önce tüm gazelerin köşelerini okumaya başladılar. Sonra köşerler birbirlerinin yazdıklarına saldırmaya iyi-kötü ve doğru-yanlış yargılamasına girmeye başladı. Sonraki dönemde ise İsmet Berkan'ın deyimiyle birer parti liderine dönüştüler. Yani kendilerini birer idol gibi görmeye başladılar. Haberden ve tüketiciden kopuşta işte tam burada başladı. Köşe yazısı makale olmaktan çok kişisel yoruma dayalı ideolojik söylevlere dönüştü.  

Haberciliği bitiren bir başka gerçekte gazetenin televizyon ile rekabeti oldu. Aslında birbirini beslenmesi gereken medya, kendini baltalamaya başladı. Çünkü rekabeti sadece yurt dışındaki örneklerine bakarak ve onların doğru olduğunu düşünerek yapanlar kaybetti. Yani bu rekabet gazeteler tarafından başladığı ilk gün kaybedildi. Şimdi bu rekabette kaybedenler, promosyon okurlarındaki artış azalışla ticaret yapar hale geldi. Bu rekabette unutulan en önemli unsur tüketiciydi. Eğitim seviyesi düşük bir ülkede, biz ne verirsek tüketilir zihniyeti kaybetti. O günkü medya tüketici araştırmaları da tüketicinin sorulan sorulara göre verdikleri cevapların karşılığında üretilen ürünleri satın almadığını gösteriyordu. Ama buna mutfağın cevabı " bak işte herkes Cumhuriyet gibi gazete istiyor ama Cumhuriyet yüzbinden fazla satmıyor. Bu tüketici daha ne istediğini bilmiyor. O yüzden onlara biz ne tüketmeleri gerektiğini söylemeliyiz. Bakın Avrupa'daki örneklere, bir The New York Times, The Guardian olmak istiyorsak bunu biz başarmalıyız " oldu. Ama geçen sürede onlar söyledikleri gazeteleri hala yapamadıklarını itiraf ediyorlar. 

Hatta köşerlere mahkum olduklarını ve bundan da kurtulmanın yollarını aradıklarını söylüyorlar. Ertuğrul Özkök'ün bu soruna bulduğu çözüm ise yavaş yavaş parlamaya başlayan yeni bir yazar profili. Yani dün kendi elleriyle yarattıkları Kral Köşerleri yakın gelecekte koçluğunu bizzat yine kendilerinin yaptığı yeni ve genç bir yazar grubuyla değiş tokuş yapacaklarını düşünüyor. Buradaki fark şu; Bugünkü kral köşerler onlarla aynı yaşıt hatta büyük. Yani arada duygusal bir iletişim, kötü bir ast-üst hiyearşisi var. Yani dediklerini yaptıramadıkları ama yerine kimseyi koyamayacakları içinde muhasebeden bir anda hesaplarını kesemiyecekleri bir dolu köşer var. Zaten bir çoğu ile de geçen yıllar sonrasında yakın dostlukları oluştu. Aile bireylerine, yedikleri içtiklerine hatta özel günlerine kadar bildikleri insanları bir anda işten çıkarmak öyle sanıldığı gibi profesyonelce olamıyor. 

Sonuç olarakta bu yaş grubunda bütün ayrılıklar duygusallaşıyor ve bireyselleşiyor haliyle ve malesef. Oysa bu yeni kuşak, yaşça onlardan küçük ve kariyer olarak ulaşmak istedikleri yerlere o köşeler boşalmadıkça gelemiyeceklerini biliyor. O köşelerin boşala bilmesi içinde yapmaları gereken genel yayın yönetmenleri entellektüellikleri ile sürekli şaşıtmak ve bir dediklerini iki etmemekten geçiyor. Onların gösterdiği yolda ilerliyorlar, bireysel marka olabilmek için herşeye katlanıyorlar. Bu nedenle yavaş yavaş geliyorlar. Çünkü hızlı gelebilmeleri bu düzende neredeyse imkansız. Ama bugün onlara koçluk edenler malesef ulusaldan bölgesele, kişisel fikirden makaleye geçemeyenlerle aynı kişiler. Patronları onlar görevi bırakmadıkça, o görevden onları alamıyacak gibi duranlar. Bağımsız denetimleri patronları istemediği sürece yapılamıyacak olanlar. Geçen çeyrek asıra rağmen hala istedikleri gazeteleri yapamadıklarını itiraf edenler. 

Umarım bu yeni kuşak, genç köşerler, abilerinden ablalarından denildiği kadar iyi olurda biz de, bu ülkenin The New York Times'larını ve The Guardian'larını elimize alıp okur, keyifleniriz. Gerçi kişi başı gelirin yirmibin doları geçtiği tarih için uzmanlar 2040'lardan bahsediyorlar ama olsun. O tarihte onları bilmem ama ben, Allah nasip ederde görürsem, babamın yaşında olacağım...

  

Ying ve yang köşe yazarları (Ertuğrul Özkök)

GAZETE okuruna küçük bir test sorusu:"Sizce bir köşe yazarı alkışlanmaktan mı daha çok keyif alır, yoksa yuhalanmaktan, hakarete uğramaktan mı?"Hemen cevap vermeyin. Yani hiç düşünmeden "Elbette alkışlanmaktan" demeyin. İsterseniz sorunun cevabını birlikte arayalım."Tanrı yazar" kavramından sonra, bugün size yeni bir kavram daha tanıtıyorum. "Ying" ve "yang" köşe yazarı.Bu defa kavramın mucidi ben değilim. Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan.Geçen salı günü, gazetecilere hákim olan "yeni zihniyeti" anlatan çok güzel bir yazı yazdı. Şimdi bu yazıdan size uzun bir alıntı yapacağım.
Berkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasını izleyen gazetecilerin, konuşmayı kendi dünya görüşlerine göre aktardıklarını ve gazetelerde kaliteli analiz haberlerin yer almadığını söyledikten sonra şunları yazıyor: Dikkatle, altını çize çize okuyalım:"İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor.

Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli.Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar.
Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ’Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor.
Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ’ying’ ve ’yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor.Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor.Yazar önüne gelen her konuyu, iyi-kötü; doğru-yanlış; yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor.Bütün enerjisini diğer gazetelerden ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Etrafınıza bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, Başlığına veya ilk bir iki satırına bakınca yazıdaki ’anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var?"

İsmet Berkan’ın yazdıklarına katılıyorum.Köşe yazarlarının küçümsenmeyecek bir bölümü, dini veya siyasi bir taraftar okura yaslanıyor.O okurla birlikte bir "cemaat" haline geliyor.Sonra o cemaatin istediklerini söyleyip aldığı alkışlarla "ego"sunu hormonlamaya başlıyor.Ego hormonlaştıkça, yavaş yavaş yazar tanrılaşmaya, okuru da mürit gibi görmeye başlıyor. Üstelik, bu psikoloji iki yönlü çalışıyor. Yani alkış kadar nefret ve yuhalanma da egoyu şişiriyor.Bir süre önce "Tanrı yazar" döneminin kapanmaya başladığını söylemiştim.Şimdi de şunu söylüyorum:Yavaş yavaş parlayan yeni bir yazar profili var.Bu profilin kim ve ne olduğunu artık herkes biliyor.Bu yeni profil, eski ve hormonlu egoya dayalı yazar, bir yazar neslini tasfiye etmeye başladı.
Hep birlikte izleyeceğiz.


İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı (İsmet Berkan)

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta İstanbul’da aralarında emekli veya halen üniforma taşıyan çok sayıda askerin yanı sıra gazete köşe yazarlarının da bulunduğu kalabalık bir topluluğa verdiği konferans hakkında çıkan köşe yazısı sayısı bir hayli fazla oldu. Sanıyorum toplam 100’ü aştı. Dün Cengiz Çandar yazmasa konuyu bu açıdan düşüneceğim pek yoktu açıkçası. Çandar’ın yazısını okuyunca geri dönüp bellibaşlı gazetelerde bir tarama yaptım, zaten okuduğum bir dizi köşe yazısını yeniden okudum ve oturup gazetecilik mesleği ve en çok da genel yayın yönetmenliği hakkında düşünmeye başladım. Bir konu öne çıkıyor: Bağbuğ’un iki saate varan bir sürede yaptığı konuşmayı belli bir bütünlük içinde analiz eden, onun neden bu vakitte böyle bir konuşma yaptığı sorusuna cevap vermeye çalışan bir yazı maalesef Türk basınında yayımlanmadı. Bu eksiği esasen hemen hemen her önemli konuda görüyoruz, Başkan Obama’nın konuşmaları hakkında da böyle bir kapsamlı analiz yayımlanmadı. Bu kapsamlı analizin yerine, körün fili tarifi misali, her köşe yazarının (ben dahil, Cengiz Çandar dahil!) kendi meşrebine göre konuşmanın belli bir yerini tutup oradan yazı veya yazılar çıkardığını gördük. Bu da saygıdeğer bir çaba kuşkusuz ama az önce söylemeye çalıştığım temel eksiği gideremiyor maalesef. Bu kapsayıcı analiz/haberi yazmak görevi gazetelerindir. İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor. Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli. Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar. Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ‘Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor. Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ‘ying’ ve ‘yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor. Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce, gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor, yazar önüne gelen her konuyu önceki ezberine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor, bütün enerjisini diğer gazete ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Yani yanılsamanın da yanılsamasıyla uğraşmaya başlıyor. Etrafınıza bir bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, başlığına veya ilk birkaç satırına bakınca yazıdaki ‘anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var? Orgeneral Başbuğ’dan buraya kadar geldik ama temel ihtiyacımızı hâlâ karşılayamadık: Gazeteler, okuyucularına iki saatlik bir konuşmayı bile adam gibi anlatamıyor, olası anlatma biçimleri konuşmanın üstünden bir hafta geçtikten sonra bile hâlâ kavga konusu olabiliyorsa, buralarda yanlış giden şeyler var demektir.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Sabah'ın 24.Yılı ve Posta Gerçeği

