Pazartesi, Aralık 15, 2008

Kurban dan sonra

Bir kurban bayramını daha geride bıraktık. Medyamızda yine kanlı görüntüler vardı. Dini bir bayramın yine olumsuz kareleri haber oldu. Yani başarısızlıkların haberleri yapıldı. Bu na bir de politik başarısızlıklar eklenince bayram sayfaları doldu taştı. Medyamız başta olmak üzere giderek moral değerleri olumsuzluklarla dolu bir ülke olduk çıktık. Herşeyi eleştirir, herşeye olumsuz tarafından bakar olduk. Tabi bu arada herşeyi bilen kişi sayımızda da doğal olarak bir patlama oldu. Artık, medyanın şiddete karşı son kampanyalarına eğitimsizliğin ve bilgisizliğin değil, olumsuzluğun bir sonucu olabilir mi diye de bakmak gerekiyor. Öyle ya, herşeyin mükemmelini aramıyor muyuz ? Mükemmel derken, en iyiyi kast ettiğimin altını çizmek istiyorum. Hatalarımızı en aza indirgeyip sonra da yok etmeye çalışmıyormuyuz ? Peki bunu nasıl yapıyoruz ? Başarısızlıklarımızı ortaya koyup sonra bunları inceleyerek iyi bir toplum ve insan olmaya çalışıyoruz. Oysa bu ne kadar yanlış. Düşünsenize iyiye, kötüyü inceleyerek ulaşmaya çalışıyoruz. Hey hak, nereden nereye geldik misaliyiz! Bir çocuk dünyaya geldiğinde onunla birlikte doğan iyi ve güzelden bahsediyoruz. Peki, olumsuzlukları inceleyerek olumlu hale getirmek mümkün mü ?  "Mükemmeliği, başarısızlığı inceleyip onu tersine çevirerek elde edemezsiniz... Çünkü, mükemmeliyetle başarısızlık çoğu zaman şaşırtıcı derecede birbirine benzer. İstisna olan ortalamadır." Bu sözler bana değil. Gallup'un First, Break All the Rules kitabının yazarı Marcus Buckingham ve Curt Hoffmanna ait. Yeni yüzyılda artık yöneticilere, iyi bir yönetici olmak istiyorsanız lütfen bu dikkat edin deniyor. Yani herşeye olumlu tarafından bakarak etkin çözüm yolları bulabilirsiniz. Bu bakış açısı, sizi başarıya götüren yolları kısaltacak ve çevrenizdeki insanların performanslarını artıracaktır. Düşünün, şimdiye kadar, kaç insanın olumsuz yönlerini anlatarak onun doğruyu bulmasına ve değişmesine yardımcı oldunuz ? Yoksa sadece sizin yanınızda mı o olumsuzlukları sergilemiyorlar. Bu onların artık başarılı veya iyi biri oldukları anlamına gelir mi ? Cezaevleri ekonomik krizlerin olduğu dönemlerde daha fazla doluyor. Neden ? Suçu işlemeden önce biliyoruz ama çaresizlik veya bir anlık hata aynı sonucu doğuruyor. Bizde bunu haber yapıyoruz ? Haber olana kadar ki hiçbir süreçte yokuz veya olumsuzluklarla veya benzer haberlerle suçu normal hale getirdiğimizin farkında değiliz. Eee suç oluşunca ordayız ve suçluyu yerden yere vurarak ona iyi olması için neden oluşturuyoruz öyle mi ? Yok bir şey. Şimdiye kadar kaç kurban bayramı geçti bir düşünün. Bu görüntüler oluşmasın diye yapılan yayınların kaçı doğru sonucu doğurdu ? Ama her geçen gün, olumsuz görüntü sayısı azaldı diyeceksiniz. Acaba gerçekten öyle mi ?  Yoksa biz mi aynı görüntüleri fazlasıyla vermekten sıkıldık ? Kaç insan dini bir görevini yerine getirirken suç işlemek veya bu tür olumsuz ortamlarda bulunmak ister ? Medyanın görevlerinden biri toplum veya birey için problem olan unsuru ortadan kaldırmak için tarafları ilgili kurum ve kuruluşlarla bir araya getirerek çözüm bulunmasına yardımcı olmak değil mi ? O zaman Hükümet, Belediyeler ve Diyanet ile bir araya gelinerek projeler üretilebilir ve bunlar pilot uygulamalarla hayata geçirilir. Sonra da genele yayılır. Bunu magazin basını yapmazsa kendini haber medyası olarak görenler yapmalıdır. Ama önce bu tür konulara olumlu tarafından bakmayı öğrenelim. İşte bir fırsat, demir tavında dövülür müş. Kurban Bayramı yeni bitti. Geriye olumsuz olarak bıraktıkları ortada ve gelecek yıl bunları yaşamamak için çözüm zamanı. Yoksa bu yıl başlayan belediye ve vakıf çözümleri konuyu başka bir yere taşıyacak. Sonra bizde bunları haber yaparak yine bulamıyacağımız iyiyi ve doğruyu arıyacağız... 

