Perşembe, Ekim 22, 2009

Hürriyet'in Liderliği...

Bugün Ertuğrul Özkök'ün Sedat Ergin için yazdığı "O gün içimden geçen" yazısını okurken neden Hürriyet'in bu ülkenin en büyük ticari gazetesi olduğunu ve sayın Özkök'ün hala aynı görevde kalabildiğini düşündüm. Sedat Ergin'e " gitme Hürriyet'te kal dedim ama kararını kendi verdi ve gitti " derken belki de Sedat Ergin'in özelliklerini en iyi bilen biri olarak Milliyet'e o hedeflenen sıçramayı yaptıramayacağını tahmin etti ama bunu söyleyemiyeceği içinde sustu. Çünkü arkadaşı Sedat Ergin'in bunu kendisinin yaşayarak görmesi ve öğrenmesi gerekiyordu. Çünkü iyi bir gazeteci olmak ile mecra yöneticisi olmak arasında çok fark vardı. Bunun en iyi bilen kişide "Sedat'ın arkadaşılığını kaybetmekten" korkan kendisiydi.

Sonuçta Özkök hem arkadaşını kaybetmemiş, hem gazetesindeki eski güç kaynağını yeniden kazanmış, hem de gelecekte yerini alacak kişinin Sedat Ergin olamıyacağı anlamış oldu. Sedat Ergin'in bu deneyimden sonra geldiği nokta ise Mehmet Yılmaz, Yalçın Doğan, Hasan Cemal gibi "eski genel yayın yönetmenleri" nden çokta farklı olmadı. Sedat Ergin'in bu görevi kabul ederken, başarı veya başarısızlık halindeki sonuçları çok iyi analiz ettiğinden eminim. Aslında sonuç, sayın Ergin'in düşündüğü alternatiflerin içinde zaten vardı. Diğer sonuç ise onu Hürriyet'in gelecekteki en güçlü Genel Yayın Yönetmeni adayı yapacaktı. Böyle bir ihtimal için bu tecrübe yaşanmaya değerdi. Sedat Ergin'de kendisi için en doğrusu yaptı ve denedi. Milliyet'in teklifini kabul etmese ve Hürriyet'in Ankara Temsilcisi ve Genel Yayın Yönetmen adayı olarak kalsa uzun süre ya Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni olamayacağı ya da görev teklif edildiğinde başarılı olup olamayacağını düşünüp duracaktı. Diğer taraftan görev Sedat Ergin'e değil de başka birine teklif edilse bu, kurumsal etik açısından da doğru olmayacaktı. Sonuçta her zaman olduğu gibi doğru stratejiyi düşünen ve uygulayan Özkök oldu. Sedat Ergin ise fazla bir şey kaybetmedi.Yapabileceğini düşündü, istedi, denedi ama olmadı. Burada sayın Özkök ve Ergin'den çok Milliyet okurunun ve dolayısıyla da yönetimini ne kazanıp ne kaybettiğine bakmak gerekir. Ama yazımızın da konusu henüz bu değil.

Yayın hayatına başladığı günden bugüne Hürriyet gibi bir gazetenin hala pazarında lider ve referans mecra olması çok önemli. Çünkü ticaret hacmi büyüyen, reklamcılığı gelişen ve eğitim seviyesi hızla yükselen bir ülkede son dönemlerde, fazlaca eleştirilse de Hürriyet'in hala satın alınması, rakiplerinin bilmediği ama okurun bildiği çok önemli şeylerin olduğunu gösteriyor. Aslında bu konu, iletişim bilimleri fakültelerinde ciddi bir doktora tezi konusu bile olabilir.

Liderlik Hürriyet'i, reklam pazar payı en yüksek gazete olarak ödüllendiriyor. Hatta tek başına reklam satışı yapan bir mecranın dört büyük TV kanalına ciddi bir rakip olmasını sağlıyor. Hürriyet'in bu ülkenin lider gazetesi olmasında mutlaka araştırılması ve rasyonelleri ile açıklanması gereken birçok neden var. Ama bu konudaki en temel soruyu onunla rekabet etmeye çalışan rakiplerine yani onların genel yayın yönetmenlerine sormamız gerekmiyor mu ?  Nasıl oluyor da Hürriyet, bu kadar uzun süre açık ara lider kalabiliyor ? Bu kadar uzun süre rekabet ettiğiniz bir mecranın bırakın önene geçmeyi aradaki farkı bile kapatamıyorsanız yapmanız gereken "Hürriyet artık eskisi gibi değil, marka imajı büyük zarar gördü, makas kapanıyor" gibi irasyonel söylevler geliştirmek olmamalı. İrasyonel diyorum çünkü bilinen araştırma ve rakamlar hala bu söylevlerin hiçbirini tam olarak desteklemiyor.  O zaman bu yöneticilerin yapması gereken, görevlerini kendinden sonra gelenelere bir an önce bırakmak olmalı. Ama bunu yapamıyorlarsa da Hürriyet'in bu ülkede farklı bir yerini olması normal karşılanmaları gerekiyor. İş ve siyasi çevrelerin Hürriyet'e bakışının farklı olmaya devam edeceğini içlerine sindirmeliler.  Çünkü tüketicinin bu mecraya verdiği değer onların yönettiği mecralara verdiği değerden hala yüksektir. Hürriyet, ülkenin iletişim mecraları arasındaki liderliğini iç ve dış rekabetsel tüm çabalara rağmen korumaktadır. Çünkü bu ülkenin ve mecra tüketicisinin Hürriyet gibi bir gazeteye ihtiyacı devam etmektedir. Hürriyet gibi ikinci bir mecrası olmayan bir ülkede, var olanı yok etmeye çalışmak öncelikle sektöre zarar vermektir. Sektöre zarar vererek şimdiye kadar başarı elde etmiş hiçbir mecra veya grup yoktur. Yaşanan son iki ihtilale ve yapılan bir çok yanlışa rağmen mecraların ve Hürriyet'in bugün durduğu yer önemlidir. Çünkü Hürriyet, Pako ismiyle köşe yazarlığını kaldırabilen ve eski genel yayın yönetmenlerini yazmaya can attığı bir mecradır.

Hürriyet'i Hürriyet yapan en önemli neden, okurun ona verdiği değer ve ülkenin hala ilk ve tek ticari gazetesi olmasıdır. Unutulmaması gereken, mecraları mecra yapan patronları değil tüketicileri ve reklamverenleridir. Patronlar değişebilir ama tüketim anne-babadan çocuklarına, reklamverenlik ise yöneticiden ekibine geçen ticari ve rasyonel ama duygusal bir mirastır.
Belki de  logosundaki "Türkiye, Türklerindir" yazısı bu nedenle bugün bile fazla duygusal ama aynı zamanda stratejik bir öneme sahiptir. Kurucusu Sedat Simavi Hürriyet'in bugünlerini tahmin etmişmiydi bilemiyoruz. Ama bu ülkenin en önemli mozaiğini temsil eden bir cemiyetin mensubu olarak çocuklarının, babalarının zekasını, reklam vermek için Çağaloğlu'ndaki binalarının önünde kuyrukta sıra bekleyen reklamverenleri ve Eminönü İskelesi'nin önünde akşam baskısını bekleyen tüketicileri gördüklerinde onayladıklarını düşünüyorum.
Lider bir mecra veya markaya sahip olmak her zaman sahipleri için bir ayrıcalık olmuştur. Olmaya da devam edecektir. Burada sorun ayrıcalığın sahiplerine sağladığı faydadan çok yöneticilerine sağladığı faydadır. Tartışılması gerekende budur. Ülkesinde lider bir markanın yönetimine getirilen kişilerin en temel görevlerinden birisi öncelikle o markanın pazarında liderliğini sürdürmesi ve pazar payını korumasını sağlamaktır. Bu bir başarı değil görevdir. Başarı ise pazar payını arttırmak ve o markanın bir dünya markası olması için yapılan rasyonel çalışmalardır. Ertuğrul Özkök'ü bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir. Bunu en iyi değerlendirecek olanda biz değil öncelikle Hürriyet yönetimidir.

Ertuğrul Özkök'ü sadece yazdıkları ile değerlendirebilir hatta yargılayabiliriz. Ama bu onun başarılı bir yönetici olmadığı anlamına gelmez. Özkök, ülkemizde gazeteci ruhundan en iyi anlayan sosyologların başında gelir. Bunu bugünkü Sedat Ergin yazısında ve Ergin için yaptırılan reklam filmi ile bir kez daha göstermiştir. Ama bu onun yalnışları olmadığı anlamına da gelmez. Şu anda bir lider markayı, editoryal olarak en iyi yöneten ve alternatifi olmayan tek gazetecidir. Yarın başka birini Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni yapsanız, sayın Özkök'ün kompleksizliği onu Hürriyet'te "diğer arkadaşları" gibi gazetecilik ve köşerlik yapmasına izin verir mi bilmiyorum. Ama rakiplerinin yaptığı rekabet böyle devam ettiği sürece bu onlara değil Hürriyet'in ve Ertuğrul Özkök'ün işine yarayacaktır. Hem de gazete reklam pazar payının yüzde 28,5' lara düştüğü bir dönemde. Bu oran, yüzde 43'lerden bugüne gelmiş ve Özkök'de bu dönemleri bizzat yaşamıştır.

Sonuç, Türkiye'nin Hürriyet gibi lider bir mecrasının olmasını Allah'ın bu ülkeye bir lütfu veya sınavı olarak da değerlendirebilirsiniz. Ama bu bir lütuf ise bunu başka lütuflarla taçlandırması için, yok eğer bir sınav ise de bu sınavı geçecek kadar çok çalışılması gerekiyor.  "Çok çalıştık ama bu kadar oluyor, o halde yok edelim" başarılı bir liderin söylevi ve stratejisi değildir ve olamaz. Başarılı bir lider, rakip-lerini yok eden değil, kendi başarısına saygı duyulmasını sağlayan ve rakiplerini peşinden sürükleyebilendir. Peki siz hangi lider grubuna giriyorsunuz ?

Cuma, Ekim 16, 2009

Türk Medyasının Üç Dönemi ve Zavallı Biz...

