Pazartesi, Aralık 26, 2005

BJK'nın Başkanı ve Taraftarı Olmak...

Ülkemizin ilk spor kulubü olarak 1903 yılında kurulan ve logosunda Türk bayrağı taşıyan bir takımın başkanı ve taraftarı nasıl olunur veya nasıl ol-un-malıdır ? Bu soru, siyah beyaz renklere karşılıksız gönül vermiş benim gibi binlerce taraftarı şu sıralar malesef kara kara düşündürüyor.
Malesef diyorum çünkü böyle bir soru, ne Beşiktaş ne de başka bir kulübün taraftarının gündeminde olmamalı. Bir taraftar, yani taraflı ve duygusal biri için oldukça zor bir durum. Ama Beşiktaş'ın yarınları için bu soruların cevabını Beşiktaş'lılar bugünlerde vermek zorunda.

Çünkü üç haneli milyon dolara yaklaşan borcu nedeniyle kimsenin sesi çıkarmadığı ve sorumluluk almadığı bu kulübün, önümüzdeki seçim döneminde sorumluluğunu kim, hangi yönetimle ve hangi şartlarda alır ? Beşiktaş gibi bir kulübün bugünlere gelebileceğinin hesabını yapamayan aklı evvel bir yönetimden seçim dönemine kadar daha nasıl bir hizmet beklenir ?
Takımın bütün futbolcularını, kendilerine öz güvenlerini kaybetmişler ve heyecansızlar diye satışa çıkaran böyle bir yönetimin takımı gençleştirme ve yarınları kurtarma operasyonunu başaracağına nasıl inanılır ? Kendi aldığı yerli ve yabancı futbolcuları bu açıklamalarından sonra kim, kaça ve niye alır ? Satışlarından elde edilecek rakamlarla ne kadarlık açık kapatılır ?

Peki bu yönetim heyecansız ve özgüven problemi olan futbolcuları niye aldı ? Kimler bu futbolcuların alınmasında aracılık yaptı ? Bu kadar borç zihinsel problemi olan futbolcuları alarak mı yapıldı ? Bu futbolcuların sağlık kontrolünde hangi doktorlar bulundu ? Yok eğer bunlar futbolcularla ilgili değilse, bu takımı ve futbolcuları kim-ler bu hale getirdi ? Ya da herşeyi müşteri yani markaya duygusal olarak bağlanmış ve cebindeki son parası ile maça giden, lisanslı ürünlerini alan sadık müşterisi olan taraftar mı yaptı ?
Sporun yeni kuralları, artık ekonomik olarak güçlü ve alacakları borçlarının üzerindeki kulüplere göre düzenleniyor. Bu, böyle bir Beşiktaş için avantaj mı yoksa tehdit mi ?
Tribün-saha mesafesini başka bir güzide kulübümüzün yönetimini (Avrupa da benzerleri varmış ) örnek alarak, seyircinin futbolcunun yüzüne tükürme mesafesinde yapan bir yönetimin, asayişi sağlamaya çalışan emniyet mensuplarına bile saldıran, bela ile başlayıp ağzından çıkan ama kulağın duymadığı küfürleri tezahurat diyen eden bir gruba sahip olması normal değil mi ?
Evet, logosunda Türk bayrağı taşıyan bir spor kulübünün başkanı ve taraftarı nasıl olunur veya nasıl ol-un-malıdır ? Bu soruyu sadece ben cevaplıyacak olsam belki de bu yazıyı yazmak yerine, Beşiktaş'a ait sahip olduğun herşeyi (kartları, bayrakları, rozetleri, formaları ...) götürüp İnönü Stadı'nın Şeref Tribünü kapısına, üzerine "Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün Bugünkü Başkanlığı'na saygılarımla" yazılı küçük bir not ile çözebilirdim. Ama sevgili babamın bizlere Beşiktaş'ı anlattığı o ilk günden beri gönül verdiğimiz bu renkleri ben de çocuklarıma, yiğenime, babaları ve anneleri diğer takımları tutan çocuklara anlattım, anlattık. Onların hepsi şimdi birer Beşiktaş taraftarı ve geleceğe umutla bakmaları gerekiyor. Bu nedenle onların zamanındaki büyük Beşiktaş hedefi için bu yazıyı yazmam gerekiyordu.
Dün ülkesinin gururu olarak herkese örnek olan bir spor kulübünün bugün mensubu olmak gerçekten zor. Basketbol ve Voleybol'daki başarılı gidişe sevinemiyor bile insan. Son iki sezondur kulübün kasasından yaptığı fütursuz ve hesapsız harcamalarla medyanın başarılı dediği hemen hemen herkesi transfer eden ve şimdi de hepsini satışa çıkardığını söyleyerek tarihe geçen bir başkan ve yönetimi için daha ne söylenebilir.
Her zaman " insanlar hak ettikleri gibi yönetilirler" sözüne inanan biri olarak, sen bizim için hayırlısı neyse onu ver Allahım diyorum sadece. Çünkü hiç kimse sevdiği, taraftarı olduğu bir kulübü isteyerek bu hale getirmez. Dün söylediği ve yaptığı ile bugün söylediği ve yaptığı arasında bu kadar fark olmaz. Ya bu işi veya sevginin o herşeyi yok edebilen gücünü bilmeyen biri-leri bunları yapabilir. Ben de bugünkü yönetimi artık acımasızca eleştiriyorum. Ama benimki rahatlamak için değil. Birileri çıksa da bizde elimizden gelen her türlü desteği versek, çok çalışsak, gelişsek, eksiklerimizi tamamlasak,değişsek ve daha çabuk atlatsak bu dönemi diye. Evet böyle bir markanın gerçek sahibi olan taraftarları olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Bu ülkenin medyası, taraflı yazarları böyle yazdıkça, söyledikçe ve oynattıkça belki daha da zor günler var bizi bekleyen. Ama dedim ya işte, taraftar ne kadar belli etmese de taraflı ve duygusal olur yoksa taraftar değil tarafsız olur, yani yok olur. Onunda bizimle ve bu yazıyla bir ilgisi olmaz.