Pazar, Aralık 07, 2008

Sen Mutlu Ol Diye....

Aslında okuduğum hiç bir kitabın yazarını hatırlamıyorum. Ezberimde öyle kuvvetli değildir. Konuşurken aklıma gelen kelimeleri yan yana nasıl diziyorum onu da bilmiyorum. Bildiğim bir şeyler var ama onları da şu an da ilgili kelimelerle yanyana dizerek anlatamıyorum. Oldukça uzun bir iş hayatım oldu. Çok çalıştım falan. Hep o bilindik hikayelerden işte. Sonra kimse bana yardım etmedi diye devam ediyor. Kaç film seyrettim onu da hatırlamıyorum. Oyuncuları kim di, ne zaman çevrildi. Yönetmeni, mekanı... Sinematografik açıdan bakınca hangi kareleri film afişinde kullanmışlardı.  Hiç ama hiçbirini hatırlamıyorum. Sizin gibi hatırlamak için çok uğraştım ama olmadı, başaramadım. Beynimin bir yerlerinde ilgili dosyalara kayıtlı olduğunu biliyorum. Belki de dosyaların adını bilmediğim için aklıma gelmiyorlar. Belki de konuşurken o yüzden felsefi bir hava oluşturuyor dinleyenlerde. Çok şey yaşayan, çok okuyan, çok gözlemleyen, çok konuşan biri nasıl olurda kendini anlatmak istemez. Örnekleri hep kendine bağlayıp, neden yanlış anlaşılmaktan yorulmaz. Başladığı konuşmasının ortasında bundan vazgeçip neden anlaşılmaz oluverir. Şimdi bunların hepsi psikolojik bir problemmiş gibi duruyor değil mi. Aslında değil. Bu bir kendini bulma çabası da değil. Kendini bulmak isteyen kişi birşeyler arar. Oysa şu anda yaşadığım ortam da hiçbir sorunun cevabını aramıyorum. Sadece yaşıyorum. Çoğunu istediğim için değil. Önüme çıktıkları için yaşıyorum. Çünkü bazı şeylerin benimle değil, yaratılışımla ilgili olduğunu biliyorum. Ben sadece önüme çıkanları istediğim gibi neden yaşayamadığım düşünüyorum. Bunların bir çoğu benimle ilgili olmalı. Anlatamadığım, satamadığım bir şeyler olmalı. Etrafımdaki insanların içinde ya normal ya da normal üstü insanlar var. Kendimi hiç sınıflandırmadım. Çünkü, sınıflandırsam, normalin altında değerlendirebilirim. Bazen konuşurken, karşımdakini düşüncesi önemsizleşiyor. Neden bilmiyorum. Ama eminim bunları düşünmemin zamanı değil. Yoksa neden diye sorduğumda mutlaka bir cevabı olurdu. Kendime şaşırdığım zamanlarda teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Teşekkür ederim Tanrım, yaratıcılığının önünde bir kez daha saygıyla ve büyük bir hayranlıkla secde ediyorum. İnsanların kendi oluşturdukları politikalarla, doktirinlerle, yaşamasına dayanamıyorum, üzülüyorum. Neden doktirinler bu kadar önemli. Yada önemli olsunlar. İnsan kendi politikasını bir başına oluşturamaz. Bir yönetici çalışanlarının hiçbirinin kendisi ile aynı düşünceleri paylaşmadığını bilir. Çünkü kişi, bağımsız ve tek bir bireydir. Öyle yaratılmıştır. Kendi olarak doğar ve kendi olarak ölür. Seçimlerini kendi yapar. Kararlarını kendi verir. Yargılanması da kendi başınadır. Hiç birlikte aynı şeyi, aynı şekilde yapan ve aynı cezayı veya ödülü alan kimse gördünüz mü ? Biri mutlaka diğerinden farklı bir şey yapmıştır. Ödül ve ceza bir son olduğu için aynıdır. Aynı olmak zorundadır. Düşünsenize son olmasaydı, ne anlamı kalırdı yaşamın. Hedeflerin ve yaşamanın nasıl bir anlamı olurdu ? Bir filmi seyerederken, bir kitabı okurken veya birini dinlerken sonunu niye bu kadar merak ediyoruz. Son olmasaydı, sevgi ve nefret nasıl bu kadar yakın hissedilirdi. İyi ve kötü, nasıl kendini aynı görürdü.  Ceza, nasıl bir son olabilirdi ? İnsan basit bir yaşamı nasıl bu kadar zorlaştırabilirdi ?