Bugün Sabah Gazetesi'nin 24.yıldönümü. Bunu Erdal Şafak'ın köşesinde okudum (okumayanlar için köşe yazısı aşağıda ). Kendilerine nice yıllar diliyorum. Ama şu herşeyden kendine pay çıkarma özelliklerine bayılıyorum. Yedi patron değişitirip hala ayakta kalma iddiası kendileri için alkışlanacak bir tutum olabilir. Yok olsalardı zaten bunu iddia edemiyeceklerdi diyebilirsiniz. Evet mesele de burada zaten. Şu ikincilik koltuğunda yirmi yıla yakın oturmayı Deniz bey'in sürekli muhalefette kalma başarısı ile aynı görüyorum. Başarı olarak bakarsanız evet bir başarı. Ama burada neden yirmi yılda sürekli ikinci olduklarını sorgulamaları gerekmiyor mu ?  

İsterseniz bu soruya verilebilecek cevapları sıralayalım. A şıkkı; Hürriyet çok iyi de ondan. B şıkkı; Sabah, birinci olacak kadar iyi değil ondan. C şıkkı; 24 yılda yedi patron değiştirip birinci olan başka bir firma yokta ondan. D şıkkı; Okurun takdiri ne diyelim. E şıkkı; Hiçbiri. Bence E şıkkı. Çünkü Hürriyet yıllardır Türkiye'nin en büyük ticari gazetesi. Malesef rakibi henüz yok. Sabah ise okur profiline bakıldığında daha Türkiye'li bir gazete.  Yani okur potansiyeli Hürriyet'e göre daha yüksek. Geçen yıllarda ise değil yedi, onyedi patron da değiştirseler, izledikleri pazarlama stratejileri ile bu seviyeden ileri gitmeleri mümkün değildi zaten. Çünkü Hürriyet ile ortak okur sayısı yüzde otuzun üstüne çıkamayan bir gazete Sabah. Yani sadece her dört Hürriyet okurundan biri Sabah alıyor. O'da ikinci veya üçüncü gazete olarak. Bunların büyük bir çoğunluğunu firmalar oluşturuyor. Bunu Hem Hürriyet'e hem de Sabah'a reklamveren firma karşılaştırması yaparakta bulabiliriz. Tabi küçük bir bölümü de köşerleri takip eden okurlar. Bu gerçek, Sabah'ın rakibi olarak gördüğü Hürriyet ile rekabetinin sadece promosyon okurlarını etkilemenin ötesine geçemediğini gösteriyor.

Oysa bundan 24 yıl önce, Rahmi Turan ve Zafer Mutlu'nun başında olduğu ekip konumlandırmasını oldukça gerçekçi belirlemiş ve en fazla gazete tüketicisi olan hedef kitlenin beğendiği bir gazeteyi yapmıştı Sabah'ı. Yani bu hedef kitlenin beğenisini kazanan bir gazetenin Hürriyet ile çok daha farklı rekabet etmesi gerekirdi. Ama tam tersi oldu ve sanki ortada iki aynı ürün varmışta tüketici seçmekte zorlanıyormuş havası yaratıldı. Yani yakında Hürriyet okurları Sabah'ı tercih edecek mesajı oluşturuldu. Oysa Hürriyet'in konumlandırması ve başarısı Simavi'ler dönemden bugüne değişmedi. Aydın Doğan'da bunu çok iyi bilen ve gören bir iş adamı olarak bu başarıyı devam ettirdi. Burada Ertuğrul Özkök faktörünün de altını çizmek lazım. Oysa Sabah'ın başardığı ama sonra nedense, Hürriyet ile rekabet etmenin sarhoşluğu içinde belki de, terk ettiği konumu Posta değerlendirdi. 

Posta, şu anda en çok satan gazete sıralamasında Zaman'dan sonra ikinci gazetedir. Bunu Zaman'ı görmek istemeyenlerin ifadesiyle söylersek, Posta bugün Türkiye'nin en çok satın alınan, okunan ve erişimi en yüksek birinci gazetesidir. Yani aslında Sabah'ın yıllar önce birinci olması gereken yerde bugün Posta oturuyor. Sabah ise patronları değişse de yap-a-madığı bir ürün ile yıllardır Hürriyet ile rekabete devam ettiğini düşünüyor. Erdal Şafak'ta bundan başarı diye söz ediyor. Evet bir başarı var. O başarı Sabah'ın 24 yıldır kendini konumlandıramama veya göründüğü gibi olamama başarısı. Buradaki Erdal Şafak'ın asıl tebrik etmesi gerekenler önce her haliyle bu gazeteyi yıllardır satın almaya devam eden okurları sonra da çalışanları olmalı. Sabah, dün olduğu gibi bugünde Hürriyet ile sadece satış adedi rekabeti yapıyor hepsi bu. Yani promosyon okuruna kim daha iyi ürünü verirse onun satışı artıyor. Tabi Hürriyet'in de yıllardır niye Sabah ile rekabet ettiğini sorgulamak gerekiyor ama konumuz bu değil şimdilik. 

Özetle Sabah, ürününün bulunduğu pazarda birinciliği Posta'ya kaptırmış durumda. O pazarın ilk sahibi kendisi ve orada birinci olma şansı hala yüksek. Yeterki pazarlama yatırımlarını doğru yönlendirsin ve öncelikle de ne istediğine karar versin. Yok Hürriyet ile rekabet edecek ise ona göre bir ürün ile tüketicinin karşısına çıkmalı. Ya da kendi kulvarında Posta'yı geçecek ürünü ve pazarlama stratejilerini oluşturmalı ve bir an önce harekete geçmeli. Yoksa televizyon rekabetine bir dönüp bakmalı. Neden NTV ve CNN Türk, televizyonun Hürriyet'i olamıyor diye bir kez daha düşünmeli. Cevabı orada duruyor... Benden söylemesi... Unutmayalım gerçeklerden kaçamayız. Kaçan varsa nereye kaçtığına bir bakalım ...

Erdal Şafak'ın bugünkü yazısı;


Yıldönümü

SABAH'TAN MEKTUP 

Bu hafta bizim için özel bir önem taşıyor. Çünkü çifte yıldönümü kutluyoruz: 1- SABAH'ın kuruluşunun 24'üncü yıldönümü. 2- SABAH'ın Çalık Holding bünyesine katılmasının birinci yıldönümü.
Bu fırsattan yararlanıp geçen 24 yılın değerlendirmesini yapmanın yerinde, hatta gerekli olduğunu düşünüyoruz.
22 Nisan 1985'te yayın hayatına başlayan SABAH bugüne kadar 7 patron gördü. Tarih sırasıyla şöyle:
1- Dinç Bilgin (22 Nisan 1985'ten 28 Ekim 2000'de Etibank'a el konulmasından kaynaklanan gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak "ceketini alıp gittiği" 30 Kasım 2000'e kadar.)
2- MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş. (Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı ortaklığı veya konsorsiyumu.)
3- Dinç Bilgin (Aydın Doğan'ın desteği veya gizli ortaklığıyla.)
4- TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu.)
5- Turgay Ciner.
6- TMSF.
7- Ahmet Çalık.
SABAH dışında son 9 yılda 6 kez el değiştirip de ayakta kalan hiçbir yayın organı gösteremezsiniz. Haydi, yargımızı biraz yumuşatalım; bu kadar sık sahip değiştirip de gücünden hiçbir şey yitirmeyen, hatta eskisinden de güçlü olarak yoluna devam eden hiçbir gazete bulamazsınız.