Meraklısı için not: Bir ülkenin medyası sadece başka ülkelere karşı taraflıdır, yani kendi ülkesi tarafındadır.

Pazar, Aralık 18, 2005

Picasso mu, Orhan Pamuk mu ?

Mecraları genel yayın yönetmenleri temsil eder bilirsiniz.Neden mi ? Nedenini bende henüz bulamadım. Büyüklerimizin deyimiyle bu bir gelenek. Şu ünlü Kavuk misali. Kimilerinin gece gündüz hayalini kurduğu ve olmadık plan, entrika ve stratejiler uygulayarak uzun uğraşlar sonrasında elde ettiği bu görev, bazıları için ise sadece bir görevdir. Yani size tevdi edilen ve kabul etmek zorunda olduğunuz bir görev. Yani günü geldiğinde ( Başbakan,Cumhurbaşkanı, kulüp başkanları vb. görev sürelerine bakılarak süre saptanabilir) kimse istemeden ve yerinize kendinizden daha iyi birini yetiştirerek, kendi isteğiniz ile bırakılacak bir görev.

Bir mecrayı temsil etmek, gerçekten herkesin kolay kolay kabul etmeyeceği bir sorumluluk. Bu dördüncü gücü başka sektörlerle karıştırmadan düşüncesinize, bir mecra markasını temsil ediyorsunuz. Yaşantınız, aileniz hemen hemen herşeyiniz oluyor. Bazılarımız, bedeli ödendikten sonra ne var bunda, diyebilir. Ama burada patronun kaç yıl bu bedeli ödediği değil , sonra niye ödemek istemediği ve ardından da o kişiye ne olduğu önemli değil mi ? Yıllarca çok iyi para kazanmış olmanız yeterli mi ? Bir gün patronunuz teşekkür ettiğinde, o bedeli ödenmiş paralarınızla yalnız başbaşa kalıveriyorsunuz. Peki sonra, birileri uzun bir tatile çıkıyor. Birileri hemen kitap yazmaya başlıyor. Kimileri eski köşe yazarlığına veya muhabirliğe geri dönüyor, dönmeye çalışıyor. Çünkü genel yayın yönetmenliği yaptıkları en önemli iş. O görevde siz olsanız görevi bıraktıktan sonra kendinizi hala aynı statüde hissetmezmisiniz ? Sonra size "Eski Genel Yayın Yönetmeni" diye hitap edilmesinden ve söylenirken de "eski" kelimesine vurgu yapılmasından hoşlanır mısınız?