Şu gazetecilerimiz  ilginç insanlar. Bugün olumlu, olumsuz eleştirdiğimiz herşeyi ama herşeyi onlara borçluyuz. Varın gerisini siz düşünün. Yıllar önce eğitimini alıp para vermedikleri için medyacı olmayı tercih eden benim gibi biri için iş hayatımın yirmi yılı bir taraftandan da onları takip ederek geçti. İçlerinde arkadaşlarım, dostlarım oldu. Mecralarda çalışırken kendimi hep mutfakta bulmamın bir sebebi belki de bundandı. Bilirisiniz reklamcı ve medyacılar genellikle yazı işleri ile aynı dili konuşmaz. Ama ben geçen sürede bu dili konuşmayı olmasada anlamayı öğrendim.
Ülkemizdeki medyayı şimdilik iki dönem olarak görmek ve değerlendirmek gerekir. Birincisi; Cağaloğlu Dönemi, İkincisi ise bugünkü Plaza Dönemi. Bu iki dönemi en iyi ifade eden ise Sosyalizm ve Kapitalizm kelimeleridir. Yani öncesi biraz siyasi, sonrası ticari. Medyanın Cağaoğlu Dönemi Türk medyasında sosyalizmi, Plaza Dönemi ise kapitalizmi temsil eder. İlginç olan bir diğer nokta ise Cağaloğlu döneminin genç sosyalistlerinin bugünkü Plaza döneminde mutfağın ağır abileri olmalarıdır.
Mutfağın ağır abileri yani Cağaloğlu dönemini yaşamış görmüş olanları çok farklıdır. Kendilerinin bu işin merkezinden geldiklerini düşünür ve bunu da hissettirirler. Herşeyi eleştirirler ve böylece mesleklerini icra ettiklerini savunurlar ama eleştiriye gelemezler. Gelenlerde sadece kendi listelerindekilerini kabul eder gerisine söverler. Onlar için haber rakiplerinin yapmadığıdır. Ayrıca haber çirkinlikleri ortaya çıkarmak için yapılır. Güzellik sadece arka sayfada soyunuksa haberdir. Başarısızlıkların seviyesizce eleştirilmesine önce izin verir sonrada ardından kendi adamlarını yeminli düşman ilan eder, sana ise methiyeler düzerler...
Stajını uzunca bir süre Cağaloğlu döneminde yapmış ve bir çok haberi yayınlanmış biri olarak o duyguyla orada tanıştı-rıldı-m. Sonra o duyguyu mecralarda çalışırkende fazlasıyla hissettim. Zor elde edilen kadrolar. Takip edilen kitaplar ve yazarlar. Siyasi söylevlerle biten sohbetler. Sigortasız ve avanssız geçen aylar. Yayınlanmayan haberler. Kapının önünde ücretsiz gazeteci olmak için şans bekleyen gençler. Önce bir habere gitmek için kollanan fırsatlar sonra haberim yayınlansın diye  yapılan abi-abla markajları. Alınan ekstralar, ödenen borçlar sonra ay ortasında avans için servis şeflerinin kapısında tekrar beklemeler. Geçmişini geleceği için harcayanlar. Haberi şefe başlığı rakibine göre yazmalar. Bir haberle başlayan ve bir haber ile biten kariyerler. Herşeyden önemlisi yaşanan rekabet, rekabet.
Medyada Cağaloğlu döneminin sona ermesi ve Plaza Döneminin başlanması rahmetli Özal ile olmuştur. Özal, medyada bir dönemi kapatan ve yeni bir dönemi başlatan ilk Başbakan olarak basın tarihine de adını yazdırmayı başarmıştır. Medya, kapitalizmle işte o dönemde Dalanlı plazalarda bizzat tanıştırılmıştır. Verilen arsalar, alınan teşvikler ve yurdışından getirilen mobilyalar, granitler, barlar, hamamlar, yüzme havuzları. Daktilolardan bir günde bilgisayara geçen ve çağ atlayan medya. Ama bu değişim döneminde çağ atlayamayan, değişemeyen zavallı medya tüketicisi. Değişen kağıt, baskı ve habercilik anlayışı ama değişmeyen okur kalitesi. Ona da çare, okuduğunu daha iyi anlaması için her sayfaya bir  köşer modası.
Cağaloğlu döneminin yarınları hiç olmadı. Hiçbiri bugünlerine bir kariyer planlaması yaparakta gelmedi. Onlar için önemli olan yarın için ayakta kalabilmekti. Her şey işti. İş ise bir kimlik. Kimliği elinden alınan ise hiç-bir-şey... Belki de bu nedenle ya çok eşlilik ya da yanlızlıktı oldu yaşam tarzları. O dönem dostları olan alkol ve sigara bu dönem en büyük düşmanları oldu. Dün fazla kazançları olmadığı için herşeyini paylaşanlar, kazanınca gizleyen oldu. Akşamları bilumum ucuz tekel ürünleri, beyaz peynir ve birazda fındık, fıstık ile başlayan avcı fıkralarını aratmıyacak haber muhabbetleri bu dönem Paris, Londra ve New York'ta yapılır oldu.
Hiçbiri o dönemde "Gazeteciyim, doğruyum, dürüstüm, tarafsızım. Haberilerimi yaparken en az üç kaynaktan doğrulatmadan ve taraflara eşit söz hakkı vermeden yazmayacağım. Kimseyi haksız yere suçlamayacağım. Gizli haber yapmayacağım. Amacım gerçekleri ortaya çıkarmak ve sadece halkı bilgilendirmek. Kimseyi yargılamayacağım. Ülkemin bölünmez bütünlüğüne zarar vermeyeceğim. Kamuoyumu yönetmeyeceğim, yanıltmayacağım. Din, dil, ırk ayrımı yapmayacağım. Bu onurlu görevi çalıştığım şirket ve şahsım için asla kötüye kullanmayacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim" diyerek bu göreve gel-e-medi.
O dönemde patronların medyadan başka işleri yoktu. Çünkü bu işi doğru ve etkin yapmak tek başına saygın bir kimlikti ve para kazandırıyordu. Peki patronlar ne zaman değişti ? Mecralarını Cağaoğlu dönemindeki "imkansızlıklar (!) içinde yetişen bu genç zenci medya çocukları " na bıraktıkları zaman. Onlarda patronlarına önce öteki işlerini, sonra daha çok nasıl kazanacaklarını gösterdiler. Dün devleti ve kanunları ülkesi için düzeltmeye çalışan bu gençler, patronlarına devletin ve kanunların aslında medya için nasıl bir kazanç kapısı olduğunu fark ettirdiler. Medyadan çekilen eski patronların yerine büyük işleri olan daha güçlü yeni patronlarını bizzat kendileri buldular. Yarınlarını kazandılar. Kimliklerini korudular. Aralarındaki iç rekabeti her zaman patronlar üzerinden yaptılar. Yapmaları gerekenleri, asla yapmamaları gerekenlerle birlikte yaptılar. Patronları için canlarını vermeye hazır yazılar yazdılar. Ama ne garip kimse kendini feda etmedi. Bu yolda harcadıkları arkadaşlarını ise milyon dolarlık yaptılar. Gündemleri hep kişisel yarınları içindi. Patronlar değişti ama onlar hep var oldular. Çünkü görevin aslı da buydu. Bu arada yüce davetin geldiği güne kadarda bu görevde kalmaya kendilerini mahkum ettiler. Hem de hergün değişen ve gelişen doğruları ve inançları ile. Birbirine benzememe ve yönetme egoları ile. Ülkede medyakolik ve medyafobik bir ortam oluşturma pahasına...
Sonuç, bütün bu yazıda tüketiciden yani bizden çok az bahsettik. Oralarda da zavallı durumuna düşürdük kendimizi. Çünkü bütün bunlara zaman ve para harcayan tüketiciye zavallı denmezde ne denir söylermisiniz ? Böyle giderse, yakında altı bin yedi yüz dolar kişi başı gelir ve yüzde yirmi üniversite ve üzeri eğitim seviyesi ile kişibaşı otuz yedi bin beş yüz dolarlık gelire sahip Amerika'nın medya tüketicisi ile birlikte medyamızın  "Celebrity" yani "Şan-Şöhret" dönemine girmesine tanıklık edeceğiz. Hemde hep birlikte. Haberiniz olsun...İlk bilen siz olun yani... Eğer böyle bir haberi ilk bilen siz olmak istemiyor ve sonumuz ne olacak diye merakta etmiyorsanız, arkadaşınıza söyleyin belki onlar inanır ve  böyle mecralara zaman ve para harcamaz. Ne dersiniz ?

Çarşamba, Ekim 07, 2009

Zaman Gazetesi'nin Yeni Reklam Filmi...