Destanın kahramanları
SABAH'ta kuruluşundan bu yana 8 genel yayın yönetmeni görev yaptı. Onları da kronolojik sırayla sayalım:
1- Rahmi Turan.
2- Zafer Mutlu.
3- Ufuk Güldemir.
4- Tayfun Devecioğlu.
5- Ergun Babahan.
6- Fatih Altaylı.
7- Ergun Babahan.
8- Erdal Şafak.
Üstelik arada vekaletler de var: Tayfun Devecioğlu ile Ergun Babahan dönemleri arasında bendenizin üstlendiği, Ergun Babahan ile benim aramdaki boşlukta da sevgili Mehmet Barlas ve cefakâr Şule Talu'nun omuzladıkları vekaletler...
Oysa örneğin "Merkez medya" grubundaki başlıca rakibimiz olan Hürriyet'te son 24 yılda -Rahmi Turan'ın çok kısa dönemini saymazsak- sadece iki genel yayın yönetmeni görev yaptı: Rahmetli Çetin Emeç ile -halen görevini sürdüren ve daha nice yıllar sürdürmesini dilediğimiz- Ertuğrul Özkök.
Ortalama her 3 yıla bir genel yayın yönetmeninin düştüğü bir gazetenin kimliğini ve çizgisini bozmadan yoluna devam etmesi kolay değil. Bu alanda da SABAH'tan başka bir örnek gösteremezsiniz. Üstelik geride kalan 24 yılın 13 yılında SABAH'ı Zafer Mutlu'nun yönettiği, yani diğer 7 genel yayın yönetmeninin 11 yılı paylaştıkları düşünülürse, SABAH mucizesinin büyüklüğü ve parlaklığı sanırım çok daha iyi anlaşılabilir.
Bu destanın üç yazarı, üç sahibi var:
1- Patronajdaki ve yönetimdeki gelgitlere, istikrarsızlığa rağmen işini canlabaşla yapan, hatta maaşların ödenemediği aylarda bile ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil'in dizesiyle "Acıyı bal eyleyerek" gazetesi için gecesini gündüzüne katan SABAH çalışanları . Hepsini kucaklıyorum.
2- Yine bu çalkantılara rağmen SABAH'a desteklerini esirgemeyen reklam verenler . Hepsine teşekkür ediyorum.
3- Ve nihayet en kötü günümüzde bile yanımızda olan siz SABAH okurları . Hepinizle gurur duyuyorum.
Bir dilekle noktalayayım: Çalık Grubu'nun bünyesinde gazetemizi sağlıklı, huzurlu, istikrarlı bir geleceğin beklediğine, Türk basınının iki ana sütunundan biri olan SABAH'ın önümüzdeki dönemde gücüne güç katacağına, Batı'daki kardeşleri (Örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde, Le Figaro, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Welt, La Repubblica gibi) kadar köklü bir kurum olarak gelecek kuşaklara devredileceğine yürekten inanıyorum.
Hepinize sağlıklı ve mutlu bir hafta dileğiyle...

Pazar, Nisan 12, 2009

Ahmet Hakan, Hürriyet'ten Ahmet Hakan'dan Köşerlik Öğütleri

Popülerlik adına her topa giren genç köşerlerimiz var biliyorsunuz. Abilerinden ablalarından öğrendikleri yöntemleri şimdi onları geçmek için kullanıyorlar.  Takdir edilesi bir çaba. Birbirlerine pas atarak, farklılık adına herşeyi hiçe sayarak, kelimelerle küfrederek dikkat çekiyorlar. Her programa çağrılmayı bekleyen ve genç yaşta herkese akıl dağıtan bu arkadaşlarımız yeni neslinde temsilcileri aynı zamanda. Nasıl olmasın ülke nüfusunun yüzde kırkdördü yirmidört yaş altı gençlerden oluşunca gelecek nesillere de yatırım olsun değil mi ?Bir de köşerliğe giden yol artık eskisi gibi uzun yıllar haber merkezlerinde çalışmakla olmuyor. Çünkü iyi bir köşe yazarının yetişmesi için uzun yıllar gerekiyor. Bizim ise bu kadar zamanımız yok. Ayrıca hem yazıyor, hem tecrübe kazanıyor, hem de okunuyorlar fena mı ? Gelecekte köşerlik meslek okullarında derste verirler nasıl olsa. 

Son on yıl içinde yapılan bütün okur araştırmaları gençlerimizin gazete okuma seviyelerinin yeteri kadar yüksek olmadığı gösteriyor. Ben bunu öğrencilerimde görüyor, derslerimde yaşıyorum zaten. Fatih Altaylı bu konuya bir seminerde çok güzel bir çözüm getirdi ve bu gençler nasıl olsa çalışmaya başlayınca gazete okumak zorundalar ve okuyorlarda dedi. İnşallah okurlar ne diyelim. Ama şunu biliyorum ki bu genç köşerleri bizim gençler değil, orta yaş üzeri okuyor. Denemesi bedava sizde deneyin sizde görün. 

Peki kim bunlar, ortak özellikleri neler ? Genç köşerlerimiz son on yılda medyada oluşturulan televole kültürünün çocukları bunlar. Biri kirli sakallı, biri pek parlak, biri degajeli, biri yırtmaçlı.... 

Bu arkadaşların içinde çok popüler olduğunu düşünenlerden Ahmet Hakan (Hürriyet'ten Ahmet Hakan demek istedim)  11 Şubat 2009 Çarşamba günkü köşeciğinden hakikatli bir yazar olmanın kurallarını eski arkadaşı Akif Beki'ye ithafen yazıverdi sağolsun bizde öğrendik. Bende bu yazı sadece gazetenin köşeciğinde kalmasın diye sizinle paylaşıyorum. 

Ama önceden uyarayım, okurken içinizden "Bir gazetenin gencecik, körpecik, abilerinin ablalarının ham yapmak için diğer köşe başında beklediği genç köşerleri, gazetenin köşesine bağlanmış ve bunları yapmazsa asla hakikatlı olamayan zavallı mı? " duygusu geçerse asla bu duygunuzu ciddiye almayın. Ya da New York Times, The Guardian gibi gazetelerin köşe yazarlarından biri de benzer bir yazı kaleme almış ve sizde bunu okumuşsanız ciddiye alın. Siz bilirsiniz yani... İşte size genç ve hakikatlı bir köşer olmanın 5N 1K formülü gibi başarı sırları ve ortak özellikleri; Yani hangi genç köşer; ne yaparsa, ne zaman yaparsa, nasıl yaparsa, nerede yaparsa, niçin yaparsa, kiminle yaparsa daha hakikatli yazar olur ? 

"Kalemini korkak alıştırmayan. Överkende yererkende sonuna kadar abanan. Çaktımı tam çakan. Açık ve açıktan yazan. İsim veren. Özellikle; hata yapan, özür dileyen, kavga eden, meydanı gümbürteten, gücendirmekten korkmayan, pişmiş aşa su katan, yangına benzinle giden ve bir çuval inciri berbat eden. İnsan değil ilkeye saygılı kalan. Bir ayağı kendi, diğer ayağı öteki mahallede olan. Sır tutmayan. Elindeki bilgiyi okuruna aktarmayınca midesi bulanmayan. Herşeye ama herşeye sadakatsiz olan. Kendi değil yazının namusunu önemseyen. Kibirsiz, misyonsuz, cemiyetsiz ve yanlız "  

İsterseniz tekrar, tekrar okuyun. Pardon bu arada önemli iki noktayı unuttum. Yani yukarıdaki gibi yapacaksın ama " Okuruna samimi ve hakikatli " olacaksın. Bunları yaptın mı oldun demekmiş. Ama siz bu oldun'u  Hz. Mevlana'nın "Hamdım piştim yandım" tonlaması ile karıştırmayın lütfen... Ahmet Hakan'ın, Şeyh Edebali öykünmesiyle  "oldun, oldum ey oğul" diyor. ben bir şey demiyorum, ne haddime zaten...
 

Cuma, Nisan 03, 2009

İmparator Terim

İtiraf ediyorum Süper Poligon da bugün okuduğum satırlardan sonra kendimi alamadım bunları yazdım gönderdim. Orada ismim yok ama bu sözler benim bilesiniz istedim. Bu arada Avrupa yerine Dünya şampiyonu demişim düzeltir, özür dilerim.