Burada amacım genel yayın yönetmenlerini eleştirmek değil. Bu görevi yapanları son derece takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Benim bir iletişimci olarak merak ettiğim, niye bazıların bu kutsal diyebileceğim görevi yaparken neden bir de haftanın 5 veya 6 günü kendilerine bir köşe edinir ve oralara tünerler. Sonra her konuda sürekli yazarlar. Sonra yazdıklarını anlayamayız ve o markayı temsil eden kişiyi çok sevsek bile yazdıklarını onaylamaz ve uygun bulmayız. Genellikle biz onları önemli haberler sonrasında okumak veya dinlemek isteriz. Çünkü her gün bedel ödeyerek satın aldığımız, bizi tamamladığına, eksiklerimizi giderdiğine inandığımız o mecranın konuya bakışını merak ederiz. O zaman onlara köşe yazarı ve yorumcu demeyiz. Biz de onları o marka ile bütünleştirmeye çalışmayız. O halde bunu nasıl değerlendirmeliyiz ? İçimdeki ses buna gelişmekte olan bir ülkede unutulmama sendromu diyor. Çünkü bu görev, iki ayrı şapkayı kaldırmıyor.

Bunlar dünkü Hürriyet Gazetesi'nde Sayın Ertuğrul Özkök köşesini okurken aklıma geldi. Çünkü sayın Özkök, dünkü köşesinde Orhan Pamuk haberi dururken "Şanlıurfa'dan Picasso turu" haberinin neden Hürriyet'e manşet olduğunu anlatıyordu. "...Dakikalar geçiyor, bir türlü karar veremiyorduk.Hangisini manşet yapalım.Türkiye'nin karanlık yüzünü mü yoksa içimize su serpen aydınlık yüzünü mü ? Dünya basınının karanlık korosuna mı katılalım; yoksa tek başımıza kalmayı göze alıp bu bir avuç aydınlık çocukla birlikte parti düzenleyip ülkemizin aydınlık yüzünü mü kutlayalım ? İkincisini seçtik. Çok da iyi ettik..."

Anlaşılan bu iki haber sayın Ertuğrul Özkök'ü konuyu köşesine taşıyacak kadar iki arada bir derede bırakmış. Orhan Pamuk haberini birinci değil de ikinci haber olarak bile kullanmalarının yarın onları birilerinin huzurunda tek başına bırakacağını ama bunu göze aldıklarını belirtiyor. Acaba kastettiği dünya basınının karanlık korosu karşısında tek başına kalmakmı yoksa bizim bilmediğimiz başka birilerini mi kastediyor ?

Diğer taraftan Picasso haberinin çıkış noktasında bizzat kendisinin olduğunu belirtiyor ve diyor ki "...Ben bunu yazımda küçücük bir cümle olarak geçirmiştim. Beşiktaş Belediyesi, bu küçücük cümleyi ciddiye almış ve onları alıp İstanbul'a getirmişti..." Küçücük bir cümle ve bu cümle ile ciddiye alınmak. Aslında anlatmak istediği gerçekten bu mu ?

Ya da AKP'li belediye başkanlarının, mecralar tarafından başlatılan içki yasakları kampanyasına malzeme olmaları ile ülkenin karanlık yüzlerinden biri olduğunu CHP'li bir belediye başkanını yaptığını ise aydınlık bir yüz olarak mı ifade etmeye çalışıyor ?

Oysa bugün sabah haberlerinde, yayınevinin Fransız sokağındaki yemeğe katılanların demeçlerinden sadece sağcı gazeteler nasiplerini aldı. Onları da normal karşıladıklarını(hedefleri de herhalde buydu ve başardıklarını söylüyorlar) belirttiler. Yani şimdi Hürriyet, dünya basınının karanlık korosu karşısında değil yanında mı yer almış oldu. Beşiktaş Belediyesi tarafından Şanlıurfa'dan alınıp SSM'nin Picasso sergisine getirilen bu çocuklar diyet olarak bir basın bültenine malzememi yapıldı. Anlamadım. Siz anladınız mı ?

Perşembe, Aralık 08, 2005

Hürriyet, hürriyettir...

Hürriyet Gazetesi'nden sevgili Doğan Satmış, 12 Aralık 2005 Pazartesi günkü "Okur Temsilcisine Mektuplar" köşesinde bir terörist başının savcıya söylediği iddia edilen "Biz ne bağımsızlık, ne federasyon istiyoruz. Üniter devletten yanayız" haberi ile ilgili okurların gönderdiği bazı mesajlara yer vermiş. Bildiğiniz gibi bu haber geçen hafta demeci veren kişinin fotoğrafı ile birlikte birinci sayfada dokuz sütuna manşet olmuştu. Satmış, haber ile ilgili toplam sekiz okur mesajına yer vermiş. Diğer taraftan Hürriyet’in manşetlerinin kararlaştırıldığı toplantıya katılanlara "Bu haber neden manşet oldu?" diye sormuş ve toplantıya katılan dokuz yazı işleri sorumlusu da bu soruya cevap vermiş.