Zaman Gazetesi'nin beklenen yeni imaj TV reklam filmini vimeo internet sitesinde seyrettim. Henüz TV'deki PT kuşaklarında karşılaşamadık ama yakında bolca karşılaşacağız sanırım. Bu imaj kampanyalarını ilk kez marka pazarlama danışmanlığını yaptığım dönemde belirlediğimiz bazı stratejilerle ve "Ne okuyorsanız okuyun bir de Zaman okuyun" imaj filmi ile başlatmıştık. O yıl başlattığımız çalışmaların her yıl mutlaka bir imaj filmi ile desteklenmesini ve gazete okurları ile iletişime devam edilmesini son derece doğru bulunuyorum. Çünkü bir mecranın gerçek hedef kitlesi her zaman tüm kamuoyudur ve  onlarla da sürekli iletişim halinde olmak gerekir.
Reklam filminin mesajına gelince; aynı ortamı, mahalleyi paylaşan ama birbirleriyle önyargıları nedeniyle sağlıklı iletişim kurumayanlara artık önyargılarımızı, görünmeyen duvarlarımızı yıkmanın zamanı gelmedi mi ? " diye soruyor. Bir FMCG ürünü olan mecraların tüketim sıklığına bakıldığında bir gıda veya temizlik ürününden çok ta farkı yok. Bu nedenle mecralarımızın reklam iletişimdeki sürekliliğe inanarak yılda en az üç-dört kampanya yapmaları gerekir. Ama ülkemizdeki medyanın reklam yapma sıklığına bakıldığında aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Terzi, kendi söküğünü dikemezmiş misali ! Demek ki hergün kendi mecralarında kendi tüketicisine söylediklerinin dışında verecek bir mesajları yok. Ama neden hala reyting, tiraj, abone, reklam problemleri var ? Anlamakta zorluk çekiyor insan.
Zaman'ın son üç prodüksiyonuda içerik ve teknik olarak emeği bol bir işler. Sürelerinin uzunluğu açısından yeni olanı en uzunu. Tam 1 dakika 44 saniye. Uzun reklam filmleri oldukça risklidir biliyorsunuz. Çünkü hedef kitleye vermek istediğiniz mesajı en fazla ilk üç gösterimde veremeniz gerekir. Sonraki gösterimler mesajı pekiştirir ve sıkılmadan tekrar tekrar seyretmelerini sağlar. Onları reklamın mesajına göre harekete geçiremediğiniz zaman ise istediğiniz geri dönüşü almanız zorlaşır. Hatta bir de ilk yayın planını iki haftanın üzerinde yapmışsanız beklemediğiniz bir tepki ile karşılaşabilir ve üçüncü haftabaşından itibaren yaptığınız filmini sadece siz seyrediyor olabilirsiniz. 30" nin üzerindeki reklam filmlerinin tüketicide hep kısa metrajlı bir film etkisi oluşturduğuna inanırım. Eğer yapılan çalışma başarılı ise, her seyredildiğinde ayrı bir tad verir. Buna karşılık tüketicide ürününüzü daha fazla tüketerek sizi ödüllendirir.
"Ne okuyorsanız okuyun bir de Zaman okuyun" ile başlayan "Yaftalamadan düşünün" ile devam eden "Önyargılarımız...Görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi ? " diyen üç kampanyayayı da bu yazıyı yazmadan önce tekrar tekrar izledim. Ayrı ayrı sonra da peşpeşe...
Son ikisinde tek bir durum tesbiti var; Önyargılarımız.Yaftalamamıza neden olan önyargılarımız. İkisi de soru ve gizli bir emir ile bitiyor. Kır zincirlerini, yık duvarlarını. Yaftalamadan düşün. Oysa hatırlarsanız ödüllü ilk kampanyanın mesajı, "Biz ne zaman ayrı düştük ? " diye soruyor ve sonra da " birbirimizi anlamaktan vazgeçtiğimiz zaman" diyordu. " Tam anlamak için tamamlamak için ne okuyorsanız okuyun bir de Zaman okuyun" diye bitiyordu. Osmanlı'nın genç Cumhuriyeti'ni yıllardır her fırsatta bölmeye çalışanlara birbirimizi tam anlayarak tamamlayarak, birbirine saygı duyarak, örnek olarak cevap vermemiz gerektiği mesajı veriliyordu.
Bu film ise önyargılı olduğumuzu ve bunlardan kurtulmamız gerektiğini anlatmak için fazlaca uzun. Duvarları yıkmak veya camları kırmak deyimleri Zaman'ın tarzına çokta uygun söylevler değil.  İki adamın oturarak konuştuğu bir kadının onlara biraz uzaktan mahzun bakması anlaşılmıyor. Cam duvarın bu bölümde neden kullanılmadığını anlamadım.  Reklamın ana karakteri olan kişinin bir caddeden değilde neden bir araziden şehre doğru gitmek istediğininde cevabını bulamadım. Ayrıca koşu bandında (toz-toprak yok ve kişinin nerede yürüdüğü görülüyor) yaptığı hareketler 37-40" ler hiçte gerçekçi değil. Reklamın hedef kitlesindeki eğitim düzeyinde  bir insanın bu kişinin bir koşu bandında yürüdüğünü hemen fark etmesi ise ayrıca düşündürücü. Filmin 1' 31." deki yavaş çekim camın kırılması görüntülerinde çıkması gereken bazı kareler var.
Zaman'ın, bu imaj kampanyasını özellikle  abone kampanyası döneminde yapıyor olması tabiki doğru bir pazarlama faliyeti. Ama reklam mesajının hedef kitlesi ile yıllardır Zaman'a abone olan ve okuyan hedef kitle aynı değil. Çünkü reklamın hedef kitlesi Zaman okumayanlar. Yapılan normal abone kampanyalarının nasıl yapıldığını Ekrem Dumanlı köşesinde özellikle Pazartesi günleri sıkça yazıyor. Bölge temsilcilerinin düzenledikleri toplantılar, yazarlarla sohbetler, sorular cevaplar vd. Ayrıca hedeflnin günlük bir milyon satış olduğunu da son iki yıldır her fırsatta tekrar ediyor. Kendisini bu yüksek hedefinden dolayı yine kutluyorum. Aslında son iki yıldır yapılanlara bakıldığında Zaman'ın bir milyonluk satışa çoktan ulaşması gerekirdi. Çünkü Cihan Medya Dağıtım ülkemizin en iyi kapıya dağıtım şirketi olmaya aday. Bazı iç problemlerini de çözdüklerinde ve dışa açıldıklarında çok karlı bir şirket olacaklarına inanıyorum. Zaman'ın bir milyon hedefini tutturamamasının nedeni dağıtımdan değil kalıcı abone yapmakta zorlanan satış grubundan kaynaklanıyor. Belki de satış, Zaman gibi haber ve yorum ağırlıklı bir gazeteyi okuyabilme yeteneğine sahip okurlara ulaşmakta zorlanıyor. Çünkü Zaman, içeriği ve mizampajı ile ülkemizdeki eğitim seviyesi yüksek bir hedef kitleye sesleniyor. Durum böyle olunca hatır için abone olan kesimin gazeteyi birinci ayın sonunda bırakması ise pek şaşırtıcı değil. Çünkü kimse okuyamadığı bir gazeteyi hatır içinde olsa almaya devam etmek istemiyor. Böylece satış grubu da artık kendine sattığı ürünün gerçek tüketicisini bulmak için yeni bölgeler seçmek, ona göre bütçeler belirlemek ve pazarlama stratejileri geliştirip uygulamak zorunda. Artık aynı mahallede tekrar tekrar satış yapmaları mümkün değil.
Reklamın mesajına  tekrar dönersek. Verilen mesaj fazla tek taraflı. Mahallenin çocuklarının topu karşı taraftaki tek (neden tek ?) olan çocuğa ulaşıyor ama onun vurduğu top bizim mahallenin çocuklarına ulaşmıyor.  Duvar veya cam, iki taraflı iken tek taraflı yıkılmaya veya  kırılmaya çalışılması biraz suçlayıcı. Duvarları sen ördün, sen yıkmalısın. Ben ise öbür tarafta seni bekliyor olacağım ! Acaba karşı tarafın duvarlarını yıkması gerçekten bekleniyor mu, yoksa ?
İki yıldır yapılan reklam kampanyaları önyargılar ve geçmişe ait izlerin artık silinmesi gerektiği üzerine. Filmleri seyrettikten sonra devamları yapılamadığı için aynı soruyu sorduruyor. Yani  ? (So What ? ) Yapılan bu reklam filmi  geçen yılki söylevin farklı cümlelerle tekrarlanmasından öte gitmiyor. Reklamın hedef kitlesi Zaman okurunu muhafazar biliyor ve tek bir muhafazakarlık tanımı içine hapsediyor. Onlara göre bu muhafazakarlık da fazlasıyla politik. Oysa İslamın bir yaşam tarzı olduğunu ve asla siyasileştirilemiyeceğini ben biliyorum ama onlar bilmiyorlar durumundayız. Asıl problemde burada başlıyor işte. Eğer Zaman, sadece bir cemaat veya cemiyetin takip ettiği değilde herkesin takip edebileceği bir mecra ise bunu karşı taraf nasıl anlayacak ve inanacak ? Belki de bugünkü Zaman'ın önündeki bu politik engel, kırmızı logolu (başlıklı) günlerinden geliyor. O günkü patron ve yönetim anlayışına göre rakipleri tarafından yapılan tanımlama hala kamuoyunu etkiliyor. Eğer kalıcı bir milyon abone hedefleniyor ise rakiplerinin işine gelen bu tanım bir şekilde kaldırılmak zorunda. Ayrıca  Zaman'ın ülkemizin ağırlıklı politika yazan en fazla köşe yazarına sahip gazetesi olması da bir milyon tiraj hedefini engelliyor olabilir. Ülkemizin yapısına bakıldığında bir milyon satılan bir gazetenin ya magazin ya da ticari bir ağırlığı olmasını gerekiyor. Zaman da bu kadar yazar ve az sayfa ile düşünülen  ticari içerik sağlanamıyor olabilir. Bu haliyle hedeflediği tiraja ulaşsa bile bu onun reklam gelirlerinde hak ettiğini düşündüğü paya ulaşmasını sağlamıyacaktır.  Ticari gazete derken iş dünyasının güveneceği ve referans alacağı her gün bakıp okuyacağı masasından eksik etmeyeceği bir gazeteden bahsediyorum. Ekonomi gazetesi veya güncel söyleviyle patronuna iş takipçiliği yapan bir gazeteden değil.
İnsanların alışkanlık edinmeleri ve onları terk etmeleri  zamanla oluyor. Ama buradaki zaman, Zaman Gazetesi değil henüz. Hedefinize ulaşmak için önyargılı diye nitelendirdiğiniz kitlenin önyargılarından kurtulmasına yardımcı olmak zorundasınız. Çünkü teşhisi koyan ve talep eden sizsiniz. Örneğin çocuğunuz Hayat Bilgisi veya Matematik'ten zayıf not aldığında, senin matematiğin zayıf, bu düzelt gel diyerek sorunu çözemezsiniz. Onunla oturup matematik çalışmanız, formülleri bilmediklerinizi veya unuttuklarınızı tekrar hatırlamanız gerekiyorsa öğrenmeniz, öğretmeniz ve empati kurmanız gerekir. Biraz çalışıp sonrada sıkılan ve vazgeçmek için fırsat kollayan çocuğu iyi anlamanız onu incitmeden bu işi nasıl yapacağını anlatmanız gerekir. Ona örnek olmanız gerekir. Ya göründüğünüz gibi ya da olduğunuz gibi görünmeniz gerekir ki size inansın ve dediğinizi yapsın. Yoksa yaptığınız şeylerin sadece onu etkilemeye çalışmak için yaptığınızı düşünecek ve bunu da samimi bulmadığı için önyargılarını keskinleştirerek size ve bulunduğu ortama zarar vermeye başlıyacaktır.
Kendiniz için istediğinizi onun içinde gerçekten istemelisiniz. Bunun içinde ona örnek olmalısınız. Bazıları dünden ödün vermek ve fazlaca anlaşılmak istemeyebilir. Ama bak ben böyleyim, senin içinde kendim için istediklerimin aynısını istiyorum demek, senin düşündüğün gibi değilim  demekten daha etkili olabilir.  Belki böylece  " yani" diyen kampanyanın devamı gelir.

http://vimeo.com/3642473 ...Tam anlamak için...2007 (57")
http://vimeo.com/3189343  ...yaftalamadan düşünün...2008  (1')
http://vimeo.com/6921606  ...önyargılarımız...2009  (Yeni) (1' 44")

Pazar, Ekim 04, 2009

Kariyer Planlamada HPY Dönemi...