Daha kaç maç kaybedeceksiniz ? Yenile yenile yenmeyi öğrenemeyenlerin milli takımı oluşturması ne kadar doğru ? Daha kaç yıl bekleyecek bu insanlar Senior Terim ? Bu çocukları sen seçtin, taktiklerini sen verdin, dediğini yapmıyorlarsa ? Ne yapman gerektiğini bilecek yaştasın ? Bu futbolun karşılığı bu değil diyorsun. Herkes tabelaya bakıyor. Spor aynı zamanda bir skor oyunudur. Bırak artık medyatik tavır ve sözleri. Sponsorlar duygusal reklam kampanyaları için birbirleri ile yarışıyorlar. Altı üstü bir spor müsabakası. Yenilirsin veya yenersin ama çizgiyi sponsorlarla birlikte duygusal koyarsan işin içinden böyle çıkamazsın. Çok teşekkürler imparator ne yapacağı belli olmayan, istikrarsız bir milli takım kurduğun için. Ben senin kadar futbol bilemem ama çok iyi bir seyirciyimdir. 25 yıldır dünya ve Türk milli takımını seyrediyorum. Topu okullardan içeri yuvarlıyamıyorsan hayal kırıklıkların devam edecek unutma. Futbolcuların seni ezberledi. Artık eskisi gibi etkileyemiyorsan bundandır. Değişmeli ya da bu işi doğru zamanda bırakmalısın. Koltuk sevdalılarından olmadın. Olmadığını da göstermelisin. Güney Afrika'ya gitmek artık çok zor biliyorsun. Beklediğin mucize ise Allaha kalmış. Son maçta veya bir öncesinde değil bir dünya (Avrupa) şampiyonuna kaybettikten sonra bu işi bırakmalısın. Sana yakışan bu olmalı. Dünya basını senden daha fazla söz eder emin ol. Seni dinlemeyen futbolculara en anlamlı mesajda bu olur. Yoksa onlar böyle konuşa konuşa düzelemez. Bak Nihat'a İspanyol basınında onun hakkında çıkanları topla diğerleri ile karşılaştır o kadar. Gerisi temenni. Arda, Hakan Balta, Gökhan Gönül, Emre Aşık dışındakileri milli saymamak gerekir. Çok ısrar ettiğin Tuncay'ların, Emre Belözoğluların dönemi kapandı artık kabul et. Seninde dönemin kapanmadan Dünya (Avrupa) şampiyonuna karşı kaybettiğin bu maçtan sonra gel bırak bu işi sonra yıllardır topladığın bir çuval incirini berbat edeceksin.

Pazartesi, Mart 16, 2009

Ağzı Olan Konuşuyor, Köşesi Olan Yazıyor

Medya yazarları yani köşerler ve politikacılar  artık sıkmaya başlamadı mı ne dersiniz ? Köşerler, her gün köşelerinde ahkam kesmekten kendilerini alamıyorlar. Ülkenin bazı kurum ve temsilcileri de bu köşerlerin yazdıklarına ya yazıyla ya da meydanlardan cevap vermeye yetişemiyorlar. Evet anlıyorum, hergün yazınca konu bulmakta zorluk çekiyorlar ama bu yazılarla ülkenin bütünlüğünü nasıl bir hale getiriyorlar acaba ? Ya meydanlardaki ne demeli ! Oy için meydanlarda konu çıkıyor onlarada. Kimse karşılıklı gelip konuşmak istemiyor. Herkes medya üzerinden konuşmaya devam ediyor. 

Kendilerini aydın olarak nitelendiren kişilerin her gün profesyonel olarak çalıştıkları kurumlarda oturdukları yerlerden ve meydanlardan sanal gündemler oluşturup, komplo teorileri üretmeleri bu ülkeye ve insanına yaptıkları en büyük iyilik galiba. Okurunu ve izleyicisini tanımayan, 26 milyon internet kullanıcı içinde medyayı internetten takip edenlerin % 10'unun tıkladığı köşerlerimiz. Kamuoyunun ufkunu açmak, onları bilgilendirmek yerine dedikodu üretir ve birbirlerine cevap vermeden öteye geçemez oldular. Köşerlikte zaten sapına kadar bu demek herhalde ! Okurunu, izleyicisini tanımayanlar, aralarında malesef genel yayın yönetmenleri de var, hergün yazıyor. Örneğin son gündem; Aylar önce Bülent Arınç'a bir soru sormuşlar, o da medyatik bir cevap vermiş. Neden ? Çünkü ne derse konuşuluru ve medyanın kendisinden söz etmesini yani rating'i seven biri. Muhatapları cevap vermiş ama köşerlerimiz o zaman  bitirememişler konuyu. Hala ne dedi, niye dedi, şöyle dedi, şunu demek istedi, yok öyle demek istemedi, nasıl dermiş, niçin dermiş ?  Ahmet Hakan'da buna demokrasi diyor ne güzel. Gerçekten güzel mi ? Yoksa köşerlerimiz demokrasinin yeni bir tarifini mi buldu ? Ülkemizin şu anki en büyük probleminin kamplaşma olduğunu savunuyorlar biliyorsunuz. Politikacılarımızda medyanın kamplaştığını düşünüyor. Yani ortak bir noktada buluşuyorlar. Böyle devam ederlerse iki tarafta haklı çıkacak. Çünkü haklı çıkmak için iki tarafta var güçleri ile çalışıyorlar.Harcanan zamana, paraya ve alana yazık hemde çok yazık. Ama ağzı olanın konuştuğu, köşesi olanın yazdığı bir ülkede yaşıyoruz elden ne gelir ?  

Medya 12 Eylül'den bugüne teknoloji ve gelir olarak dünya standartlarını yakalarken malesef insan ve yönetici standartları olarak sıradanlaştı. Yani dil bilmek ve yüksek eğitimli olmak, çok okumak herşey demek değilmiş. Eğer bir ülkede en prestijli, en birinci medya olduğu söylenen gazeteler bile yıllardır promosyon rekabeti yaparak ticari bir emtia dan öteye geçemiyorsa varın gerisini siz düşünün. Peki ülke insanı neden promosyonsuz gazete almıyor ? Acaba verdiği para ve zamanın karşılığını tam alamadığını için olabilir mi ? Yok yok, fakir bir ülkeyiz ya ondandır. Ya da beleşçi bir toplum olduk ya, mutlaka bir şeyin yanında başka bir şey daha istediğimiz içindir. Evet, evet ondandır. Burhan Pazarlama bu yüzden çok tanınmamışmıydı ? 

Bir ülkenin medyası ülkedeki siyasi seviyeyi de belirleyen bir platformdur. Ülkemizdeki siyasilerin seviyesi hakkında konuşacak son kişiler köşerlerdir herhalde. Çünkü sen eleştirmeyi ve halkın temsilcilerinin seviyesini düzeltmeyi bilemezsen sonra işte böyle siyasilerin ağzına damla sakızı olursun. Onlarda balon şişirir dururlar ve sana da her balonu yazmak kalır. Ülkenin başbakanının  yanlı medyayı takip etmeyin dediği bir ülke düşünün ? Kamplaşmadan söz eden bir medya ? Peki kim kamplaştırıyor bizi bilin bakalım !  Medya ve siyasiler. Cahil, cüvela bir toplumdan bahsediyorlar hiç kuşkusuz. Kimden, kimden ? Bizlerden, yani Allahın verdiği aklı kullanamadığını varsaydıkları bizlerden, yani müşterilerinden. Şu anda ülkemizde medya ve siyasiler arasında bir kamplaşmadan kesinlikle söz edilebilir katılıyorum. Şimdide sokaktaki insanları aynı hızda kamplaştırmaya çalışıyorlar. 

İhtilal kültürünü iyi bilen ve halen bu kültürü taşıyan ve yaşayan en yeni Osmanlı kuşağıyız biliyorsunuz. Kamplaşmak için ilk koşul fakir ve zengin arasındaki uçurumu açmak. Bugün itibariyle işsizlik yüzde 13,6 . Yani medya köşesinde, hükümet meydanlarda böyle devam ederlerse yakında emellerine ulaşmaları an meselesi. Ne güzel değil mi ? Bakın seçim meydanlarına ! Siyasi partiler için çalışan bu kadar insan, zamanlarını ve paralarını sadece bu ülkeye faydalı birer salih insan olmak için mi harcıyor dersiniz ? Evet diyeniniz varsa, hadi gidip aralarına girmek ve birşeyler yapmak isteyin bakalım ! Size kucaklarını açmış ve fikirlerinizi dinleyecek kaç yönetici bulacaksınız karşınızda ? Tanıdığınız yoksa şansınızı zorlamayın. Aralarında on yıldır gece gündüz çalışıp meclis üyesi olmak için her yolu deneyen kişiler neler anlatacak bir dinleyin. Ya da medyaya gidin kalemim ve bilgi birikimim yeterli acaba bende köşer adayı olabilirmiyim diye bir sorun. Gazete sayısı sınırlı olduğu için köşe sayısı da sınırlı. Hepsi de dolu. Yer yok. Ortada yazanda yok. Kimse yerinden kımıldamıyor. Kımıldayan da Fatih Altaylı'nın söylemiyle 5 milyon istiyor. Yani ne siyasilerde ne de medyada yer yok. Sinema deyimiyle kapalı gişe oynuyorlar. Ortak çıkarlar için onlar kamplaşmıyacakta sokaktaki vatandaş yani tüketici mi kamplaşacak söylermisiniz ? Yerel seçimlerde muhtar adaylarınında siyasiler gibi söylevlerde bulunması bir tesadüf mü ? Dikkat ettiniz mi ? Giydirilmiş arabalar, hoperlörlerden seçim vaadleri. İyi güzelde bir muhtarın sorumlulukları yasalarla belirlenmiş, nasıl olacakta bunların dışında söylediklerini yapacaklar ? Bu onlarında kamplaşmaya katıldığının bir göstergesi. Yakında siyasi partilerin muhtar adaylarını belirleyebilecekleri bir kanun meclisten geçerse şaşırmayalım. Yani geleceğin siyasileri muhtarlıktan yetişiyor. Nasıl ama tam medyatik bir söz oldu değil mi ? 