Hatırlamıyorum gerçekten politikacıların temel aldığı düşünceleri. Önemi yok gerçekten o sözleri kimin söylediğinin. Yıllar önce söylenmiş güzel bir söz, bugün anlatmak istediğin duygu ve düşünceleri çok iyi ifade ediyorsa söyle kurtul. İzin alman gerekmiyor. Çünkü onları sen söylediğinde başına, ortasına ve sonuna mutlaka birşeyler ekliyorsun unutma.

Yaşamak için çalışmak gerekiyor. Çünkü birşeyleri satın almadan yaşayamıyorsun. Bir şeyleri satın almak içinse para kazanman gerekiyor. Yani çalışmak, para kazanmak demek. Çünkü çalışmak üretmek demek. Üretmek, satacak birşeylerin var demek.  Satacak birşeylerin varsa mutlaka satın alacak birileri var demek. Dikkat ettiniz mi ? Hiçbir şey karşılıksız değil. Hiçbir şey boşa üretilmiş, yaratılmış değil. Bir şey üretiyorsun, bir alıcı çıkıyor. Satıyorsun, bir de belge veriyorsun, sana ait olduğunu belgelemek için. Yani satın alan sana, ben bunu aldım demiyor. Sen sattım diyorsun, işte bu da kanıtı. Üretiyorsun ama satana kadar belgeleyemiyorsun tuhaf değil mi. Ürettiğine yakından baktığında yeni değil farklı bir şey olduğunu anlıyorsun. Çünkü onu anlatmak için kullandığın kelimeleria zaten biliyoruz. Bildiğimiz kelimelerle anlatılan bir şey nasıl yeni olabilir ? Biz kelimelerin yerlerini veya anlamlarını değiştirmeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Neden ? Çünkü yeni bir şey yapabildiğimizi göstermek istiyoruz. Bu bir süper ego aslında. Yoksa yeni değil. Hani bir örnek vardır. Zlu kabilesinde uzak kelimesi, çocuğu ağladığında annesinin onu duyamıyacağı yer olarak kullanılırmış ya işte öyle. İkisi de uzak ama biri sadece dört harf. Anlam aynı.

Yaşamak için tek başına olman gerekiyor unutma. Başarı ne kadar çalıştığın ve ürettiğinle ilgili. Bunu da daha fazla şeye sahip olmak için yapıyorsun. Hayatın anlamını aramana gerek yok. Yaratıldığında o anlam zaten vardı unutma. Sen sende var olan bir şeyi arıyorsun. Olmayan bir şeyi bulman ise imkansız. Var olanı bulduğunda pazılın parçalarını yan yana getirdiğin ve anlamlı olduğu için mutlusun. Mutlu olmak için sürekli aramak zorunda değilsin ? Yada sürekli bir şeyleri yanyana getirip diğer insanlardan daha anlamlı olmuyorsun. Sen bir sonraki parçayı bulana kadar öyle sanıyorsun. Ürettiklerinin bir anlamı var. Söylediklerinin ve yazdıklarınında. Ama bunları senin yapmış olmanın bir anlamı yok. Sen istiyorsun ki benim olsun. Oysa söylediğinde senin olmuyor. Sen mutlu oluyorsun diye belki de kimse o anı bozmak istemiyor. Hani bu günlerde tekrar hatırladığımız olumlu tutum geliştirme çabamız varya işte ondan. Oysa iyilik, mutluluk sen doğarken seninle doğdu. Kötülük sonradan tanıştığımız bir şey. Bu yüzden tanımı iyi olmayan demek. İnsan neye benziyor, nasıl yani diye öğrenmiyormu herşeyi. Bir düşün o zaman. Olumlu tutum doğuştan gelen, olumsuzluklar ise sonradan kazanılan. O yüzden kötü olmak çok kolay. Çünkü güzeli, iyiyi, mutluluğu doğuştan getiriyorsun. Kötüyü ise sonradan öğreniyorsun. Öğrenilen şeyler kolay unutulmaz bilirisin. Kötülük o yüzden bir savunma biçimi ve daha iyi anlaşılmak için kullanılıyor ne garip.