İnsanoğlunun doğum ve ölümü arasındaki süreci Hz.Mevlana " hamdım, piştim, yandım " (HPY) diye açıklıyor. Zira bu, yönetim bilimleri ve insan kaynakları yönetimi için temel ilke kabul edilecek kadar önemli bir söz. Kariyer planlamamızı hangi dönemlere göre yapılmalıyızdan, kimlerden danışmanlık almalıyıza kadar birçok sorunun cevabı sadece üç kelime. Ama içinde barındırdığı muhteşem strateji ile bir seminer konusu.  Yaklaşık 800 yıllık bu sözü Mevlana'nın insanlara en faydalı olduğu zaman aralığında yani  "yandım" dediği dönemde söylemesi ise ayrıca önemli.
Oysa insan, en çok bilgiye ve tecrübeye sahip olduğu bir dönemde emekli oluyor. Böyle bir dönemde o insandan nasıl faydalanmanız gerektiğini bulmak ise bize kalıyor. Biz diyorum, çünkü böyle bir tecrübeye en çok biz gereksinim duyuyoruz. Çünkü onun tecrübe ettiği bir çok şeyi yaşayarak öğreniyoruz. Bunun anlamı, maliyeti oldukça yüksek bir zaman kaybı ve belki de başarısızlık. Bir yönetici olarak tekrar düşünelim ve bu üç kelime ile kariyer planlamamızı yeniden gözden geçirelim isterseniz.
İnsanın kendi kariyer planlamasını "hamdım, piştim, yandım" diye üç döneme göre yapması gerekir. Hamdım, ergenlikten eğitim hayatımızın bittiği güne kadar devam eden dönem. Piştim, iş hayatımızda geçen dönem. Yandım ise emekli olduğumuz günden son nefesimize kadar geçen dönemdir.
Bu nedenle akıl yaşımız beden yaşımızdan hep daha gençtir ve insan vücudu yaşlanırken aklı gençleşir. Çünkü çok fazla bilgi ve tecrübe yüklüdür. Yani üretim yapacak malzemesi çoktur ve çalışma kapasitesi de haliyle çok yüksektir. Aklın en verimli çalıştığı, çalıştırıldığı dönemdir. Belki de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın sırrı da buradadır. Yaşadığımız her anın kendimize ve çevremize bir faydasının olması gerekir. Fayda sağlayamadığınız zaman zarar vermeye başlarız. Arası yoktur. Zarar vermemek için fayda sağlamaya "O an" a kadar devam etmek gerekir. Çünkü dünya isimli bu gezegende ve evrende en mükemmel yaratılan varlık insanoğludur. En azından, uzaylı diye isimlendirdiğimiz canlılarla tanışıp bir karşılaştırma yapıncaya kadar.
İnsanı yandım dediği dönemde emekliye ayırırken tamamen kendi başına bırakmamak gerekir. Başarılı bir insanı bu dönemde tamamen kendini dinlemeye ve geçmişte yapamadıklarını yapmaya bırakarak ona ve kendimize iyilik değil haksızlık yaparız. Bunu anlamak için onun yaşına kadar bekleyecek zamanımız olduğunu sanmıyorum. Burada o kişiden günden 8, ayda 176 saat faydalanmaktan bahsetmiyorum. Zaten buna vücud yaşı müsade etmez. Bunu bilen akılda zaten ona göre planlama yapar. Daha önce örneğin dört saat ayırdığı bir işi bir saatte sonuçlandırır. Ya da üzerinde bir aydır çalıştığınız ama hala çözemediğiniz bir işi  bir saatlik verimli bir toplantıyla çözer. Çok dinlemesi az konuşması bundandır. Yandım,  insanın en verimli ve maliyetinin en yüksek olduğu dönemdir. Danışmanlık bu nedenle pahalı ama sizi farklılaştırarak rekabette öne geçirecek özel bir hizmettir.
Nüfusunun yüzde kırkbeşi  25 yaş altı olan bir ülkeyi bekleyen en büyük tehlikede de burada başlar. Genç bir vücut ve kapasite kullanımı düşük bir akıl ile yaşlanmış ama kapasite kullanımı yüksek ve dinamik bir aklın swot analizini tekrar yapmak zorundayız. Yirmibirinci yüzyılda ekonomisi en hızlı büyüyen ülkelerden biriyiz. Ülkemize yapılan yatırım her geçen gün artıyor. Bununla da övünüyoruz. Peki yatırım yapanlar kimler ? Ekonomisi güçlü, nüfusu yaşlı ülkeler. Yatırım kararını alan firmaların üst yönetim ve danışmanlarının yaş ortalaması kaç ? Peki biz, yıllar sonra ilk kez IMF'ye ihtiyaç duymadığımızı söylediğimiz bu dönemde kazandıklarımızla ne yapıyoruz ?  Geçmişte maddi nedenlerle çözemediğimiz sorunlarımızı çözüyoruz. Başka ?
Dünyanın en uzun hüküm sürmüş imparatorluğunun genç bir Cumhuriyetiz. Katıldığımız savaşlarda yitirdiğimiz insanlarımızın yaş ortalamasına bakıp, bugün neden hala bu kadar genç kaldığımıza bizim dışımızda kimse şaşırmıyor. Tabiki çoğalmaya devam etmeliyiz. Global dünyada artık sınırların bir önemi yok. Yaşlanan Avrupa'nın ise gençlere ihtiyacı var. Gelecekte güçlü bir Türkiye istiyorsak "Hamdım, Piştim,Yandım" dönemi kariyer planlamasını baştan iyi yapmalıyız. Kariyerinde yandım döneminde olan değerlerimizi bulmalı ve onlardan daha fazla nasıl yararlanacağımızı araştırmalıyız.
Ama burada işimizin kolay değil. Çünkü Yandım dönemi kuşağı önceki dönemde aktif görevinden süresinde ayrılmadı. Biz de hala piştiğimiz için demek ki onların nasıl aktif görevden danışmanlığa geçeceğini planlayamadık, uygulayamadık.
Bunu kendimiz, firmamız, bölgemiz ve ülkemiz için yapmalıyız. Artık danışmanlık dönemine neden geçiş yapılamıyor diye değil, neden bu kadar başarılı emekli insan kaynağımızı verimli kullanmıyoruz diye düşünmeliyiz. Buna zaman kaybı değil, yatırım olarak bakmalıyız. Birinin bizim yerimize bu planlamayı ve araştırmayı yapmasını bekleyemeyiz. Kim geleceğini başka birinin yönlendirmesini ister ? Bunu şimdi yapmalıyız. Doğru ve verimli danışmanları bulmalı, kullanmalı ve rekabette öne geçmeliyiz. Çünkü yarın, farklı değil bugün planlamadığımız geleceği yaşayacağız.
Danışmana danıştım ama bugün çok farklı. Hem görüşlerine de katılmıyorum diyerek ve önerdiğini daha uygulamadan, sonuçlarını görmeden ve değerlendirmeden karar vermemeliyiz.  Teknoloji, tüketim alışkanlıkları ve rekabet değişsede bu çözüm yolları da aynı hızla değişiyor demek değildir. Günlük kaç kelime ile konuşup karar verdiğimizi tekrar bir sayın isterseniz.
Hamdım, Piştim, Yandım sözünü düz okumaya devam etmeden Jack Welsh ve Peter Kotler, Tom Peters gibi insanların neden hala büyük şirketlerin çalışmak istediği danışmanlar olduğunu tekrar düşünelim. Yönetime geldiğiniz de en az bizden öncekiler kadar sürede aktif kalmayı hedeflerseniz çok değerli olmak yerine ucuzlar ve sonunda da  bugün olduğu gibi ancak  bizden sonraki nesle latife  oluruz. Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş deyişi bizim atasözümüz unutmayın...Koca bir yaşam, inanılmaz bilgi, tecrübe ve verimli çalışan bir akıl sadece sohbetlere meze olmamalı.

Perşembe, Ekim 01, 2009

Medya ücretsiz, peki ya sağlığımız ?

Günümüzde en çok ilgi çeken kişiler hiç şüphesiz medyatik olanlardır. Gazeteciler, televizyoncular ve bunların haber yaptığı diğer insanlar. Bu insanların dikkat çekme nedenleri ise her gün hızlı bir şekildi tüketiliyor olmalarıdır. Burada tüketilen aslında üretilen olsa da kimin ürettiği ile daha yakından ilgileniriz. Yapılan tüketici araştırmaları yaptığımız tüketimin öncelikli tercihinin marka odaklı olduğunu gösteriyor. Şimdiye kadar isimlendirmesekte Prada, Arçelik, Ülker gibi medyadaki kişilere de örneğin yazarlara birer marka gözüyle bakarız. Marka kişinin bizatihi kendisi olunca tüketimin boyutu biraz fazla duygusallaşabilir. Bu durumda o markanın ürettiği ürünlerdeki bazı eksiklikleri görmemezlikten geliriz. Yani onun ürettiklerini tüketmeye devam ederiz. Oysa bedelini ödeyerek aldığımız bir markanın ürettiği bir üründe örneğin kanserojen maddesi olduğunu öğrendiğimizde hemen o ürünü kullanmaktan vazgeçer veya mümkünse iade eder, ödediğimiz bedeli geri almaya çalışırız. Ama aynı şeyi beyin sağlığımızı etkileyen bir bilgi için yapmayız. Belki de beynimizin bir şekilde bu problemi çözeceğine inanırız. Peki gerçekte beynimiz bu problemi kendi kendine çözebilir mi ? Psikologlara göre hayır çözemez. Yani her insan iyi doğar ama iyi bir insan olarak ölmez misali.


Bir doktor için ameliyat önemli bir operasyondur ama ameliyat sonrasında hastanın daha doğrusu beyninin  tedaviye nasıl karşılık vereceği ise çok daha önemlidir. Çünkü yapılan cerrahi müdahale vücudun kendi istemi dışında gerçekleşmiştir. Bu durumda kusursuz yaratılan vücudun yöneticisi konumundaki beynin, yapılan bu değişikliği ve verilen ilaçları nasıl algılıyacağı ve ne tür bir geri dönüş vereceğini merak eder ve bekleriz. Çünkü beynin bu komutları ile vücudun yaşamına devam edemeyeceğine karar verdiğini biliriz. Ameliyatın iyi geçmesi önemli olsa da bu herşey demek değildir.


Peki beynimize her gün depolanan onlarca bilgi ? Beyin ilk kez karşılaştığı bir bilgiyi hem örnek hem de doğru kabul eder. Eğer bu bilgiyi araştırır ve ona aynı konuda başka birçok bilgi daha yüklemezsek, bu konuda yaptığı çıkarımları sağlıklı olarak savunamayız. Çünkü beynimiz karşılaştırmalar yaparak ve sorular sorarak öğrenir. Yani beynimiz asla elmalarla armutları birbirine karıştırmaz. Onları karıştırmasını istemediğimiz sürece tabiki. Bu nedenle bir konu hakkında ilk kez bir bilgiye ulaştığımızda onu beynimizin doğru işleyebilmesi için mutlaka aynı konuda bir çok farklı bilgiye daha ulaşmamız ve ondan sonra bunları değerlendirerek bir sonuca ulaşmamız ve ona göre hareket etmemiz gerekir. Her gün aynı gazete, aynı köşe yazarı, aynı haber programı, aynı dizi, aynı eğlence programı ile bir ömür geçirdiğinizi düşünsenize !


Günde dört saat televizyon seyrediyor, yarım saat gazete okuyoruz. Günde en az iki saat bilgisayar başında çalışıyor, trafikte ise en az iki saat harcıyor, bu süre içinde radyo dinliyoruz. Hafta sonları iki saat sinemaya gidiyor ve en az bir saat alışveriş yapıyoruz. Beynimiz günde en az binin üzerinde reklam mesajı ile karşılaşıyor. Muhakkak ki medya hayatımızın her aşamasında var ve var olmayada devam edecek. Bundan kaçmak mümkün görünmüyor. Hele İstanbul gibi büyük bir metropolde yaşıyorsak. Medya ile bu kadar içli dışlı olunca da öğrenme, analiz etme, karar verme, tercih etme, savunma vb. yetilerimizinden medya üzerinden şekillenmesi doğal bir sonuç. Ama medyanın bizi değil bizim onu şekillendirmemiz koşuluyla. Böyle bir ortamda beynimizin sağlıklı beslenmesini nasıl sağlayacağımızı bulmak koşuluyla.



Çünkü hergün tükettiğimiz dördüncü güç olarak isimlendirilen medya, popüler kültürde artık birinci güç haline gelmiştir. Diğer bir ifade ile sıralamadaki önemi dördüncülükten birinciliğe yükselmiştir. Bu nedenle medyayı tüketirken çok daha bilinçli bir tüketici olmak zorundayız.


Çünkü beynimizin algıladığı, duyduğu, gördüğü, okuduğu herşey beyin ve vücud sağlığımızı da yakından ilgilendiriyor. Her gün onlarca haber, yorum, diziler, eğlence programları... Beynimizin günlük talep ettiği öğrenme, haber alma talebini ücretsiz veya günlük kırk kuruşa sağladığımızı düşünsenize... Sizce yaşamımız ve sağlığımız bu kadar ucuz mu ?

Perşembe, Eylül 24, 2009

Ertuğrul Özkök ve Aradığı İnanç...