Kapitalist düzenin hüküm sürdüğü  bir yerde, kimler niçin kamplaşır veya neden kamplaşmak ister  ? Bu sorunun cevabını hala bulamadıysanız artık sizde kamplaştırdıklarımızdansınız demektir. Hatta size iyi bir de haberim var. Bu ülkede, kamplaşmak taraf olmaksa ve doğruysa yakında zengin oldunuz demektir. Sevinebilirsiniz. Bunu yedi sülalenize de söyleyebilirsiniz zira onlarda sevinsinler. Şair  ne demişti ? "... diner bu yağmurlar biraz yaş kalır..." kesinlikle katılıyorum. Ama bu yağmurlardan sonra geriye yine kan ve gözyaşı kalmasın lütfen...

Cumartesi, Mart 14, 2009

12.Araştırmacılar Zirvesi'nden Notlar

Temel Aksoy'un "Bu yıl zirvemizde müşterilerimizi dinlemek istedik" dediği 12. Araştırmacılar Zirvesi'nde iki günde aldığım bazı notları paylaşmak istiyorum. 

1.Gün 
 
Güler Sabancı; Araştırmanın önemini Toplam Kalite çalışmalarında ve Müşteri Memnuniyeti çalışmalarında birkez daha gördüklerini ayrıca Sabancı Üniversitesi'nin kuruluşundaki her aşamada araştırmaya büyük özen gösterdiklerini ve araştırmaya devam ettiklerini belirtti. Diğer taraftan, verileri doğru yorumlamak için birlikte analiz etmeliyiz diyerek araştırmacılara birlikte daha fazla mesai harcamalıyız teklifinde bulundu. Tüketicilerin tanımlanmamış ihtiyaçlarını saptamak,tüketicinin kalbinden geçeni bilmek, tüketiciyi kendi yerinde izlemek, daha fazla içgörüye ihtiyaç duyulduğunu, üzerinde karar alınabilecek bilgiye olan ihtiyacın arttığını ve artık gelecek çağı düşünmeliyiz diyerek araştırmacılara hedef gösterdi.
Mehmet Sezgin; Garanti Ödeme Sistemleri olarak araştırmacılardan artık verinin yanına görüntü ve sesi de ilave etmelerini istediklerini bunun müşteriyi etkilemek ve ikna etmek için önemli olduğunu söyledi. Ülkemizde kendi ilgi alanlarındaki bazı bilgilerin 1998 ve 2008 yılını karşılaştıran istatistikleri açıklayarak, büyümenin yüksekliğini ve önemini vurguladı.
1998 2008
GSM  3,5 milyon 65 milyon
Internet 300 bin 26 milyon
Sinema 20 milyon 38 milyon
Turizm 3 milyon 6,5 milyon
BES 1,75 milyon
Kredi Kartı 7 milyon 43 milyon
POS 113 bin 1,63 milyon
Ayrıca Peter Drucker'ın "Bir işletmenin birinci kuralı müşteri oluşturmaktır" sözünü hatırlattı.
Fatoş Karahasan; (İki gün boyunca tüm semineri yöneterek yine her zaman olduğu gibi yüksek bir performans sergiledi.) WOW'da eğer bilgiyi bir erkekle paylaşırsanız 5 kişiye, bir kadınla paylaşırsanız 25 kişiye söylediğini belirtti.
İlker Kaytancı; Phillip Morris olarak bu ülkemizde 140 bin satış noktasına ulaştıklarını belirtti.
Murat Şahin; Arçelik olarak yaptıkları tüketici araştırmalarında, tüketicilerin düşündüğünü söyleyemiyor. Düşündüğünü yapamıyor. Yaptığını söyleyemiyor ve söylediğine inanmıyor şeklinde sınıflandığını vurguladı.
Fatih Altaylı; Haber Türk Gazetesi olarak ilk hafta ortalama 210 bin satışa ulaştıklarını ve bunun başlangıç için başarılı bulduğunu belirtti. Gazeteyi beşe böldüklerini, çünkü istenilen bilgiye çabuk ulaşılmasını istediklerini söyledi. Gazete çıkarırken yaptıkları tüm araştırmaları da rasyonel bulmadığı için çöpe atarak !  yılların deneyimi ile sezgilerine göre karar aldıklarını
vurguladı. Üç kentte (istanbul, Ankara, İzmir)  satışlarının yüzde 63 ünü yaptılarını, üniversitelerde talep edilen birinci gazete olduklarını belirtti. Ülkemizde bugün en büyük problemin kamplaşma olduğunu vurguladı. Gazeteyi yaparken her görüşe sahip insanları bir araya getirdiklerini. TV'de başarılı olduktan sonra şimdi bunu gazeteye taşıdıklarını. Gazetenin isminin daha önce var olan mecralarının ismi olan Haber Türk olmasına bütçesel nedenlerle karar verdiklerini. Köşe yazarlarının gazeteye katkısının yünde 14 ile sınırlı olduğunu, bu nedenle köşe yazar sayısını az tuttuklarını. Transfer etmek istedikleri bir gazetecinin kendilerinden 5 milyon transfer ücreti istediğini. geçtiğimiz Pazar günü Hürriyet'te 400 haber varken Habewr Türk'te 707 haber olduğunu. yeni okura ve Internet gençliğine seslendiklerini belirtti.
Mehmet Ali Birand ; Samimi itiraflarda bulundu. Kendisinin haber spikeri olmadığını bu nedenle haber sunarken hata yapmasının ve yapmayada devam etmesinin normal olduğunu belirtti.Kamplaşmanın büyük problem olduğuna katıldığını. Patronlar arası kamplaşmayı yazı işleri olarak bazı şeyleri malesef görmezden gelerek desteklediklerini. reklamların bu dönemde yüzde 40-45 oranında düştüğünü. Sonbahar'da medyanın yarı yarıya kadro azaltmak zorunda olduğunu. Internette kendilerini yenileyemediklerini. Şu ortamda kimsenin nereye gittiğimiz bilmediğini. Sonbahar'da cesetler caddelerde çok olursa yeni bir dönemin başlıyacağını belirtti.
Seçil Kıpçak; Coca Cola olarak yaptırdıkları bazı araştırma sonuçlarını paylaştı. Tüketiciyi kendilerinin alışverişçi olarak tanımladığını. Dünyadaki Wal-Mart lara haftalık ziyaretçi sayısının 138 milyona ulaştığını ve günlük 1 milyon dolarlık alışveriş yapıldığını. Marketlere tüketicinin yüzde 68'nin karar vererek geldiğini ve bunların birinci olarak planlı ürün, ikinci olarak plansız ürün aldıklarını. Tüketicilerin alışveriş yaparken 7-8 saniye içinde karar verdiklerini.Marketlere giren alışverişçilerin yüzde 20'sinin Coca Cola aldığını. Alışverişçinin promosyon, fiyat, çeşitlilik ve yakınlık istediğini. 5 Alışverişçi tipi olduğunu Toplu Alışverişçi, Günlük Rutin Alışverişçi, Eksik Tamamlayan Alışverişçi, ve Özel Gün Alışverişçisi ayrıca birde "Canım Çekti" tipi olduğunu belirtti.
Kına Demirel Beskinazi; Migros Club ve CRM olarak kurdukları altyapı ve yazılımlarla bugün artık tüketicilerini çok daha yakından tanıdıklarını. Yazar kasa bilgilerinden neleri niçin aldıklarından, nasıl bir tüketici olduklarına, alışveriş sıklıklarına kadar bir çok veriye çok hızlı ulaştıklarını. Bu bilgileri tedarikçileri ile ücretli paylaştıklarını söyledi. Bu sistemin ülkemizde bir ilk olması nedeniyle inanılmaz bir somut bilgiye artık sahip olduklarını biliyoruz. Rakiplerinin ve ciro üzerinden kira bedeli esaslı Alışveriş Merkezlerininde bu sisteme geçmeleriyle birlikte tüketici ve tüketim üzerinde yakın gelecekten daha somut verilerle konuşmak mümkün olacak görünüyor.
Fatih Terim; Başarılı olmak için her alanda bilginin gücüne inandıklarını belirtti. Futbolcuları maça hazırlarken tüm sahayı cepheden gören bir kamera ile rakiplerini analiz ettiklerini, aynı şekilde kendilerininde hatalarını aynı şekilde çekilmiş görüntülerden gördüklerini söyledi. Ayrıca geliştirilmiş çizgisel grafik yazılımları olduğunu ancak bunların gerçek görüntüler kadar etkili olmadığını savundu. Sorduğum bir soru üzerine de ülkemizdeki futbolcuların eğitim seviyelerini yükseltmek için çalışmalar yaptığını ve bakandan "şu topu okullardan içeri bir yuvarlayalım" diyerek yardım istediğini söyledi. 