Yaratılışa, bugüne ve yarına dair bir kitap okuyorum. Bazı şeylerin anlamını hala bilmesemde, hiçbir karşılığını bulamasamda, bulacağım güne kadar okumaya devam edeceğim. Her bulduğum anlam, benimle bizimle bu hayat arasında daha kolay yaşamak için. Mutluluğu, iyiliği, güzelliği anlayabilmek, anlatabilmek için. Daha yaşanır kılmak için hayatı. Ya da yaşanır kılanın söylendiği gibi yaşamak için. Ayrıldığımız nokta bu olmasa gerek. Herşey insan içinse, kişilerin olayların söylenildiği kadar nasıl derin bir anlamı olabilirki ?  Hayatı anlamsızlaştırırsan yaşamak için bir anlama ihtiyacı olur. İşte sen o anlamı arıyorsun, mutluluğu değil. Anlamı bulduğunda mutlu olacağının kaçınılmaz olduğunu bildiğin kadar arıyorsun. Önemli olan söylenenler, kimin söylediği veya yazdığının önemi yok. İsim yazmaya veya öğrenmeye başlasan bunun sonu nereye varır bir düşün ? Sonra hangisi daha önemli diye düşünmez mi insan ? Sonra her konuşmaya başladığında birinden söz etmek zorunda kalmak önemsizleştirmez mi seni ? Kitapta zaten en önemlileri yazıyor. Okuman yeter. Gerisi sadece insan. Olaylar, birşeyleri açıklamak için. Tasvirler, neye benzediğini anlamak için. Ama hepsi sen mutlu ol diye. Daha yaşanır hale getir diye sana verilen hayatı. 
Marka, yeni bir şey değil sadece daha kolay hatırlama için bir tanımlama, bir kısaltma unutma. Pazarlama ise daha kolay satınalma o kadar. Ürettiklerimiz çalışmak ve hak etmek için bir neden aslında. Yani bir araç. Bir nedenden başka bir nedene varabilmek için bir yol. Yoksa nasıl anlıyacağız ne kadar yol aldığımızı. Bizden öncekilerden aldığımız bilgiyi nereden aldığımızı ve nereye taşıdığımızı nasıl anlayacak bizden sonrakiler. Yoksa nereden, nasıl başlarlardı yaşamaya. Dedim ya işte, biz sadece biziz. İsmimiz değil önemli olan, sadece yaptıklarımız ve söylediklerimiz hepsi o. İsimleri yaptıklar ve söyledikleri ile birleştiren, kayda geçen var zaten. Günü geldiğinde hesap soracak olanda o biz değiliz. Bize sadece söylenini yapmak ve mutlu yaşamak kalıyor hepsi o. Bebelere bir bakın isterseniz. Mutlu olmak için birşeyleri bilmeleri gerekmiyor. Seninde birşeyleri araman gerekmiyor inan. Bütün soruların cevabı sende. Herşey sen mutlu ol diye. 