Ertuğrul Özkök'ün bugünkü yazısı  (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12539930.asp?yazarid=10&gid=61 ) için yarın karşı mahalleden yine farklı yorumlar okuyabiliriz. Umre dönüşünde yazdığı bu yazıları dikkatlice ve sabırla takip etmek gerektiğini düşünüyorum. Zira sayın Özkök,  inanç konusunu satırlarında paylaşmaktan kendini alamıyor. Bunun bir çok nedeni olabilir. Yakın bir tarihte Umre'ye gitmesi konunun beyninde tazeleğini koruduğunu gösterebilir. Umre ile ilgili yaptığı yazı dizisinin 4 Eylül 2009 tarihli sayısında (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=12410788&tarih=2009-09-04 ) "Oysa ben 1970'li yıllardan itibaren kendimle barışmayı Katmandu'larda, Marakeş'in arka sokaklarında, Tibetli rahiplerin mabetlerinde, Hinduların arasında, Route 66'larda aramaya çıkmıştım. Müslüman doğmuştum, ama hayat beni, İslam'ın kutsal topraklarındaki arayışa hayatımın epey geç saatlerinde çıkarıyordu." diyor. Duygularını bu kadar açık paylaşabilen bir sosyolog gazetecinin inançlarını sorgulamaya devam etmesi normal değil mi ?  Bu nedenle Özkök'ün Dan Brown'ı kaynak göstererek sorguladığını kendi içinde de sorgulamadığını bilemeyiz değil mi ? Diğer taraftan büyük bir tartışma başlattığını düşündüğü Dawkins'in kitabını hangi bilgi ve duygularla okuduğunu veya okuduğumuzu unutmayalım.
Evet  cahiliye dönemlerinden bugüne çok şey değişti ve değişmeye de devam ediyor. Teknolojinin baş döndürücü yükselişine rağmen dünya üzerindeki inanç etkisinin neden arttığını tekrar düşünmek ve tartışmaya açmak gerekiyor. Öyle ya yıllardır bilim bilgisizliğimizi ilim ise hep korkularımızı sorgulamadı mı ? Bizim gibi kaç kuşaktan kitaplar ve bilgiler saklandı dersiniz ?  Şimdi ise teknoloji ile geldiğimiz noktaya bakın. Bazılarımız gezegenimizde  Musevi, Hıristiyan ve Müslüman nüfusu toplayarak şu temel soruyu soruyor olabiliriz;  Tanrı'ya inanan bu milyarlarca insan ve ataları yüzyıllardır yanılıyor olabilir mi ?  Elbette hayır. Ama O güne kadar farklı hayatlar yaşadığımızı unutmamalıyız. Saygı duyacak, zorlamayacak, zorlaştırmayacak, kolaylaştıracağız. Ne söyleyeceksek, doğru söylecek ama söylerken de karşınızdakini incitmeyeceğiz.
Bu arada Özkök'ün yazısında tek Tanrı'lı dinlerin dayandığı gerçekleri neden "hikaye" olarak adlandırdığını ve kelimeyi  kalın yazdığını sorgulayabilirsiniz. Ama bunu sorgularken kendisinin de herkes gibi bir "hikayesi" olduğunu unutmamalıyız.  Ayrıca bugünkü Musevi ve Hristiyanlarına bazı "hikaye" lerin atalarından miras kaldığını unutmayalım. Oysa Tanrı isteseydi onlara da sizin gibi bir hayat verebilirdi değil mi ?
Teknoloji ve bilim ilerledikçe merak edenler sorularına o doğru cevapları bulacaklardır. Bu O güngelene kadar sürebilir değil mi ? Örneğin Hürriyet Gazetesi'nin 7 Eylül 2009 tarihli sayısının Dünya Haberleri sayfasında "İnsan Doğuştan Tanrıya İnanıyor" diye bir haber yayınlandı.(http://www.hurriyet.com.tr/dunya/12428665.asp?gid=229) belki okumuşsunuzdur. Bu habere göre araştırmanın sahibi olan Bristol Üniversitesi Gelişim Psikolojisi Profesörü Bruce Hood'a göre(http://brucemhood.wordpress.com ) inançları terk etmeye çalışmak nafile. Ayrıca Martin Linstrom'un "Buy-o-logy"  kitabındaki araştırmaları hatırlayın. Bruce Hood'un Hürriyet'teki haber aynen şöyle;
"Yapılan araştırma insan beyninin doğuştan doğaüstü inançlara fiziksel olarak bağlantılı olduğunu ortaya çıkardı.
Araştırmacıların dediğine göre, tanrıya inanmaya programlıyız çünkü bize hayatta kalmak için bambaşka bir neden sunuyor. Çocukların gelişme sürecinde yaşadıkları dini eğilimler aslında doğdukları anda beyinlerinde bulunan inanç merkezlerinde temellenmeye başlıyor.
İNANÇ, BEYİNDEKİ ELEKTRİKSEL FAALİYETLERİN SONUCU
Bristol Üniversite’sinde gelişim psikolojisi profesörü Bruce Hood’un yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilere göre, insan beyni doğuştan doğaüstü inançlara fiziksel olarak bağlantılı. Bu fiziksel bağ da insan gelişiminin sonunda dine inancın gelişmesinde gerekli psikolojik tabanın oluşmasında önemli bir rol oynamakta.
Dini duyguların ve deneyimlerin beynin belirli bir bölgesindeki aktiviteye bağlı olması teorisi üzerine yapılan başka araştırmalarda elde edilen sonuçlar, Hood’un bulgularıyla uyum göstermekte. İddialara göre beynin bu bölgeleri ruhani hislerin algılanması için elektriksel faaliyetlerde bulunuyor.
İNANÇLARI TERK ETMEYE ÇALIŞMAK NAFİLE
Hood’un elde ettiği bulgular, Tanrı Yanılgısı’nın yazarı Richard Dawkins gibi dine inancın, az eğitimden ve küçük yaşta dinin doktrinleştirilmesiyle gerçekleştiğini düşünen ateistler için tezat teşkil etmekte. Hood’a göre, inançlardan uzaklaşmaya, onları terk etmeye çalışmak nafile çünkü onlar beynin en temel seviyesinde bulunuyor. “Araştırmalarımız gösterdi ki; çocuklar, doğal ve sezgisel muhakemeyle dünyanın nasıl döndüğüne ilişkin doğaüstü inançlara sahip olabiliyorlar.” “Büyüyüp geliştikçe, bu inançlar yerini daha mantıksal yaklaşımlara bırakıyor. Ama mantıkdışı, doğaüstü inançlara inanma eğilimi, dini inançta vücut buluyor.” Araştırma sonuçlarını bu hafta Britanya Bilim Derneği’nin yıllık toplantısında açıklayacak olan profesör; örgütlenmiş dini, birbiriyle ilişkili doğaüstü inançların bir parçası olarak gördüğünü belirtiyor..."
Diyeceksiniz ki sayın Özkök, bu haberi okudu mu acaba ? Bilmiyorum ama  bulunmuş bir inanç mı, yoksa aranan bir inanç mı diye sorgulayanları sorgulamak yerine Musevi ve Hristiyanlarında "hikaye"lerini sorguladıklarını unutmayalım. Ağaça bakarken ormanı görmemek olmaz değil mi ?Tanrı Adem ve Havva'dan bugüne sadece tek bir dinden söz ediyor. Yani herkesi müslüman yarattığını söylüyor. Bütün peygamberlere Peygamberimizi haber vermiş ve herşeyi Kuran'la bildirmiş. Arayanlara hoş görü ile yaklaşmak, sabırla beklemek ve yardımcı olmak yerine onları seviyesizce eleştirenlere Kitabına dön bak denmez de ne denir söylermisiniz ?

Yeni Yazılar için

http://tanericten.wordpress.com/

Pazartesi, Eylül 14, 2009

Ahmet Hakan ve Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi üzerine...

Ertuğrul Özkök'ün genç öğrencisi Ahmet Hakan'ın pazar günkü yazısını okuyunca, kral ve kralcılar ilişkisini tekrar hatırladım. Son olarak Bekir Çoşkun'un ifadesi ile Ertuğrul Özkök'ü Umre'ye götürmeyi başaran* sayın Ahmet Hakan yazdıklarına bakılırsa ciddi bir dersin sınavına girmiş görünüyor. 
İsterseniz biraz bu dersten bahsedelim. Dersin adı; "Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi" Dersin en büyük özelliği senin seçimine bağlı olmaması. Yani bu dersi almanda yöneticilerin fayda görülürse sana hissettiriyorlar öyle alıyorsun. Yani öncelikle hissetme sezilerinin gelişmiş olması zorunlu. Yoksa yaptığınız bir nevi Allah muhafaza Don-Kişot'luk olarak kalabiliyor. Dersin hem teorik hem de pratik aşamaları var. Sınavları ise habersiz yapılıyor. Yani her an hazır olmak gerekiyor. Çok zor bir ders yani. Geçmesi öyle bir sınavla da olmuyor malesef. Duruma göre bazen dört bazende sekiz dönem bu dersi almak ve sınavlarında başarılı olmak gerekiyor. Bu dersten geçebilmek için ise dört üzerinden üçseksen ve üzeri ortalama tutturmak zorunlu. Bazen bu ortalama kuruma ve yöneticiye göre de değişebiliyor. Bu arada etrafınızda bu dersi sizin gibi hissederek (!) alan ve her sınava deli gibi çalışan bir çok arkadaşınız olduğunu farkediyorsunuz ve aranızda acımasız bir rekabet başlıyor. Aslında bu dersi gerçekte kimin alması istendiğini ise sadece yönetici-leri-niz biliyor.   


Çok yıpratıcı ve yorucu olan bu dersten geçtiğinizde ise artık sizi yeni bir gelecek bekliyor. Yani kurumunuzun gelecek üst düzey yönetici adaylarından biri oluyorsunuz. Bununla birlikte maddi problemleriniz artık pek olmuyor. Odaklanacağınız şey, kurumun başarısı ve karlılığı için gereken her şeyi gözünüzü kırpmadan yapıyorsunuz. Gerektiğinde acımasız tepkiler verebiliyor ve kararlar alabiliyorsunuz. Bu dersi alırken kendi uzmanlık alanlarınızın yanı sıra siyasi, ticari, hukuki, finansal deneyimler yaşıyorsunuz. Esnekliğiniz ve hırsınız artıyor ama kompleksleriniz yok olmak zorunda. Hızlı karar alma, riskleri görme ve yönetebilme yeteneklerinizi gelişiyor. Kimsenin sizi sevmesini beklemiyorsunuz ama insan kaynakları yönetiminiz her zamankinden çok daha önemli oluyor. 


Diyeceksiniz ki iyi güzelde bunun Ahmet Hakan ile ne ilgisi var ? Daha çok genç bir köşerimiz. Henüz kurumunda beş yılı bile doldurmadı. Kuruma dışarıdan katılan Eyüp Can gibi uzmanlık alanı ekonomi değil. Yaptığı Popüler Köşerlik. Yani bugün var yarın ne olacağını Allah bilir. Böyle kişilerin bu tür bir sınava hem de bu dönemde girmesi ne kadar doğru ? Evet söylediklerinize tamamen katılıyorum. Ama son günlerde yazdıklarına baktığınızda kesinlikle sınav sorusu cevaplandırıyor. Hem de çalıştığı kurum adına. Şimdi soracaksınız ? Ona bu görevi kim verdi ki ? Artık Tanrı yazar olmadığına inanan ama köşelerin ve köşerlerin direkt bağlı olduğu tek bir kişi var biliyorsunuz. Ama onunda kendisini bir geziyle görevlendirdiğini hiç sanmıyorum.


Pazar günkü yazısında üç konu var. Aslına üç soru sormuş ve cevaplarını vermiş. Üçüde bu dersin sınav sorusu sanki. Bir; iktidara yaranmak için Umre'ye gittik. İki, Bekir Bey Hadisesi. Üç, Vay Pişkin Vay. İki yazıda kurum adına cevaplama üslubu kullanmış. Hatta birinin cevabında bizatihi kaynak belirtmiş. "Vay Pişkin Vay" konusunda ise kendisi hatırlarsınız 10 Eylül 2009 tarihinde "Mesele Aydın Doğan Meselesi Değil ki " diye bir yazı** yazmıştı. Bu yazıyı yazarken dikkatinden nasıl kaçırdığını anlayamadığım,  DYH'nin hükümet ile olduğu söylenen sorunları Hürriyet'te kendisi yazmaya başlamadan önce başlamış olmasıydı. Ayrıca DYH'ye kesilen ceza sonrasında medya da ilk kez Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu ismini kendi yazdı ve sıfatlandırdı. Sonra Akif Beki, ertesi günkü yazısında "Medya Efelerinin Raconu" diye bir yazı kaleme aldı ve Aydın Beyi efeye, yönetici gazeteci ve köşerlerini de çakal-meşrep kızanlara benzetti. Ayrıca yazının sonunda efenin kafasının artık atmasının yakın olduğunu tahmininde bulunarak çakal-meşrep kızanları uyardı. Ama bu yazıyı okurken kimsenin aklına genç Ahmet Hakan gelmedi, gelemezdi, gelseydi de tek kelime ile günah olurdu. Zira konunu geçmişi vardı ve ayrıca yazdığı popüler köşe yazılarına bakarak kendisinin de çakal-meşrep grubuna girmesi imkansızdı. Neyse o okurun hissetmediğini hissetmiş olmalı ki buna ağır, seviyesiz ama popüler (!) bir cevap vermiş. Sanki kendisinden yöneticisinin sınava girmesini ve sorulan soruyu da üzerine alarak abileri adına böyle bir cevap beklediğini hissetmiş gibi.  