2.Gün

Lale Saral Develioğlu; 1984 yılında dünyada bin, 1992 yılında 1 milyon, 2005 yılında ise 1 milyar internet kullanıcısı var. Youtube'un 280 Facebook'un ise 150 milyon üyesi bulunuyor. Dünyada internet hane penetrasyonu yüzde 25. Bugün 4 milyar kişide cep telefonu var ? Ülkemizde ise 55 milyon kişinin elinde 65 milyon hat var. Bunların 37 milyonu Turkcell'li. Yaptırdıkları araştırmalara göre gençlerin vazgeçemedikleri üç şey 1 cep telefonu, 2 TV, 3 internet. Çocuklar için önerdiği site www.clubpenguin.com 
Savaş Ünsal : Yakın gelecekte IT TV dönemi başlıyor. Yani Internet Digital TV
Serdar Erener: Konuşmasında müşterileri için düzenlediği Martin Lindstrom by.ology seminerindeki notlarını paylaştı. Sunumuna "b bk blmyrz" ile başladı. İnsan hakkında henüz yeteri kadar hiçbir şey bilmiyoruz. İnsan = Tabiat/Kültür dür. Artık Neuroscience (Sinir Bilimi) dönemi başlıyor. Beyne bağlanan elektrotlarla yapılan deneylerde insan beyninin marka isimlerine verdiği tepki dini konularda verdiği tepki ile aynı yerde oluşuyor. Bu nedenle soruyorum. "Brand are the new religion ?" Hiçbir şey kastedmiyorum. Bir mesajda vermiyorum. Sadece sorguluyorum. İnsan teknoloji ile yeni bir insan türünü oluşturmadı henüz. İnsan aynı insan. Aidiyet, hayal, düşman, 5 duyu, gözlem, misyoner, sembol, gizem, tören en önemli özellikler. Pazarlama bir sosyal mühendislikl projesidir. Pazarlama için 3 önemli organ ; 1 kulak, 2 burun, 3 göz. En çok hatırlanan reklam ile en çok GRP alan reklam aynı değil. Artık bunu biliyoruz. Açıkhava raketlerine haftada 1 milyon dolar harcıyoruz ama boşa gidiyor. İşte örnek saatte 10 km hızla giden bir araçtan raket görüntüleri. Halen sezgilerimiz ile hareket ediyoruz. 
Emre Konuk : Değişmeyen davranışlar.İnsan genetiğinde olan bir şey ( örneğin yılan ) ile olmayan bir şeye (örneğin otomobil) farklı tepkiler veriyor. Temel korku, İhtiyaçlar. Güvenlik İhtiyacı (güven,huzur,korunma,ihmal,terk, yanlızlık,tehlike,korku), Ait Olma İhtiyacı (birlikte olmak, aidiyet,bağlanmak, dışlanmak,...), Geleceği Tahmin İhtiyacı (ileriyi tahmin, bilinmeyenden korku, önünü gürmek...) , Otorite İhtiyacı ( denge,düzen, istikrar,kaos, kriz, sorun ), Önemseme İhtiyacı (istenme,arzu edilme,beğenilme,sayılma,gurur, başarı,gelişim,rekabet,mükemmellik, hayranlık, aşağılanma,küçük düşme ), Katkıda Bulunma ve Anlamlı Yaşam İhtiyacı (kişsel yaşamamın ötesinde birilerine bir şeyler verme veya davaya hizmet) Çünkü anlamasız yaşam istemiyoruz. 
Çicekten Becel : Rakının mezesi insan. neden içiyoruz ? Mutluluk-keyif, paylaşmak-aidiyet, hüzün-keder... rakı içenlerin %18 AB, % 34 C1, %43 C2 sese sahip. Kişilik sahibi, farklı, meydan okuyan, özgüveni yüksek kadınlar tüketiyor. Tüketimin % 47 si Marmara, %20 si Ege ve % 75 i batı bölgelerinde yapılıyor. Rakının evde dost aile sofralarında tüketimi %62. Düğün,ocakbaşı,balık,piknik te ise %38 yani tüketim eve kayıyor. 1998 yılında toplam 74,3 2008 yılında 47,9  milyon litre rakı tüketildi. 2009 yılında 37 rakı markası var pazarda. Reklam harcamaları 2004 yılında 1,6 iken 2008 yılında 11,2 milyon TL. oldu.
Jan Nahum: Goldmansucks'a göre 2050 de Türkiye Avrupanın 2 büyük gücünden biri. Bizde 2050 yıllarını planlamalıyız artık. Markamız olmalı.Araştırma şart.Devlet bunu desteklemeli.


Perşembe, Mart 12, 2009

Bilinçsiz Medya Bağımlılığı

Kitle iletişim araçları dediğimiz medya (tekili mecra oluyor), FMCG olarak isimlendirilen günlük hızlı tüketim ürünlerimizden biridir. Ürün kelimesine gazeteciler ve genel yayın yönetmenleri kızıyor ve sadece medya diyorlar ama bu onun bir ürün olmasını değiştirmiyor. Her gün üretilen ve satışa sunulur sunulmaz tüketilen bir ürün. Ekmek gibi, su gibi. Örneğin gazetenin günlük tüketim süresi ortalama 26 dakika, Televizyon ise 4 saat. Medya işlevsel olarak bir araç olsa da özü üründür. Ürün ise markanın olgunlaşmamış halidir. Bir ürünün olgunlaşmış ve alışkanlık yapmış halidir. Diğer bir anlatımla marka, bir ürünü ismi ile istemektir. Selpak gibi. Gucci, Armani, BMW, Porche gibi. 

Burada gazete, internet, televizyon hatta cep telefonunun ürün mü araç mı olduğundan çok, bizim bunları ne kadar bilinçli tüketip tüketmediğimizi sorgulamamız gerekiyor. Hani yıllardır medya ve bilgi toplumu olduğumuzdan söz ediliyor ya. İşte o toplumun birer üyesi olarak medya tüketiminde ne kadar bilinçliyiz veya daha bilinçli bir medya ve bilgi toplumu nasıl olabiliriz ? İşte bu soruları cevaplandırmalıyız.  Hem de vakit geçirmeden. Peki neden şimdi sorgulamamız gerekiyor diye sorabilirsiniz. Çünkü geçtiğimiz günlerde katıldığım 12. Araştırmacılar Zirvesi'nde Turkcell'in son yaptırdığı tüketici araştırmasında ülkemizdeki gençlerin vazgeçemedikleri üç şeyin cep telefonu (1), televizyon (2) ve internet(3) olduğu açıklandı.  Ne var bunda normal değil mi ? diyebilirsiniz. İlk bakışta bu gerçek size normal gelebilir  ama bunların üçününde birer mecra olması çok önemli. Ekmek, su veya başka bir markadan söz etmiyorlar dikkat edin. Burada 55 milyon cep telefonu, 26 milyon bireysel ınternet kullanıcısı içindeki gençlerimizden bahsediyoruz. Eğitimleri için zaman, para ve emek harcadığımız çocuklarımızdan. Dokunaklı söylemiyle yarınlarımızdan... 
Medya; Dördüncü Güç
Burada mecraların sağlığımızı nasıl olumsuz etkilediğinden bahsetmiyeceğim. Çünkü uzmanlık alanım medya. Patronları ürünlerinin gücünü gayet bilinçli kullanırken, ya biz onların tüketicileri, ürettikleri ürünleri bilinçli tüketebiliyormuyuz ? Kullanabiliyor muyuz ? İşte bu sorulara cevap aramak istiyorum. Son sözü başta söylemeliyim. Evet, biz medyayı malesef bilinçli tüketmiyoruz. Yapılan tüketici ve marka araştırmaları da, bilinçli bir medya tüketicisi olmadığımızı gösteriyor. Ayrıca bu gücün yöneticilerinin de tüketicisini yani bizi yakından tanımadığını söylüyor. İşte karmaşa burada başlıyor. Tüketici medyayı bilinçli tüketmiyor, medya yöneticisi tüketicisini tanımıyor. Ama üretiyor, üretiyor ve her gün satıyor. Bizde satın alıyoruz. Nasıl ama ?  Tam bir üç bilinmiyenli kaos denklemi gibi değil mi ? Malesef öyle...