Eski bir Hürriyet çalışanı olarak değil ama düzenli bir okuru olarak bu haber konusunda söyleyeceklerim var. Öncelikle Hürriyet böyle bir haberi hangi ilkesine göre verdiği mearak ediyorum. Çünkü yayın ilkeleri olarak açıklanan ve sonra da Hürriyet, hürriyettir diye yapılan ve otobüs duraklarına kadar kullanılan kampanya da hürriyet'in neler olduğu bir bir anlatılıyor. Ama yazı işleri sorumlularının açıklamaları biraz fazla kafa karıştırıyor. Oysa orada verilen tanımların hangisine göre bu haberi yaptıklarını okurlarına açıklasalardı daha inandırıcı olurlardı hem de iyi olurdu diye düşünüyorum.

Çünkü Ertuğrul Özkök'ün ifadesiyle Hürriyet, bir kitle gazetesi. Ama unutulmamalıdır ki öncelikle bir Türk gazetesi ve Türkçe yayınlanıyor. Bunları düşündükten sonra ve sayın Ertuğrul Özkök'ün değerlendirmelerindeki bazı ifadeleri tekrar okuduktan sonra bazı okurların değerlendirmelerine katılmamak mümkün değil. Neden mi ?

" Hürriyet’in PKK ile ilgili haberler konusunda hiçbir kompleksi yoktur... ", "...Biz demeç almadık. Bunlar savcıya söylenmiş sözlerdi. Ve ilginç bir açılımı yansıtıyordu...","...Zaten böyle bir demeci manşete çekme cesaretini ancak Hürriyet gibi PKK’ya karşı canı pahasına mücadele etmiş bir gazete gösterebilirdi...", "... Bir cinayet şebekesinin ne düşündüğünü bilmeden onunla etkili mücadele de edemezsiniz..."

şimdi böyle açıklama yaptığımızda hergün sizi 35 yeni kuruş ödeyerek alan tüketiciniz şunları düşünmez mi. ? "Artık bir cinayet şebekesinin ne düşündüğünü gerçekten öğrenmiş olduk ? Sizce şimdi nasıl mücadele etmeliyiz ? Bu mücadele de amaç ne olmalı ? Sonucu nasıl biterse başarılı oluruz ? " Hergün köşesinde herkese sürekli milliyetçilik, laiklik ve cumhuriyetçilik dersleri veren Emin Çölaşan ne düşünür ? Peki diğer yazı işleri sorumlularının söylediklerine ne demeli ve nasıl yorumlamalıyız ?

"...Burada amaç, bir teröristin fikirlerini açıklamasına yardım etmek değil. Asıl amaç, Türkiye’de bugün yetkili ağızların çözüm için ileri sürdükleri fikirlere bir teröristin yaklaşması ve onun yandaşlarının bundan haberdar olmasıdır..." F.Ercan.

"...çünkü haberci açısından kaynağın itibarı ve mesajın önemi farklı meseledir. Diyelim ki Türkiye, komşu bir ülkeyle savaşın eşiğine geldi. Düşman diye bu ülkenin sözgelimi başbakanına sansür mü uygulanacak ?..." E.Berberoğlu

"...konuşmasını bir geri adım olarak gördüğümüz için, ayrıca şiddet ortamının tansiyonunu düşürebileceği düşüncesiyle manşet yaptık..." T.Türenç

"... Aklı başında herkes bu ülkenin düzlüğe çıkmasını istiyor. Hürriyet’in bunu manşetine taşıması, Türkiye’nin mutlu geleceği açısından son derece isabetlidir..." N.Özkan

"...Gazetecinin görevi, olup biteni yansıtmaktır..." "... bir haberin manşet olması, gazete yönetiminin oradaki görüşlere katıldığını göstermez..."M.Yılmaz


Görüşlere bakılırsa Hürriyet, ülkesinin bölünmez bütünlüğüne yardımcı olabilmek için ama tarafsız ve araştırmacı gazetecilik anlayışı ile böyle bir manşet yapmış.