Bu dersi hissederek aldığını söyleyen ama not ortalamasını nedense tutturamayan çok gazeteci ve köşerimiz var biliyorsunuz. Hala bu dersten geçmek için köşelerinde uğraş veriyorlar. Ama bir çoğu şu anda başka kurumlarda. Yani o kurumda olmadı başka bir kurumda bu dersi mutlaka geçmek için azimliler. Allah ömür verdikçede devam edecekler. Veremezlerse de görev şehitleri arasına isimlerini yazdıracak herhalde. 


Son onbeş yıldır ülkemizde medya-hükümet arası nedense sürekli ateş altında. Dünya da bunun benzerinin olduğu başka bir ülke de yok. Ülkemizde hükümetlerin medyayı susturmak veya kendi ifadeleri ile seviyeli hale getirmeleri medyanın da gazeteci veya köşer'leri ile saldırıya karşı savunmaya geçmesi yeni bir durum değil biliyorsunuz. Bu savunmada birçok yazar kendini Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi sınavında hisseder. Konu kendi uzmanlık alanında olmasa bile gözünü karartır ve abilerinin anlattığı kahramanlık öykülerine özenerek ilk öne atılan cesur yürek olur. Kanının son damlasına kadar savaşacakmış gibi yazar. Ama öleceğini hissettiğinde bu savaşta şehitlik mertebesi olmadığını anlar ve aptallık mertebesine ulaşmak istemez. Öne başkalarının yani abilerinin geçmesine izin vermek için geri çekilir pardon yavaşlar. Yavaşlar ki öne gerçek kahramanlar yani sorumlular geçebilsin. 


Ülkemizde son yirmi yılda medyada değişmeyen tek şey patronlar değil onların yönetici gazeteci ve köşerleri olmuş. Çünkü onlar, şimdiye kadar ki tüm olayların baş müsebbibleri veya kahramanları oldukları için öne çıkmayarak varlıklarını bugüne kadar sürdürebildiler. Kazandırırken onları alkışlayanların kaybederken kurbanı olmadılar ne demekse.  Ama geride yine boş dur-a-madılar. Boş duranı Allah sevmezmiş zaten. Aradığınızda onları New York'ta, Paris'te, Moskova'da veya seçkin konaklarında şu bir türlü veremedikleri Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi sınavlarına sanki ilk günkü heyecan ile hazırlanırken bulabilirsiniz. 


İşte böyle bir ortamda sayın Ahmet Hakan'ın popüler yazılarına devam etmeli. Bu tür uzmanlık konularını ise abilerine bırakmalı. Bu arada Bekir Çoşkun'un Esquire Dergisi'nin Haziran-Temmuz 2007 sayısında Esra Görgün'e verdiği "Toplumun Bu Medyayı Reddetmesi Çok Yakındır" röportajını tekrar okumasını kariyer planlaması açısından önemli olabilir. Yoksa, Salihlik her müslümanın üzerinde duran bir elbise değil biliyorsunuz.  


Not: Bunlardan DYH'e kesilen 3.7 milyar TL. gibi tarihi cezayı desteklediğim çıkarılmasın lütfen. Gelişmeleri uzmanların yazdıklarından veya söylediklerinden yakından takip etmeye çalışıyorum. Şu anda mali konularda uzman olmayan gazeteci, kişi ve köşerlerin yazdıklarını lütfen dikkate almayın diyorum.  


*"...Ahmet Hakan`ın yaptığı da başarıdır. Hürriyet`e geldi, bir süre kaldı ve Özkök`ü umreye götürdü. Bundan daha başarılı ne olabilir? Ama dediğim gibi yaptıkları gazeteciliktir. Ti`ye alabilirim ama kızmadım..." 


**"...Ne yani? Zilleti kabul edip Mustafa Karaalioğlu ile Akif Beki'nin çekip çevireceği “yeni medya düzeni”ne mi teslim olacağım?
Hayır... Hayır... "

Perşembe, Eylül 10, 2009

Ertuğrul Özkök ve Umre Üzerine...1

Medyada son iki haftadır en çok konuşulan konu hiç şüphesiz Ertuğrul Özkök'ün Umre ziyareti ve ilgili yazı dizisi oldu. Konuyu iki bölüme ve dört farklı açıya ayırarak değerlendirmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.Gerçi bugün itibariyle oluşacağı beklenen gelişmelerin farklı bölüm ve açılar oluşturması da mümkün ama öncelikle bugüne kadar ki gelişmeleri değerlendirmekte yarar var. Bu arada, sayın Özkök'ün bugünkü yazısı özel bir analiz gerektiriyor. Zira yarından itibaren köşerlerce ve ilgili kişilerce epeyce konuşulacak ve yazılacak. Biz bugüne kadar ki iki bölüm ve dört açıdan başlayalım... 


Bölümler...Bir; Haberin medya sitelerine düşmesinden bugüne kadar olan "Genel" Bölüm. İki; Bugün ve Sonraki "Kişisel" Bölüm.


Açılar...Bir; İnanç ve İbadet. İki;Haber ve Yazı Dizisi. Üç;Medya Pazarlama ve Yönetimi. Dört; Ertuğrul Özkök

İnanç ve İbadet açısından bakıldığında; medyanın mahalle diliyle söylemek gerekirse, laik Cumhuriyetciler (Özkök'ün ifadesi ile toplumun laik denilen Atatürkcü kesimi) için bir inanç veya inançsızlık yoklaması oldu. Muhafazakar İslamcılar (Özkök'ün ifadesi ile "dindar" diye bildiğimiz kesim) için ise "nasıl yani" şimdi Müslüman mı oldu yoksa diye bir tebessüm oluşturdu. Bu arada iki hedef kitleninde kafasında, acaba değişmiş olabilir mi ? Değişti ise nasıl değişti gibi bol sorulu bir durumda oluşturmayı başardı. Taki bugünkü "gezinin üzerimdeki etkileri" tarihi açıklamalarına kadar. Aslında iki hedef kitle de Özkök'ün gitmeden önceki halinin değişmeyeceğini düşündü. Ama konuya yine de " belli mi olur" diye temkinli yaklaştı. Sonuçta bir kez daha Özkök'ün bu yaş ve tecrübeden sonra kolay kolay değişmiyeceğini değişse de bunu bu geziden sonra belli etmiyeceğini öğrenmiş olduk.  
Bir de konunun, medyanın henüz tanışmadığı ama ülkenin çoğunluğunu oluşturan Müslüman Cumhuriyetciler açısı var ama bu şu an için konumuz dışı.


Haber ve Yazı Dizisi açısından bakıldığında ise önceliği haberi yapana vermek gerekiyor. Çünkü glasnost öncesi tüm yaşam tarzını ve hedeflerini değiştiren, sosyalizmin doktirinlerini cumhuriyetciliğe ve laikliğe uyarlayan bir sosyolog, bir hoca, bir gazeteci ve bir gündem belirleyiciden bahsediyoruz. Allah ile arasındaki stratejik ve özel iletişimi her fırsatta yazabilen ve büyük eleştiri alan biri. Medyanın amiral gemisinin en uzun süreli genel yayın yönetmeninin Umre ziyareti ve izlenimleri her açıdan müthiş bir haber özelliği taşıyor kuşkusuz. Çünkü şimdiye kadar yazdıkları için ağır eleştiri alsa da kendinden bahsedilmesini sağladı ve bu konuda merak uyandırmayı başardı. 


Yani gerçek haber, Hürriyet'in genel yayın yönetmeninin Umre'ye gitmesi ve izlenimlerini yazması değil. Gerçek haber, Ertuğrul Özkök'ün hem de Hürriyet'in genel yayın yönetmeni iken, hem böyle bir ortamda, hem de kafasındaki onlarca soru ile öncelikle gazeteci sonra da bir müslüman gibi müslümanlığın kutsal topraklarına gitmesi. Yetmiş iki saatliğine bile olsa orada bir müslüman gibi ibadet etmesi. Hem de müslümanlığı su götürmez iyi bir ekiple. Bu nedenle böyle bir konu kesinlikle bir haber değeri taşıyor ve yazı dizisi olmayı hak ediyor. 


Medya Pazarlama ve Yönetimi açısından bakıldığında ise ilk akla gelen Hürriyet'in ülkenin en büyük ticari gazetesi olduğu gerçeği. Böyle hassas bir konunun özellikle Ramazan ayında organize edilmesini bir pazarlama başarısı olarak değerlendirmek gerekiriyor. Zira, Hürriyet dahil bir çok gazetenin Kuran-ı Kerim ve dini yayın promosyonları ile tiraj rekabetine devam ettikleri bir ortamda beş-altı bin ekstra tiraj hiçte fena sayılamaz. Hatta dört kişilik gezinin masraflarını çıkardığı gibi oluşturduğu PR etkisi de artı bir değer. 


Konuyla ilgili teaserların medya sitelerinde yayınlanmasıyla başlayan medya pazarlama süreci, özellikle Ahmet Hakan'ın köşesinde daha da merak uyandıran cümlelerle desteklendi. Özkök'ün ilgili dost meclislerinde içten ve meraklı konuşmaları ise süreci son derece başarılı bir hale dönüştürdü. Ayrıca Özkök'ün konuyu sayın Aydın Doğan ve gazete yönetimi ile konuşarak ve fikir alarak yapması grupsal bir sinerjinin de oluşmasını sağladı. Bu nedenle Özkök'ün tüm süreci çok iyi yönetmesi zorunlu hale geldi. O da zaten öyle yaptı. Yazı dizisi öncesi ve devam ederken "İşte Hiç Yayınlanmamış Fotoğraflar", "Yarın, İçkinin Yasaklandığı Yer", Az sonra  tarzı habercilikle bilinen tüm pazarlama taktikleri kullanıldı. Hatta bugünkü köşesini DYH'e dün kesilen 3,7 milyar TL. lık tarihi vergi cezasına değil de Umre Gezisinin üzerindeki etkilerine ayırması da tam bir hassas süreç yönetim ustalığı örneğiydi. 


Bildiğiniz gibi teaser'larla birlikte medya, konuyu duyduğu ve okuduğu kadarıyla hemen tartışmaya başladı. Olumsuzca eleştirirenlerin gidiş ve dönüşüne muhabir ve kameraman göndermesi ise önemliydi. Ayrıca Umre'yi bir haber dizisine çevirmesi, seyahatin şirket hesabından karşılandığını ve oraya öncelikle gazeteci ve yönetici kimliğiyle gittiğini fazlaca hissettirirdi. Ademoğlunun duygu kalkanlarının açıldığı, onbir ayın sultanı olan bir ayda, bu gezini yapılması ise konunun pazarlamasal boyutu olduğunu ispatlıyordu. Ama burada ana soru, din üzerinden ticaret yapanları eleştiren ve suçlayanların böyle bir işe hem de Ramazan ayında kalkışmalarının ne kadar doğru olduğuydu. Ama onlar bu işi dindarlık cübbesi altında yapıyor. Bizim ise cübbemizin altında hiç bir şey yok diyerek karşımızdakini alt kültürlememek gerekiyor.