Salı, Kasım 18, 2008

Medya Terörü

Son aylarda medyanın kendi arasında yaşadıklarına artık bir dur demek gerekiyor. Dur diyebilmek içinde önce bunun bir adını koyalım. Bunun adı e-y-g muhtıra değil medya terörü dür.  Gerçi sayın Veysel Batmaz, Nuriye Akman röportajında "...reyting terörü, silahlı terörden daha tehlikeli..." demiş. Oysa, reyting terörünün ana nedeni, medya terörüdür. Reyting terörü, bunun sadece alt açılımlarından biridir. Bunun bir ülke için normal terörden çok daha vahim sonuçlar doğurabileceği bütün uzmanlar biliyor. Yanlış anlaşılmasın bu terörü medya isteyerek ve sonuçlarının nereye varacağını hesap ederek çıkardı demiyorum ama sonuçları ortada.  
Ülke medyamız her gün daha fazla alanını kendi terörüne ayırıyor. Yani konuyu topluma mal etmeye çalışıyor ve taraf olmasını istiyor. Aynı zamanda kendi okurunu aptal yerine koyuyor. Sormak gerekiyor, medyanın kendi arasında yaşadığı bu seviyesiz ilişkide kamuoyunun rolü nedir ? Hergün bütçesinden otuz, kırk kuruş ayırarak dünyadan ve ülkesinden haber almak ve yorum okumak isteyen tüketiciye, kendi aralarındaki seviyesiz sözleri haber, patronlarını temize çıkarmak için yazılan yazıları da yorum diye sunmak ve sonrada vaktinizi aldık özür dileriz diyerek alkış beklemenin başka bir tanımı olabilir mi ? Sevgili medya, bu tüketici size kendi aranızdaki bu tanımsız ilişkiyi okumak için mi bedel ödüyor ? Bundan emin misiniz ? Araştırmalar hiçte öyle söylemiyor. En son Zaman'ın Millward Brown'a yaptırdığı araştırmanın paylaştığı kadarına bakarsanız cevabını orada görürsünüz. Ya da bu ülke insanının ne zamandan beri Posta okuduğuna ve televizyonda magazin ve dizi seyrettiğne bakmanız yeterli. Posta, bir ihtiyaçtan mı yoksa bir tepkiden mi bugünkü büyük başarısını elde etmiştir ? Bunları araştırdığınız da ulaştığınız sonuçlar ancak size mesleğinizdeki doğru yolu gösterebilir. İslamiyet, Atatürk,  Alevilik, Kürtçülükle daha ne kadar dış güçlerinin ekmeğine bal süreceksiniz.  Daha ne kadar, sokakta yaşanmayanları yazacak ve yazdıklarınızın da yaşanması için hiç bir masraftan kaçınmayacaksınız ? 
Peki bu terörü kim durdurabilir ? Evet, medyanın yöneticileri ve patronları. Ama öncelikle yöneticileri. Düşünsenize medya patronları değişiyor ama terör bitmiyor, üslup değişmiyor. Çünkü klavye hep aynı insanların elinde. Yeni gelenlerde zorunlu olarak hızla onların arasına karışıyor. Bu ülkede yasama, yargı, yürütme hatta hükümet medyanın iki satırının arasına bakıyor. İstediği zaman 3Y'nin koruyucularına istediği gündemi tartıştırıyor. İstediği zaman meclisine ve vekillerine dondurma külahını uzatarak istediği demeçleri alıyor. İstediği yaptırabilmek için ülkesini, devletini vatandaşını hiç düşünmeden yaftalayarak dünyaya afişe edebiliyor. Bunun bitmesi için  gerçekten istemesi gerekiyor. Tüketici, bu seviyesiz ilişkinin ana nedeninin ticari bir rant kavgası ve kaygısı olduğunu, bunun da kendisinin verdiği vergilerle ayakta duran tek cumhuriyet, tek bayrak ve tek devletten elde edildiğini biliyor. Yani ülkenin medyası son yirmi yılda işi gücü bıraktı devletini mi soymaya çalışıyor ? Öyleyse bu rant ve sebeb olduğu medya terörü, ülkeyi yok edene kadar sürecek mi ? O gün  inançtan, laiklikten, cumhuriyet ve bayraktan yani devletten geriye ne kalacak ? Peki o gün yazılarınızı yine  St.German'deki veya Teşvikiye'deki o ünlü cafelerden aynı heyecanla yazabilecek misiniz ?     

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Te O ka....

Bir ülke medyası kadar güçlüdür. Bu sözü daha öncede söylemiştim. Ama bu kez, biraz daha farklı söylemek istiyorum. Çünkü bu güzel ülkenin medyası, ülkeye kalıcı zararlar vermeye başladı ve zarar her geçen gün artarak devam ediyor. Çünkü sonunda, medyamız yargı görevini de üstlendi. Yani bundan sonra kim tutar bizim medyayı misali.
Medyamız bütün bunları ülkenin milli birlik ve beraberliğini korumak, laik cumhuriyet ilkelerine hizmet etmek, ülkeyi muassır medeniyetler seviyesine yükseltmek için yapıyor ! Yoksa şüpheniz mi var ! Ülkede artık herşey hızla eleştirilebilir oldu ? İlk sözü kim söyledi yarışı başladı. Kutsal ve saygı duyulması gereken inançlar, kişi ve kurumlar dahil herkes ve herşey hızla hem de fütursuzca eleştiriliyor.Yakında olumsuz eleştirilmedik kimse ve hiçbirşey kalmayacak. Ben de şimdi içinde bulunduğum medyayı olumsuz eleştireyim bakalım sonuç ne olacak ?

Sizce, medyamızın bu olumsuz tutumunun sonu nereye kadar gidecek ? Yalan yanlış bilgilerle bu kadar olumsuz tutum içinde olmak ülkemize bugüne kadar ne yarar sağladı, şimdi ne sağlıyacak ? Son örnek, tabiki Aktütün Karakol Baskı. Olayın üzerinden yeterli zaman geçmeden, yeterli bilgi ve belgeye ulaşmadan kimi Hava Kuvvetleri Komutanı'nın istifasını kimi de özür dilemesini istedi. Adı da Golfçü Paşa oldu.
Bunu yaparakta cümle aleme gazetecelik dersi verdiler. Bana göre ise "erken öten horoz... diye başlayan atasözümüze güzel ve yeni bir örnek oldular.Te o ka...