Medya yöneticilerinin bizi yakından tanımamasının nedenleri de önemli ama onlar bir şekilde üretiyor ve satıyorlar.  Siz isterseniz daha iyisi var da biz mi tüketmedik ? Veya seçenekler bunlar. Ne yani, okumayalım, seyretmeyelim mi ? diyebilirsiniz. Satın alma, tercih etme bir sonuçtur biliyorsunuz. Eğer tercih ediyor, satın alıyorsanız, üretende aynı şekilde üretmeye devam edecek demektir. Üretici satamadığı zaman neden satamıyorum diye yatırım yapar biliyorsunuz. Onlarda sattıklarına göre kendi tüketicilerini yani bizleri oluşturmaları ve sürekli tükettirmeleri normal değil mi ? Biz medyayı nasıl bilinçli tüketeceğimizi bilemiyorsak, o ürünü üretenlere, nasıl tüketmemiz gerektiğini söyleme hakkı vermiş olmuyor muyuz ?  
Yani onların verdiklerine göre tüketiyoruz. Dünyaya onların gözünden veya göstermek istediği açıdan bakıyoruz. Şöyle bir düşünün. Temel bir ihtiyaç maddesini almaya gidiyoruz ve satıcı o ürünü nasıl kullanmamız yani tüketmemiz gerektiğini söylüyor. Temel bir ihtiyaç maddesinden söz ediyorum. Lüks tüketim ürünlerinden değil. Eğer böyle tüketirseniz ürünümüzü  bilinçli olarak tüketmiş ve kullanmış olursunuz hatta kendinizi daha mutlu hissedersiniz yanında da bir eğitim seti hediye diyor. Yani bildiğimiz gibi değil söylendiği, verildiği gibi tüketiyoruz. Çünkü nasıl tüketeceğimizi bilmiyoruz. Ürün çeşitleri arasından birini seçiyor ve yıllarca onun bize verdikleriyle ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Beynimize yüklediğimiz on binlerce bilgi sadece onlara ait. Aldığımız bilginin  ne kadarını araştırıyoruz ? Ne kadarı gerçekten doğru ? Aldığımız bilgilerle yaşam tarzımızı, dünya görüşümüzü, inançlarımızı, ahlaki değerlerimizi yönetiyoruz. Peki bunlar, harcadığımız zaman ve paranın karşılığı mı ? Günde 40 kuruşa 26 dakikalık, dört saatlik elektrik parasına bir yaşam ! Ama ihtiyacımızda var ! Ne yapalım bizde çaresiz alıyor ve tüketiyoruz. Daha iyisini sundularda almadık mı ? Medya yöneticileri ise bizim tüketicimiz ne istediğini bilmez, ne verirseniz onu alır, tüketici araştırmalarını yaptırır sonra yine sezgilerimizle hareket ederiz. Çünkü gelen sonuçların hiçbirisi rasyonel ve yeterli değil demeleri bir tesadüf olabilir mi ? Nasıl bir duygu bu hissedebiliyor musunuz ?

Evet, gelecek neslimizin vazgeçemediği üç şeyin kitle iletişim aracı olması bir tesadüf değil. Bugün politikacı veya iş adamlarımızın medya üzerinden konuşmasının bir tesadüf olmadığı gibi. Neden dinleniyoruz ve izleniyoruz sorusunun bir cevabı da burada olabilir mi ne dersiniz ?Bilgiye bu kanallardan ulaşıyoruz ve yine o kanallar üzerinde konuşuyor, paylaşıyoruz. Obama’nın seçim zaferinde internetin payı bu nedenle çok önemli. Yüz yüze iletişim yerine medya üzerinden iletişim kuruyoruz. Bu nedenle bilinçli medya tüketicisi olmak zorundayız. Gelecekte, en az elli yıllık bir dönemde, güçlü toplumlar, büyük başarılar medyayı bilinçli kullanan, tüketen kişiler ve toplamlardan oluşacak unutmayın. GoldmanSachs 2050'li yıllara ait raporlar yayınlıyor bugünden. Ülkemizin o tarihte Avrupa'nın Sovyetlerden sonra ikinci büyük gücü olacağından, kişi başı gelirin 25 bin doları geçeceği tahminlerinde bulunuyor. Silikon vadilerinde de aynı yıllarda ne tür ürünlerin tüketileceği dair çalışmalar milyar dolarlık araştırma bütçeleri ile devam ediyor. Bugün 15-25 yaş grubumuzun taleplerinin ve vazgeçemediklerini biliyoruz. Bu bilgilerle gelecekte bizi ve çocuklarımızı nelerin beklediğini tahmin etmek artık hiçte zor değil. Ne dersiniz ? Gelecek elli yılda elektrik ortadan kalkar yerini başka bir enerji kaynağına bırakır mı bilmiyorum ama yakında bu üç mecranın yani cep telefonu, televizyon ve internetin birleşik tek bir mecra olacağını biliyoruz. Ben buna MobileMedia diyorum.  Son on yıldır söylediğim bu gerçek, artık kabul edilebilir hale geldi. Çünkü geliştirilen bir çok birleşik ürün test aşamasında yüksek kabul gördü. Pek yakında hayatımıza. Dün mecraları birbirleriyle yarıştırıp rekabet ettirenler o zaman ne yapacak bilmiyorum ama bizler, bu yeni mecra hayatımıza girmeden bilinçli medya tüketicisi olamıyacaksak bizi nasıl bir geleceğin beklediğini de bilemiyeceğiz demektir.  

Medya ile aramızda duygusal bir ilişki var biliyorsunuz. Siz buna müşteri sadakatı da diye bilirsiniz. Hani altmış milyar doların üzerinde marka değeri olan Coca Cola’nın yüzyılı aşan bir süredir yaptığı pazarlama yatırımları ile ancak elde ettiği müşteri sadakati varya. İşte o, bu ilişkinin doğasında kendiliğinden var. Çünkü mecra bizim kimliğimiz, haber ve iletişim kaynağımız. Bizim kim olduğumuzun, ne bildiğimizin, neye ihtiyaç duyduğumuzun en iyi bilindiği teknolojik bir platform. Beynimizle ihtiyaç duyduğu arasında kullanılan bir araç. Araştırmacılar artık NeuroScience dönemini başlattılar. Yani araştırmada sinir bilimi dönemi başladı. Kafamıza bağladıkları elektrotlarla beyinimizin tepkilerini ölçümleyip, tanımlanmamış ihtiyaçlarımızı tanımlama dönemine geçtiler araştırıyorlar.

Medya, en kısa sürede, en çok bilgiye, en ekonomik fiyata ulaştığımız ürün. Ama sadece tek bir mecradan öğrenir, sorgular, araştırır, paylaşır ve gereğinden fazla o ürünü tüketmeye zaman ayırırsak ne olur ? Bu ürün, bizim tükettiğimiz değil bedelini ödeyerek kendimizi tükettirdiğimiz, bağımlısı haline geldiğimiz bir ürün olmaz mı ? Alkol, sigara, madde ve insan bağımlılığı derken şimdi en büyük tehlike bilinçsiz medya bağımlılığı unutmayın. Medyayı tüketirken, artık kendimizi tükettirmeyelim lütfen...

Pazartesi, Mart 09, 2009

HaberTürk ve Promosyon

HaberTürk'ün yayına başlamasından bugüne bir hafta geçti. İlk sayısının satışı 350.559* olarak gerçekleşti. Yayına başladığı Pazar günkü gazete satışları 5.233.360** olarak gerçekleşti. Bu bir önceki haftaya göre 446.773 adetlik bir artışı gösteriyor. Bu artışın 350.559'u Haber Türk, 67.529 adedi ise spor gazeteleri olan Fotomaç, Fanatik, Fotospor ve Fotogol'ün toplamına ait. Bu Pazar günü ise ilk gelen bilgilere göre Haber Türk'ün satışı 245.097 olarak gerçekleşti. Bu ilk güne göre 105.462 kişinin gazeteyi almaktan vazgeçtiğini gösteriyor. Buradaki temel soru; Vazgeçenlerin ne kadarı diğer gazete okuru, ne kadarı da yeni okur ? Bunun cevabını eminim Haber Türk yönetimi araştırmaya başlamıştır bile. Ancak burada gazete okurlarının promosyona son derece duyarlı olduğu bir dönemde olduğumuz unutulmamalı. Zira bunun en iyi örneği yaptığı "Unutulmaz Sinema Filmleri" ve "Kartlı Dizüstü Eğitim Seti" promosyonlarıyla Hürriyet'i yakalayan Sabah. Ayrıca Milliyet'inde 38.280 adetlik artışını unutmamak gerekiyor. Yani var olan gazete okurunun promosyona duyarlılığı devam ediyor. Burada Haber Türk'ün bazı grup dergilerini geçtiğimiz hafta gazete ile birlikte verdiğini biliyoruz.  Ama istenilen sonuca ulaşmaktan uzaktı. Çünkü diğerlerinin yaptığı ürün değeri olan promosyonlar yanında satılmaktan olan dergilerden bir demet yapmak fazlaca klasik ve etkin geri dönüşü olmayan bir yöntemdi. Ama yine de denemiş ve görmüş oldular. Bu arada Sabah'ın Türk Sineması, Altın Küre ve Oscar Filmlerinin sıkça konuşulduğu bir dönemde 59 kupona Unutulmaz 20 Sinema Filmi DVD promosyonunun son derece başarılı olduğunu söylemeliyiz. Aldıkları artı tirajın ne kadarı bu DVD promosyonuna ait henüz bilmiyoruz ama bu promosyon, okurun güncele ne kadar duyarlı olduğunun bir kez daha göstermesi bakımından üniversitelerde derslik (benim dersim içinde geçerli, bu hafta işleyeceğim) bir vaka çalışması oldu. 