Ertuğrul Özkök açısından konuya baktığımızda ise bu geziyi, turistik bir havada ama sahne ışıkları, kameralar ve mikrofonlar eşliğinde yapması, egosal erişimini maksimize etmesi, Sebati Karakurt'a sergilik fotoğraflar çektirmesi, kendi sektör ve kategorisinde 25+ ABC1, lise ve üzeri eğitimli, kadın+erkek hedef kitle de şimdiye kadar ki en yüksek reytingi alması oldukça önemli. Bu yazı dizisi kendisine belki Aydın Doğan Gazetecilik Ödülü kazandırmayacak ama Hürriyet'in Ramazan da Umre'ye giden ve bunu yazı dizisi yapabilen ilk genel yayın yönetmeni ünvanı ile basın tarihine geçmesi sağlayacak. Ayrıca kendi deyimi ile reklamın iyisi kötüsü olmaz. Reklam reklamdır. Gerisi, tabiki yine teferruattan ibaret. 
   
Sonuç olarak, medyamız pusulasını sektörün amiral gemisinin genel yayın yönetmenine çevirince Özkök'e de bundan keyif almak kaldı. Sayın Oktay Ekşi'nin deyimiyle gazetecilik söz konusu olduğunda hele bir de konululacak bir şeyler yakaladıysa onu zapt etmek mümkün değil. Şu fani dünyada keyif alınacak işler yapan kaç gazeteci var ki ? Konuşulmak, önemsenmek sayın Özkök için önemli. Bunu belli etmesi ve imtiyazını hissettirmesini de bu nedenle normal. Ayrıca bu, rakipleri için soğuk ama buz gibi atlatma bir haber özelliği taşıyor. Kendi kendine doğurduğu bir haber hem de. 


Bu noktada, Umre'ye gitmeyi ve bunu haber yapmayı kendisinden önce ya Sabah veya Haber Türk akıl etmiş ve açıklamış olsaydı ? Ya da örneğin Fatih Altaylı yanına Murat Bardakçı'yı alarak haberi duyar duymaz bir başka Umre gezisi ve yazı dizisi başlatsaydı sayın Özkök yinede Umre'ye gidermiydi diye sorgulmak gerekiyor. 



Aslında, sayın Özkök içindeki karmaşayı bir sosyolog inceliğiyle çözmesi, içtenliği ile laik Cumhuriyetcilere müslümanlık propagandası yapmasından dolayı, Yeni Şafak yazarı Resul Tosun gibi hemen kutlanabilir.Umarım sayın Tosun, bugünkü yazıdan sonra bu teşekkür ve kutlamaları geri almaz. 







Tabiki sayın Özkök'ün inançlarını ve samimiyetini sorgulamak Yaradan dışında kimseye düşmez. Yazdıklarını çok stratejik, birazda politik bulabilirsiniz. Serdar Turgut'a* katılıp fazlaca kafa karıştırıcı olduğunu düşünebilirsiniz. Ya da Umur Talu'ya* katılıp doğru veya içten bulmayabilirsiniz. Veya Ali Bulaç'ın* Hürriyet'teki satırlarında Peygamberimiz (SAV)'e "İtiraz Edenlerin Profili"nden Özkök'e ait benzerlikler çıkarabilirsiniz. Ama bir bucuk milyar insanın Kabe'sine kendi düşünceleri ve isteğiyle gidebilen, duygularını kompleksiz ve bütün çıplaklığı ile  "Oysa ben 1970’li yıllardan itibaren kendimle barışmayı Katmandu’larda, Marakeş’in arka sokaklarında, Tibetli rahiplerin mabetlerinde, Hinduların arasında, Route 66’larda aramaya çıkmıştım.Müslüman doğmuştum, ama hayat beni, İslam’ın kutsal topraklarındaki arayışa hayatımın epey geç saatlerinde çıkarıyordu." diye yazabilen laik Cumhuriyetci, Türkiye vatandaşı, genel yayın yönetmenlerimiz biraz daha fazla olsa değil mi ?

Bugünkü yazısına rağmen ( yarın normal gündeme geri dönülecektir eminim) sayın Özkök'ün Umre haberi; inanmayanlara ve İslamiyeti gerçekte öğrenmeden yaşayan ama pahalı iftar sofralarını (hem kebabcı, hem de kişi başı 80 TL olanları dolduranları kastediyorum ) bir gelenek halinde dolduran kardeşlerimize iftar öncesi imam tazelettirmiş oldu. 

Özetle, konuya Özkök'ün İslamiyet ile tanışması, şartlarını yerine getirmeden de inançlı olunabileceği hatta Cennete girilebileceği, doğruyu yakında bulacağı gibi ulvi açılardan bakmamak gerekiyor. Haberi, inançlarını Allah ile sınırlandırdığını düşünen ve bunu çok fazla kamuoyu ile paylaştığı için de merak uyandıran. Hürriyet gibi bir gazetenin genel yayın yönetmeninin, inanç turizmine bu kez muhabirini değil de kendisini görevlendirmesi ve bir gezi-yorum haberi olarak bakmak gerekiyor. Kendisi de zaten bugünkü yazısında "...Umre ziyareti sırasında, içinde yaşadığım toplumun kültüründe ve kimliğinde çok önemli yeri olan İslam dininin Hac gerçeğini anlamaya çalıştım..." diyor. Yani siz de beni ve inançlarımı merak ettiğiniz için günlerdir bu yazı dizisini benim kalemimden takip ediyorsunuz hepsi bu. Yoksa fazla bir özelliği yok diyor. Bu arada kendisinin asıl hassasiyetinin yakın çevresi olduğunu sık sık belirterek, onlara da merak etmeyin eskiden ne isem şimdi de oyum mesajı veriyor. Bu mesajı olmalıyım, öyleyim, zorundayım, yetmişiki saatlik bir gezi, gördüklerim yaşadıklarım beni bu kadar hızlı değiştirmemeli diye de algılayabilirsiniz.     

Ayrıca "Efendimiz" ve "Allahım" hitaplarını ve "...Senin kucağından ayrılırken son duamı yapıyorum: “Allah’ım. İslam’ı karartmak isteyenlere, teröre bulaştırmak isteyenlere, istismar edenlere, fanatizmin girdabına sokmak isteyenlere mani ol. İslam’ın aydınlık, barışçı ve çağdaş yüzünü hâkim kıl...” duasını son derece samimi bulan ve duygulanan okurlara, bugünkü yazısından sonra yazısının hiçbir yerinde müslümanım demeden, namaz ve oruç gibi islamın şartlarını bundan sonra da yapmayacağını ilan ederek, bu ifadeleri nasıl böyle kullanabildiğini açıklaması gerekecek. Yoksa bindörtyüz yıl önce gelmiş son dinin, son peygamberinin (SAV) ve son kitabının söylediklerine göre yaşamaya çalışanların bundan sonra kendisiyle ilgili eleştirilerine ses çıkarmıyacak ? 


 





Bu arada Umre'ye genç öğrencisi Ahmet Hakan ve Zaman yazarı Ali Bulaç ile gitmesini, organizasyonu Nüans Turizm ile yapmalarını önemli bir ayrıntı olarak değerlendiriyor ve bu bölümü daha sonra değerlendirmek üzere yazıma şerh düşüyorum. 

*İlgili Ekler :


Oktay Ekşi-Akşam/Nagehan Alçı Röportajından 7.9.2009
"...Beklemiyordum. Ama Ertuğrul gazetecilik söz konusu olunca kendini tutamaz. Hele konuşulacak bir şey yakaladıysa zapt etmek mümkün değildir.

Peki siz gazetecilik söz konusu olunca nasıl olursunuz?

Benim kendi frenlerim vardır. Bazı şeyleri yapmam. Ertuğrul için böyle bir şey söz konusu değil.

Neyi yapmazsınız?

Galiba ben Ertuğrul kadar çok konuşulmayı seven biri değilim..."  
Umur Talu- HaberTürk/Kutlu Esendemir Röportajından 7.9.2009
"...Haber nasıl ölebilir? Bu o kadar ikiyüzlü bir şey ki. Kendileri haber olmaya çalışan insanlar haberin öldüğünü söylüyorlar. Baktığınızda “Haber öldü” diyenin haberi önemsememesi lazım ama onlar kendilerini bir haber olarak önemsiyorlar." "...Bir gün Anıtkabir sizin için bir fonksiyon, bir gün umre, bir gün bir peygamber, bir gün Atatürk, bir gün başka bir değer... Her şey, sizin kendinizi ön plana çıkarmanız için bir araca ve aracıya dönüşüyor. Bu hem o değerlere karşı bir saygısızlık; çünkü insanlar o değerlere inanıyor ve saygı duyuyorlar. İkincisi de, ayıp denen bir şey var. Nasıl bir ayıptır bu? Şöyle bir şey var: Siz kendinizi haber yapmaya çalıştığınız ölçüde var oluyorsunuz. Şöhretinizi sürekli gündemde tutmak için beslemeniz gerekiyor. O şöhret de doymak bilmeyen bir şey. Sürekli yem atmak zorundasınız ona. Bir yandan da nesneleşiyorsunuz. Önce her şeyi kendi özneniz için nesne haline getiriyorsunuz. Biraz önce saydığım değerler de dahil..."







Ali Bulaç'ın Hürriyet'teki yazısından 6 Eylül 2009
"...İlk İnananlar Hakikat ArayışçılarıHz. Muhammed’e inanan ve karşı çıkanların kişilik profilleri ve sosyo-politik konumları son derece önemlidir.
Hz. Muhammed’in çağrısına ilk olumlu cevap verenlerin ruhsal ve entelektüel bakımdan yüksek kapasitede olan “hakikat arayıcıları” olduklarını söylemek mümkün...Hz. Ebu Bekir, Osman b. Mez’un, Ebu Zer el Gifari, Salman-ı Farisi gibi.İkinci sırada Arap Yarımadası’nda yaşanan ahlâki çürümeye karşı belli bir tutum içinde olan “Hanifler” geliyordu. Bunlar hem birden fazla tanrıya ve bu tanrıları sembolize eden putların gerçekliklerine inanmıyor, hem de somut olarak ne olduğunu bilemeseler bile daha doğru, adil ve yüksek bir ahlâki hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlardı..." "
İslamiyet’i kabul eden üçüncü insan grubu ise, hiç kuşkusuz yoksullar, ezilenler, sistemden dışlananlar ve kölelerdi. Bunlar Mekke’nin tabir caizse paryalarıydı, sistem içinde herhangi bir konumları yoktu. Konumsuz oldukları için tanrıları, önünde eğildikleri putları da yoktu, Bilal-i Habeşi gibi... Putlara yakın olmak sistemin içinde güçlü ve avantajlı konuma sahip olmakla aynı şeydi... Önceki peygamberlere de ilk tabi olanlar bu sınıftan insanlardı. Mesela kavminin seçkin tabakası Nuh’a “Sığ görüşlü (cahil, eğitimsiz) aşağı tabakadan insanların sana tabi olduğunu görüyoruz” (11/Hud, 27) diyordu. İtiraz Edenlerin Profili;  Hz. Peygamber’in tebliğine karşı koyanların profili de şöyleydi: Geçmiş kültüre, yozlaşmış geleneklere, zalimane törelere ve atalara bağlılık dolayısıyla kırılması çok zor önyargıları olanlar...Bunlar her seferinde, “Biz atalarımızdan böyle gördük, inançlarımızı ve davranışlarımızı değiştiremeyiz” diyorlardı. Mekke’nin sosyal, ekonomik ve politik düzenini kontrol eden yüksek tabakaydı bunlar... Kureyş’in önde gelenleriydi... İçlerinde Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Ass bin Vail, Velid bin Muğire gibi aşırı zenginler, kalabalık aile reisleri ve güçlüler vardı.Bunların değerlendirmesine göre Hz. Muhammed’in dedikleri geçerli olsa, kölelerle efendiler, yoksullarla zenginler, düşük sınıftan olanlarla asiller eşitlenecek, böylece üstün ve avantajlı konumlarını kaybedeceklerdi..."