Bize mektepte bir olay karşısında soğuk kanlı, sağ duyulu ve sabırlı olmayı, o olayı haber yapabilmek için onu tam anlamak ve tamamlamak gerektiği, bunun için de bütün kaynaklardan araştırmayı ve çıkan sonucun da ülkenin milli birliği ve beraberliğine, inançlarına ters düşmemesi gerektiği öğretildi. Şimdi tekrar hatırlayalım istifaya çağrılan kişi kim ? Olayın üzerinden ne kadar süre geçmiş ? Hangi bilgi ve belgeler doğrulanmış ? Çekilen fotoğrafın öncesinde ve sonrasındaki kareler, zaman kaydı hangi kaynaktan doğrulanmış ? Şehitlerimizin kanı orada dururken, bu işin sorumlusu olarak bir ülkenin en üst rütbeli subaylarından birinin istifası bu kadar hızla istenebilir mi ? İstemeyenin bir yüzü, olmayan zenci mi ?

Yani yıllardır ülkesini koruma görevi üstlenmiş, sicili en temiz olanlardan biri, daha göreve yeni gelmişken bu kadar hızla harcanabilir mi ? Hem de ülkenin saygı duyulması gereken kurumlarından birini temsil ederken. Kişiye saygı yoksa kuruma da mı saygımız yok? Neymiş golf oynuyormuş. Evet çok medyatik bir neden. Ama te o ka... Özel bir yurtdışı gezisinde veya hasta yatağında olsaydı yine aynı olumsuz tutumu sergiliyebilecekmiydik ? Beyler, Türk Basın Tarihinin yakın dönemi Simavilerden bugüne onlarca şaibeli olayla doluyken nasıl olurda insanları ve kurumları bu kadar hızla ve taraflı yargılayabiliriz ? Bu tutum gerçekten ülke yararına bir karar mı ? Öyleyse Amerika'da basın, 11 Eylül saldırıları sonucunda kaç komutanın istifasını istedi ? Kimler istifa etti ? Hiç bakmazmısınız arşivlere ve aynaya ? Evet, bir ülke de Cumhurbaşkanı da, askerlerde olumsuz eleştirilebilir. Ama bu tür kurum ve kişileri eleştirirken magazin gazeteciliğin üzerinde araştırma yapmak ve sabırlı olmak gerekmez mi ? Diğer taraftan insana sormazlar mı, bu güne kadar kaç yazı işleri müdürü çok önemli olaylarda görevinin başında olmadığı için istifa etti ? Kaç Genel Yayın Yönetmeni Golfçü, Şarapçı, Pipici diye ünvanlar aldı ?
Kendimize ekonomik olarak örnek aldığımız ülkelerin ana mecralarına dönün bir bakın isterseniz. Amerika, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa hangisinde medya kendisiyle ve ülkesiyle bu kadar uğraşıyor ? Hangisi bizim kadar olumsuz bir tutum içinde ? Hangisinde bu kadar yalan yanlış habere ve olumsuz eleştiriye medya yönetimleri prim veriyor ? Hangi medyanın ekonomi bölümleri patronlarının iş takibini yapıyor ? Hangi ülkenin medya patronları bu kadar gündemde ? Hangi medya patronlarına bir eleştiri yapıldığında o mecranın bütün köşe yazarları patronlarını savunmak için uğraşıyor ?
Bu soruları, ders verdiğim üniversite üçüncü sınıf öğrencilerimin bana "medyaya inanmıyoruz hocam, çünkü..." diye başlayan daha onlarca sorusunu ekleyebilirim.

Bu ülke muassır medeniyetler seviyesine olumsuz değil ancak olumlu tutumlarla ulaşabilir. Bu da güvenilir, tarafsız, şeffaf ve güçlü bir medya ile mümkün. İsterseniz bugünlerde okuduğunuz yönetim, iletişim kitaplarına dönün bir bakın. Hangi olumsuz tutum, olumlu bir tutumu tetikliyor ve istenilen olumlu sonuca götürüyor ? Yok bu tür kitaplar okumuyorsanız o zaman aile veya özel ilişkilerinize bakın. Aileniz, eşiniz, sevgiliniz veya çocuğunuz için doğru olduğuna inandığınız hangi faydalı işi, onları hızla yargılayarak ve olumsuz tutumla çözdünüz ? Eğer bu olumsuz tutumunuz ülke için, insanlar içinse ve doğruysa şimdiye kadar istifa etmesini istediğiniz kaç insan görevinden ayrıldı ? Örneğin bizim takımın başkanı sayın Demirören hala niye görevde ? Yoksa bu olumsuz tutumunuzu başka özel nedenleri mi var ? Yoksa reklamcılarınızın gazetelere (!) daha fazla reklam alabilmek için verdiği "Kimler Gazete Okumaz" daki özelliklere sahip kırbeş milyon insanın yaşadığı bir ülkede yaşamaktan mı sıkıldınız ? Bu ülke insanını hala sizi beş kuruşluk promosyona satan eğitimsiz ve göbeğini kaşıyan pijamalı lar olarak mı görüyorsunuz ?Onlar her gün sizi değilde, Pınar Süt, Coca Cola, Nescafe, Erikli, Uno alıyorsa bu olumsuz tutumunuzla sadece ülkenizi ve kendimizi de rezil ettiğinizle kalmıyor musunuz ? Te O ka...