Düşünsenize devletin bir savcısı ile bir teröristin cezaevinde yaptıkları görüşmenin gizli tutanaklarını ele geçirerek büyük bir gazetecilik olayına imza atmışsınız. Rakipleriniz ertesi gün birinci sayfada bu haberi gördüklerinde sizin önünüzde yine şapka çıkaracaklar ve Hürriyet, hürriyettir diyecekler. Ama siz habere öyle bir şekil veriyorsunuz ki bir terör örgütünün başı ile devletinizi aynı masada uzlaşmaya ve bu problemi çözmeye davet ediyorsunuz. Sonra da ülkeniz açısından ilginç bir açılımı yansıtan ! bir sözü kompleksiz ve canı pahasına mücadele etmiş bir gazete olarak manşete ancak ben taşıyabilirdim. Ben de böyle taşıdım. Öyleyse doğrusu budur diyeceksiniz. Eğer Hürriyet bir kitle gazetesi ise hergün 1,6 milyon kişi tarafından okunuyorsa kusura bakmayın ama bence de bu haber Hürriyet'e hiç yakışmadı diyorum. Çünkü Hürriyet, vatanın bölünmez bütünlüğü, bu haberi daha farklı yapabilmek, o fotoğrafı basmamak, o sözü manşete taşımamak, diyelim ki ile komşu ülke ile savaşın eşiğine gelmemek, gelince de bu komşu başbakanına ne uygulayacağını bilmektir diyorum.

Cumartesi, Kasım 26, 2005

Türk Medyasının Günebakan**ları...

Ekrem Dumanlı'nın dünkü yazısını okurken aklıma ilk gelen "bir ülke aydınları kadar aydınlıktır" oldu. Çünkü benim de yirmi yıla yakın bir süredir içinde bulunduğum bu alt sektör, ülkemizin en çok aydının bulunduğu söylenen yerlerden de biri aynı zamanda.

Sayın Dumanlı, medyanın içinde bulunduğu vahim durumu ilk tesbit eden ve yazanlardan. Haklı olarakta basının aklını başına toplaması ve derede boğulmamız gerektiğini hatırlatıyor. Yaptığı çağrı inşallah karşılık bulur. Ancak büyük mecraların üst katlarında-yıllardır- oturan bu aydınlarımızın yine o ince hastalığa yani yönetme (goverment sendromu) hastalığına yakalandıklarını görüyorum.

Tahmin edeceğiniz gibi bu bir hastalık ve tipik bir aydın hastalığı. İki farklı türü var; Uzun süre muhalefette kalan aydınlarda rastlanılan türüne Tip 1, basında çalışan üst düzey yöneticilerde rastlanan türüne de Tip 2 diyebiliriz. Tip 2 tahmin edeceğiniz gibi diğerinden çok daha tehlikeli . Hastalığın kesin bir tedavi şekli de şimdiye kadar malesef bulunamadı.

Hastalık bulunduğu çevreye, ülkeye hatta ülkeler arasındaki ilişkilere bile zarar verebiliyor. Bu nedenle hastalığa ileri derecede yakalanan bazı aydınlarımıza zaman zaman istedikleri yerleri yönetme imkanları sağlanmışsa da söyledikleri ve yazdıkları gibi yönetemedikleri için tedaviye cevap alınamamıştır. Bu hastalık, yapılan araştırmalara göre en sık 45 yaş ve üzeri, eğitim düzeyi yüksek, erkek ve AB sosyo ekonomik sınıfına mensup profeyonel yöneticilerde görülmektedir.

"Kendini seven, biraz daha çok kazanabilmek için her imkanı değerlendiren, hürriyetçi, cumhuriyetçi ve milliyetçi, evrim geçirmiş sosyalist,dönmüş, AB'ye girmeyi ekonomik özgürlük ve insanca yaşam gören, laik ama ilahiyatı yetersiz, insana saygıyı öldüğünde ardından alkışlayarak gösteren, bütün ilişkilerin çıkara dayalı olduğunu savunan, ..." gibi özelliklere sahip bu aydınlarımız hastalık süresince sürekli komplo teorileri üretir ve bunları her fırsatta uygulamaya koymaya çalışırlar. Bunun içinde her türlü ortamı kullanırlar. İnsanların ne istediğini bilmeyen aptallar olduğunu sosyolojik olarak onlara anlatmaya kalkışacak kadar ileri giderler. Hayvanlarla çok iyi iletişim kurduklarını savunur, kendi cinsleri ile sürekli tartışırlar. Sürekli yazar ve konuşurlar. Okudukları kitapları, okunması gereken en önemli kitaplar olarak lanse etmekten kaçınmazlar. Yazılarında sevdikleri veya sevmedikleri kişi veya olayları sürekli referans olarak gösterdikleri görülür. Araştırmaya inanmazlar ve düşüncelerini desteklemedikçe de referans göstermezler. Konuları derinlemesine irdeleyemezler. Bu nedenle konular ve olaylar karşısında ön yargılı yani taraftırlar.