Haber Türk'e tekrar dönecek olursak, yaptıkları devam filmini konuştuğum bir çok kişide, lansmana göre biraz şaşkınlık uyandırdı. Çünkü reklamın mesajı sadece Haber Türk'ün bir aile gazetesi olduğunu vurgular nitelikteydi. Ailede herkesin ilgi alanı farklı ve biz bunu biliyoruz. Tamamda bu yeni bir şey değil ki. Aynı fikri daha önce diğer gazetelerde kullanmadı mı, kullandı. Peki, yapılan filmin ürün ismini değiştirsek ne fark edecek? Hiçbir şey. Sonuç olarak geçtiğimiz bir hafta Haber Türk'ün basın dünyasına yeni bir renk getirdiğini ve havayı biraz olsun değiştirebileceğinin sinyallerini verdi. Ancak reklamveren veya temsilcisi medya ajansları geçtiğimiz bir haftalık dönemde güncel kampanyalarını bir frekans bile kullanmayarak eminim Haber Türk yönetiminin de kafasını karıştırdılar. Bu kadar yoğun duyurunun ve son teknoloji ile çıkan bir mecranın 350 bin izleyicine, bunların bir kısmı yeni okur, ulaşma şansını kaçırdılar. Diyeceksiniz ki piyasanın durumu ortada, bütçe belli, TV'lerin reklam bölümlerinin son yaptığını da biliyorsun. Bu durumda hangi bütçeyle Haber Türk'e reklam verecektik ? Size katılmayı çok isterdim ama Ağaoğlu'nun yüzde 1 ön ödemeli ve ana ödemesi 2011 olan kampanyası  ile bir haftada binin üzerinde yeni konut sattığı söylediği bir ortamda tek neden bütçe olamaz diye düşünüyorum. İlk sayıya birer hoşgeldin reklamı sonra ya fiyatlarını dediğimizi seviyeye çek desteklemeye devam edelim yada sırana geç veya bekle. Turgay Ciner'in patron olarak sırasını beklemek yerine Fatih Altaylı demiş olsada promosyon ile satışlarını düşürmemek için ne gerekiyorsa yapacağına inanıyorum. Çünkü ülkemizde Zaman dışında yüksek tirajlı hiçbir gazetenin sadece satış fiyatı ile kar elde etmesi mümkün değil. O halde reklam almak zorunda. Onun içinde ilk ölçüm sonuçlarının çıkacağı döneme kadar daha fazla gazete satmalı ve erişimini yüksek tutmalı. Yoksa moralini yüksek tutarak  beklemek zorunda...  

*Turkuvaz Medya Dağıtım **Yaysat 

Pazar, Mart 01, 2009

Yeni Mecramız Haber Türk, Gazete TV Web

Türkiye'nin Tek Değişik Gazetesi ve Değiştireceksiniz sloganlarıyla aylardır merakla beklenen Haber Türk nihayet bugün yayın hayatına başladı. Kendilerine başarılar diliyor, medya dünyamıza hoşgeldin diyorum. Gazete Haber Türk ile ilgili ilk değerlendirmelerime gelince. Öncelikle tek isim üzerinden, ülkemizdeki ilk ve tek birleşik mecra olmalarının son derece stratejik ve doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. TV, Gazete ve Internet mecralarının isminin Haber Türk olmasından bahsediyorum. Marka bilinirliği ve marka sadakatı oluşturmada rakiplerine göre son derece avantajlı bir durumdalar. Yeterki bu üç mecrayı tüketici açısından doğru konumlandırsınlar. Teknik imkanları oldukça etkileyici. Klasik gazete boyutunun dışına çıkmaları ve kağıdın kalitesi üst gelir grubu ve yüksek eğitimli tüketici üzerinde olumlu etkileri olacaktır. Ayrıca Haber Türk olarak tüm Türkiye'nin değil ilk olarak İstanbul, Ankara ve İzmir mecrası olmaları çok önemli. Gazetenin reklam kampanyası etkileyici ama eksik buldum. Çünkü mecralar arası rekabette verilmesi gereken ilk mesajın değişim ve değiştireceksiniz olmasına katılıyorum. Reklamın medya planlamasında bir çok mecrayı birlikte kullanmaları oldukça etkileyiciydi. Tek bir mesaj ile bu kadar uzun  süre yayında kalmaları, neden değiştirmemiz gerektiğini tam olarak anlatamadı. Yani ikinci bir mesaj daha gerekiyordu. Problem bütçe ise pazarlama yatırımı daha etkin yönetilebilirdi. Hala vakit var ve önümüzdeki iki haftalık süreç bunun için önemli. 

Bugüne gelince, İlk gün Hürriyet ve Sabah ile birlikte aynı saatte satışa sunulamadı. Örneğin Ataşehir'de erken saatte gazete bayiine gidenler, eski ! gazetelerini alarak evlerine döndüler. Yani değiştirmek için yarını beklemek zorunda kaldılar. Bu da ilk gün için 370 binlik bir satışta kalmalarına neden olacak sanırım. Ama promosyonsuz yüzde 17'lik bir iade oranı ilk gün için oldukça başarılı bir rakamdır. Ayrıca 50 kuruş gibi bir bedelden çıkmaları son derece yerindeydi. Ancak üçüncü sayfadaki "bir haftalık tanıtım fiyatımız 50, sonra üç ilde hafta içi 75, hafta sonu 1 lira" açıklamasını oldukça erken bir karar olarak değerlendiriyorum. Tamam ürün pahalı olabilir ama rekabetin kuralları var. İlk günden giydirilmiş maliyeti satış fiyatından çıkaramayabilirsiniz. Burada da sorumluluk reklam bölümündeki arkadaşlara düşüyor tabiki. Ama üç ilin fiyatını diğer şehirlerden yüksek tutmaları, rekabette Haber Türk'ü bir adım öne geçirecek ve yeni bir ilk olacak.

Reklamveren ve ajanslar için çeyrek sayfalık geçme kapak, orta sayfanın sağa ve sola açılabilir (kapaklı) ve blok 4+4 lük reklam alanı, yeni ve oldukça büyük ve etkin bir kullanım oluşturacak. Tabi buranın blok kullanılması en çok Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı'nın yazılarını etkileyecek görünüyor. Reklamverenlerin ilk sayıya ilgisi oldukça normal ve yeterli iken ilginin bir hafta devam edip etmeyeceği  en ciddi sorulardan biri olarak gündemde kalacak. Aynı gün 6 farklı (Ana gazete, Ekonomi, spor, magazin, İstanbul, Pazar ve Bulmaca ) gazete sunmasını reklamveren ve ajansları nasıl değerlendirecek birlikte göreceğiz.

Haber Türk'ün teknoloji ve kağıt kalitesiyle ülkemiz medyasında yeni bir değişimi başlattığı kesin. Ama asıl gazetenin içeriğinin tüketiciyi nasıl etkileyeceği, gazetesini değiştirip değiştirmeyeceği veya yeni gazete okur kitlesi oluşturup oluşturmayacağını bir aylık süre içinde birlikte göreceğiz. İnşallah Fatih Altaylı, Murat Bardakçı ve Doğan Satmış'tan oluşan yeni kuşak abilerini geçer. Bu arada gazetenin logosundaki bayrak kırmızısı ve dalgalı zemin ile Haber ve Türk'ün arasındaki kırmızı çizgi ezber bozmuş ama zemini yoruyor. Bu arada satış fiyatı ve ağırlıklı üç il yaklaşımı gazeteyi tiraj olarak Milliyet, Vatan arasında veya üstünde bir yerlere konumlanayabilir. Bu, başlangıç için hedeflenen ise belki başarılı bulunabilir ama tirajda  400 bin ve üzerinin başarı çizgisi olduğunu unutulmamalı. Yoksa yüksek erişim için promosyon zorunluluğu kaçınılmaz olur.