Selocanlar ve RTÜK

GSM'de yeni bir sürecin başlangıcına doğru yaklaşıyoruz. "Numara Taşınabilirliği" 9 Kasım 2008 de başlayacak uygulama için GSM şirketleri hazırlıklarını tamamlamak üzere. OTS'i yüksek reklamlar ise bütün hızıyla devam ediyor. Bu konuda dikkatimi çeken Turkcell'in Selocanları reklamları. İlgili kuruluşların hangi kanuna ve rasyoneline istinaden oynamasına izin verdikleri bilmediğim Selocan reklamları. Hani yüzlerce çocuk, boylarından büyük, kocaman kocaman numaraları taşımaya çalışıyor, söylenen emirleri aynen uygulayarak numaraların birini kaldırıp, birini indirdikleri reklam.
Evet Turkcell Selocanları uzun süredir kullanıyor. Ama bu reklam yasalara aykırı. Çocukların reklamlarda kullanılma biçimi yanlış. Çocuklar burada duygusal bir sömürü aracı olarak kullanılıyorlar ve ayrıca da çocuklar yani gelecek kuşaklar için gizli ve sağlıksız bir reklam içeriğine sahip. O yaştaki çocuklar için cep telefonunun sakıncalarını uzmanlar her gün medya da anlatıyor. Burada fikri bulan ve onaylayan kişilerin tabiki sorumlulukları var ama en büyük sorumluluk bu reklamın yayınlanmasına izin verenlerde yani RTÜK'de ve eğer çalışmaya devam ediyorsa RÖK'te.
RTÜK Kanunun, Reklamlar başlığı ile verilen Madde 19'a bakalım. Madde ne diyor ?
" Bütün reklamlar adil ve dürüst olacak,yanıltıcı ve tüketicinin çıkarlarına zarar verecek nitelikte olmayacak, çocuklara yönelik veya içinde çocukların kullanıldığı reklamlarda, onların yararlarına zarar verecek unsurlar bulunmayacak, çocukların özel duyguları gözönünde tutulacaktır." diyor. Yani kanun bu kadar açıkken, nasıl oluyorda bir reklam, hala yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenmiş henüz ilkokul çağına girmemiş çocuklarımız üzerinde kurgulanabiliyor ? RTÜK ve RÖK ( hala çalışıyorsa ! diyorum çünkü medya ne zaman kendi veya hükümetle arasındaki iletişimde hassas dönemlere girse, sektörün STÖ'lerini derin bir sessizlik alıyor) ise sessizce oturmaya devam ediyor. Eğer bu reklam gayet yasal ise aşağıdaki soruları birileri cevaplandırırsa hayırlı bir kamu görevi yerine getirmiş olur.

O yaş grubu ve aileleri üzerinde bir araştırması yapıldı mı ? Yapıldı ise nasıl bir araştırma yapıldı ? Reklam o yaş grubu üzerinde sorunsuz nasıl bir etki oluşturuyor ? Çocuklar için bu reklam gerçekten zararsız mı ? Bu reklam, o yaş grubu çocuklarda bir GSM hattını mı yoksa bir cep telefonunu mu çağrıştırıyor ? Diğer bir ifade ile Turkcell çocuklar için bir cep telefonumu markası olabilir mi ? Şimdi birileri kalkıp söz konusu olan çocuklarımız bile olsa asıl zaralı olan cep telefonunun kendisi, oysa reklamı yapılan bir GSM hattı diyebilir. Ticarette herşey yasalara uygun ise yapılabilir demek, ne kadar doğru ? Bu, sorumluluğumuzu ne kadar azaltır ? GSM hattı olmadan çalışan bir cep telefonu var mı ? Cep telefonu çocuklarımız için faydalıdır diyen bir bilimsel araştırma var mı ? Kimse cep telefonun içindeki her parça sağlığa zararlı dır demiyor ama cep telefonu o parçalar olmadan da çalışmıyor malesef.
19.maddeye döner ve olumlu tarafından bakarsak; Bu reklam, çocuklarımız üzerinde olumlu ne gibi davranışlar yaratıyor ? Reklamın çocuklarımıza zarar vermeyen unsurları neler ? Bu reklam yapılırken çocuklarımızın hangi duyguları göz önüne alınmış ? Eğer bu reklamı bu madde kapsamında değerlendiremiyeceksek, hangilerini değerlendireceğiz ?
Herkesin tebessüm içinde izlediği bu reklam, gerçekten yasal ve zararsız mı ? Eminim bu konuda RTÜK çoktan araştırmalarını yapmış, sorularını sormuş ve cevaplarını almıştır. Reklam normal ise kamuoyuyla neden normal olduğunu, yok yayınlanması sakıncalı ise de bir an önce Turkcell'i uyarması ve onların bu konsepte artık reklam yatırımı yapmasını durdurması gerekmez mi ?