Kesinlikle yazdıkları veya konuştukları gibi yaşamazlar. Taraf oldukları içinde böyle bir dönemde onları tefekküre çağırmak, ne kadar doğru bir yolda ilerlediklerini teyit etme sonucu doğurabilir. Bunun sonucunda hastalıkta daha da tehlikeli bir döneme girilebilir.

Böyle dönemlerde hastaya bir şey anlatabilmek için kendi dili dışında İngilizce, Fransızca, Rusça, Arapça, Japonca hatta başka canlı türlerinin dilleri ile iletişim kurmak gerekebilir. Son çare olarak bazı hastaların böyle dönemlerde sadece patronları ile iletişim kurduğu unutulmamalıdır.


Peki, ülke insanı diğer bir deyimle medya tüketicisi, bu kadar aydının bulunduğu bir sektörde ve yaradanın bu güzel ülkesinde her sabah özellikle de bazı büyük gazetelerin gündemine bakarken bu sektörde çalışan insanların içi bu kadar daralmalı mı ? İçi daralan insan, zayıf insandır. Çünkü, darlık yoksulluktan gelir ve bu ülke insanı şu imparatorluk ile bu cumhuriyet arasındaki o yoksulluktan bugüne geldiği unutulmamalıdır. Yaşadığı sıkıntıların uzun sürmesi bir kaderse de bu kaderin süresini belirleyen de Türk medyasının aydınları olmuştur. Her sabah, kendi gündemlerini bu ülkenin gündemi olarak belirleyen o Türk medya aydınları bilgi vermek ve yönetmek arasında nasıl bir sorumlulukla bu gündemleri belirlerler hiç düşündünüz mü ? Peki araştırdınız mı ? Peki ama neden 5N + 1K ?

Çok söyleyenin şarkıcı değil sanatçı olduğu bir ülkede çok yazan ve okuyanın da kendini aydın görmesi normal karşılanmalı. Ama bu aydınların yazdıkları ile içi daralan insan sayısı her geçen gün artmamalı.
Gazete, her sabah saat yedi ile onbir arasında tüketilen bir FMCG ürünüdür. Bu nedenle medya patronlarının bazı medya aydınlarına yazı yazdırmaması yakın bir gelecekte şirketinin karlılığı ve tabiki de ülke sağlığı için çok faydalı olacaktır. Ama önce devletimizin bütün özelleştirmeleri yapması ve elinde satacak hiçbir şeyin kalmaması gerekiyor. Çünkü bu aydınların özelleştirme ve satışlarda bu hastalığa neden yakalandıkları artık biliniyor.

"Aydın" bu kelimeyi kendi kendinize söylediğinizde bile içiniz açılıyor ve hafifliyorsunuz değil mi ? "...Bu ülke aydınları haksızlıklara, yolsuzluklara, tekelciliğe asla izin vermezler. Çıkar gözetmezler. Kişi hak ve özgürlüklerini patronlarınkinden daha üstün görürler. Çünkü, en daim müşterileri sokaktaki insandır, patronları değil. " gibi sözler duymak isterdiniz değil mi ? Her ülke, vatandaşlarını büyük bir sorumluluk duygusu ile temsil eden ve bundan da büyük bir mutluluk duyan, keyif alan aydınları ile övünmek ister. Ne mutlu övünen ülkelere, inşallah biz de bir gün o duyguyu yaşarız.

Ama ülkemizde iki farklı medya aydını var malesef. Birincisi ülke insanına seslenen ve onların temsilcisi olanlar, ikincisi ise kendi cemiyetine ve hükümete seslenenler. Yine malesef ikincisi bizde daha fazla. Bu nedenle belki de bu ülke bu kadar aydınlık. Ne dersiniz ?


*Aydın: TDK güncel Tükçe Sözlük'e göre;
2 . Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli (kimse), münevver: "Akşam gazetesi, yurt aydınlarıyla konuşarak bizde niçin yazar yetişmediğinin sebeplerini araştırdı."- O. V. Kanık.

** Halk arasındaki "aydın"ın farklı bir anlamı : Günebakan, ayçiçeği