Pazartesi, Ağustos 31, 2009

Bu Blog Neden Var ?

Sanırım 2005 yılının Kasım ayı ilk haftası idi. O tarihte şimdi Hazelcast'ın kurucusu ve sahibi olan Talip Öztürk ile medya ve ilgili kişiler hakkında bir sohbet ediyorduk. Bir ara Talip, blogum olup olmadığını sordu. İşlerin yoğunluğundan henüz açamadığımı söylediğimde hemen birlikte bu blogu açtık. O da bana blog ile ilgili teknik bilgileri anlattı.  


Sonra içeriği ve etik kuralları oluşturmaya başladım. Çünkü medyamız her konuda her gün birbirini acımasızca ve sürekli olumsuz eleştiriyordu. Ayrıca zaman zaman aşırı duygusallaşabilen yöneticilerin olduğu bir sektörümüz vardı. Mektepte gazetecilik ve iletişim adına öğrendiklerim ile sektörde o güne kadar gördüklerim ve yaşadıklarım çok farklı şeylerdi. Zaman zaman yaptığım yurt dışı seyahatlerinde bizim medyanın şahsına münhasır bir yapıda olduğunu daha rahat görebiliyordum. 


Öncelikle Pazarlama Yatırım Yönetimi konusunda ciddi eksiklerimiz vardı. Medya tarafında yöneticiler uzun süre görevlerinde kalırken  ajans ve reklamveren tarafında değişim daha hızlıydı. Ayrıca reklamveren-ajans-mecra arası uzman değişimi ise öyle pek Avrupa standartlarında değildi. Ajanslardan reklamverene geçiş daha kabul edilebilir görünürken mecralardan ajanslara ve ajanslardan mecralara geçiş öyle sanıldığı kadar da kolay değildi. Bunda en önemli etken çalışma sistemlerinin ve yönetim anlayışlarının farklı olmasında yatıyordu. Örneğin ajans tarafında araştırma, strateji ve planlama güçlü rasyonellerle oluşturulurken mecra tarafında günlük rekabetin getirdiği sorunlar, hedeflerin tutturulabilmesi adına günlük ve bireysel olabiliyordu. 


Bu durum mecralarda sağlıklı bir sistemin kurulmasını ve işler hale getirilmesini güçleştiriyor ve eski sistemlerin ve alışkanlıkların devam etmesini sağlıyordu. Yöneticilerin aynı görevde uzun süre kalması da kuşaklar arasında aynı dilin kullanımını zorlaştırıyordu.Bu durumda düşünülen her güncelleme radikal bir değişim olarak algılanabiliyordu. 


Ayrıca benimde ülkemize gelmesine öncülük ettiğim çok uluslu medya şirketlerinin sayısının hızla artması, aralarındaki rekabetin her geçen gün kazanç oranlarını düşürerek devam etmesine neden oluyordu. Ayrıca sektörde yeteri kadar bağımsız ve güvenilir verinin olmaması, olanlarında Avrupa standartlarından uzak olması, çok uluslu medya ajanslarının know-how'larının ülkemizde işlerliğini güçleştiriyordu. Bu durum, ajansların kendi sistemlerini kurmalarına ve sektördeki rekabetin günlük koşulları içinde ayakta kalabilmeleri için her yolu denemeleri ile sonuçlanıyordu. 


Reklamveren ise doğasında mecra ve ajanslar arası rekabetten en fazla faydayı sağlamak olduğu için iki tarafı da daha fazla sorgulayarak ve zorlayarak, reklam yayın fiyatları ve hizmet komisyonlarının sürekli daha alt seviyelere çekmeyi hedefliyordu. Bu durumda ajansların ayakta kalabilmek için mecralarla daha da yakınlaşmaları kaçınılmaz hale gelmişti. Bu yakınlaşma ajansların yıllık performansların ödüllendirilmesi ile günümüze kadar devam etti. Bugün dünden farklı olan artık büyük reklamverenler de medya ajanslarının yıllık performansalarından pay alıyor. Ama bilin bakalım yüzde kaçını?


İşte böyle bir reklam ortamında Pazarlama Yatırım Yönetimi Danışmanlığı gibi ülkemizde acil ihtiyaç duyulan bir işe giriştim. Öncelikle düşündüğüm İngiltere ve Amerika örneklerinde olduğu gibi reklamveren için ajans-mecra iletişimde tarafsız ve güvenilir bir danışmanlık hizmeti vermekti. Yani reklamverenin uzmanlığı olmayan bir işte, ajans ve mecra performanlarını yükseltmesine yardımcı olmak ve hedeflerin ve sonuçlarını rakamsal raporlanabilirliğini ve hesap verebilirliğini sağlamaktı. Ama verilen hizmet sadece medya strateji, planlama ve satın almaların ne kadar doğru yapıldığını kontrol etmek ve rakamsallaştırmak değildi. Bir ürün ve hizmetin doğuşundan satışına kadarki aşamalarda piyasa gerçeklerini göz önüne alarak reklamverenin ticari hedeflerini gerçekleştirmesine ve bu başarının kalıcı olmasına yardımcı olmaktı. Halen de bu işle ilgili A.M.A.C. olarak çalışmaya devam ediyoruz.


İşte kısaca özetlemeye çalıştığım bu ortamda, bu blog ile sektörün sağlıklı büyümesi, haksız rekabetin ve güvensiz ortamın yerini Avrupa standartlarında kabul gören bir hizmet anlayışına bırakmasına destek olmak istiyoruz. Bu konuda tarafsız, güvenilir ve interaktif bir blog haline gelebilmeyi hedefliyoruz. Peki şimdi diyeceksiniz ki hedef bu ise neden reklam yerine daha çok medyanın mutfağı ile ilgileniyorsun ? 

Mutfaktan diğer tarafa geçmek öyle kolay değil. Çünkü balık baştan kokar özdeyişi bizim sektör için fazlaca geçerli. Ayrıca 90'lı yıllarda bu işe ilk başladığımda mutfakta çalışmayı daha çok istiyordum. Ama rahmetli Mustafa Gürsel'in ifadesi ile kalemi kırdım. Medyanın pazarlama ve reklam tarafına geçtim. Ama yıllar sonra bu iki yolun birleştiğini gördüm. 


Düşünün "Medya günlük bir FMCG ürünüdür" dediğimde buna ilk itiraz mecraların mutfağından geldi ve gelmeye de devam ediyor. Durum böyle olunca medya tüketicisinin karşısına mutfağın hazırladığı alternatifsiz bir ürün çıkıyor. Yani tüketicinin satın alacağı üründe beğenmeme şansı yok. Geleneksel ana mecralar olan televizyon ve gazetelerden örnek vermek gerekirse; 5 tane ulusal kanal, 5 tane ulusal gazete. 30 milyon tv izleyicisi 15 milyon gazete okuru. Ortak tüketicileri bir kenara ayırısanız ve ülkemizdeki günlük tüketimin yüzde yirmi üçünün sadece İstanbul da yapıldığını düşünürseniz sektör ve ortam kendini özetliyor. Bunları söylerken göz ardı edilmemesi gereken, medyanın tüketici araştırma bütçelerinin çok az olması ve olanında bilinmemesidir. Ayrıca tüketimin tematik, bölgesel ve diğer yeni mecralara kaymaması için ise yapılan milyon dolarlık promosyon kampanyaları ve para ödüllü yarışma programlarını da unutmamak gerekir. 


Halen erişimi oldukça yüksek olan bu mecraların organizasyon, promosyon, ajans performans yatırımlarına yıllık olarak ayırdığı rakamın belli bir oranını araştırmaya ve içeriğe, harcamasını sağlamak gerekiyor. Tabi önceliği tüketici gözünde güven kazanmak üzerine inşa etmek gerekiyor. Yani değişime buradan başlamak zorunda. Bizim işimiz pazarlama niye mutfağın işine karışalım? Herkes kendi işini yapsın dönemi bitti. Tüketici gözünde haber ve reklam iletişimi hassaslığını koruduğu sürece başka yolumuz da yok. 


Bu nedenle medyanın artık kendi çamaşırlarını tüketici önünde yıkamaması gerekiyor. Medyayı kendi ticari ilişkileri için kullanmaması ve politika çizgisinde ise söz konusu olan güçlü bir ülke ekonomisi ise gerisinin teferruat olması gerekiyor. 

Yapılan araştırmalar tüketicilerin mecra tercihlerinde duygusal davrandıklarını söylüyor. O halde mecranın taşıdığı reklamında aynı paralelde değerlendirilmesi mümkün görünüyor. Reklamverenin yaptığı her kuruş pazarlama yatırımının mutlaka karşılığını alması gerektiği düşünüldüğünde, bugün yaptığı yatırımın büyük bir kısmının boşa gitmesi kaçınılmaz. Çünkü reklamveren-mecra arası iyi ilişkilerin devamı için harcanan ama pekte geri dönüş analizi yapılmayan yüksek bütçeleri unutmamak gerekiyor.


En önemlisi, reklamverenlerin artık pazarlama yatırımlarını yönetirken tarafsız ve bağımsız danışmanlara ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız. Yani reklamverenin sürekli kabus görmesine engel olmak için kendi asli işine odaklanmasını sağlamalıyız. Bunu yaparken de amaç; kimsenin işine son vermek, onu ve sistemini denetlemek, işini güvenle ve hesapverebilir olarak yapmasına yardımcı olmak olmalı. Halka açık bir yapıda zaten bu durum kaçınılmaz. Ayrıca başarılı reklamveren yöneticilerimizin bu danışmanlıkla kariyerlerinde hızla yükselmesine destek vermek gerekir.


İşte bu blog bunlar için var. Pazarlama, medya, reklam, marka, insan kaynağı, strateji, planlama, araştırma, ölçümleme, rakamsal hesap verebililirlik, ajans seçimi, uluslararası güncel konulardan mutfağın içine kadar her şey. Hatta medya çalışanlarının kitap değerlendirmelerine kadar. Saygılı ve seviyeli bir çizgide tarafsız ve bağımsız olmaya çalışarak. Bazen isim vererek, bazen genelleyerek. Ama her zaman olumlu olmaya çalışarak. Olumsuzluklarda nefsimize değil, eleştiriye odaklanarak. İnce ve detay iletişim stratejileri düşünülerek. 

Bazı kelimeleri yanyana gördüğünüzde canınız sıkılacak. Ama çakma, direkt ve suçlayıcı seviyesizlikler asla olmayacak. 


Amacımız kimseye yaptığı işini öğretmek değil, uzman olmadığı alanda dışarıdan teorik gazeller okumak veya ders vermek hiç değil. Yapmaya çalıştığımız sektör için doğruları çoğalmak. Rekabetin sağlıklı öğretisini geliştirmek ve uluslararası standartlarda etik değerler üzerinden yapılmasına yardımcı olmak. Kulağı olana bir şeyler söylemek, dili olanı bir çift kulakla ve dikkatle dinlemek. Sizinde her türlü öneri ve değerlendirmelerinize saygı ve heyecanla bekliyoruz.