Son söz; Hangi denge, geleceği emanet edeceğimiz çocuklarımızdan daha değerli olabilir ? Sağlıksız bir nesil yetiştirip, nasıl olsa tıp o gün bunun da çaresi bulur diyorsanız. İnşallah o günleri görürsünüz ne diyelim...

Salı, Nisan 29, 2008

Sevgili Elif,

Ben yumurtanın tavuktan çıktığını düşünenlerdenim. Yumurtanın olabilmesi için önce tavuğun olması gerekir değil mi ? Birçok kişi gibi ben de kainatın bir sebeb-sonuç ilişkisi içinde yaratılmış olduğunu düşünüyorum. Durum böyle olunca ilk önce canlıların var olması gerekir. Sanat ile ilgili konuya gelince bir insanın, ben sanatçıyım veya buna benzer bir imada bulunması ne kadar doğru ? Sanatçı, bir markadır. Bir insanın sürekli "ben markayım/sanatçıyım" diye ortalarda dolaşması normal bir durum olmasa gerek. Bir markanın oluşması için oldukça uzun bir süreç gerekir. Bir şeyin marka olabilmesi için bir tüketicisi olması gerekir. Tüketici ise, marka'yı kutsayan insandır. Bu nedenle onu kuşaktan kuşağa taşır ve bunun karşılığında hiçbir ücret talep etmez. Hatta onu veya ürünlerini satın alarak üste para verir.
Coca Cola, 1892 yılından günümüze kadar gelen, 80 milyar dolara varan marka değeri ile dünyanın en değerli ama tüketim bedeli en ucuz ürünlerinden biri değil mi ? Bugün birçok rakibi olduğu düşünüldüğünde gerçek başarının ne kadarı hala o sihirli formül de gizli ? Tekrar araştırmak ve düşünmek gerekmez mi ? Marka, bir tecrübedir. Bir çocuğun bile dokuz ay anne karnında beklediğini hatırla.
Bir insanın sanatı yıllar sonra tescilleniyor. Güncel çalışmaları sanat diye nitelendirirsek, diğerlerine ne diyeceğiz ? İnsanlar, herşeyi bizim düşündüğümüz an veya dönemde düşünmeyebilir veya tüketmeyebilir. Bunun için onları yargılayamayız.
Yaşamın herşeye rağmen doğal (bizim değil Yaratanın kontrolünde) devam ettiğini ve her an yeni süprizlerle karşılaştığımızı unutmayalım. Yaşamı güzel kılan da süprizleri değil mi ? Herkesin aynı şeyleri aynı dönemde düşünmesinin ne kadar heyecanlı olabileceğini inan bilmiyorum. Bir de o mükemmel bedeni yöneten, sınırlarını daha uzun yıllar keşfetmeye çalışılacak aklımızı, hafife almamak gerekir.
Yaratıldığına inanan insanlar, kendilerini yaratan varlığın sanatı karşısında nasıl saygıyla eğiliyorlarsa, ben de onun en değerli eseri olan insanoğlu'nun yani bizlerin genlerine, mutlaka bu sanatçı özelliğini, yansıtmış olabileceğini düşünüyorum.
Bu arada sanat önceliği ile temel ihtiyaçlarını karşılama önceliği olan insanları aynı ortamda değerlendirmemeliyiz. Sanatsal konuları onlarla zamanından önce tartışmamalıyız. Unutma iletişim, doğru zamanda, doğru insanla, doğru şeyi konuşmak ve paylaşmak değil miydi ?
Kolay gelsin...

Cumartesi, Nisan 05, 2008

Vergini Ver İsmini Verme

Geçen yılın en çok vergi ödeyenler listesi açıklandı. Listede ilk sırayı 10,4 milyon YTL ile Aydın Doğan aldı. Ancak listenin ilk otuzuna grup bazında baktığımızda Koç ailesini ( 5 kişi ) 25,7 milyon YTL ile birinci, Sabancı ailesini ise (4 kişi ) 17,5 milyon YTL ile ikinci sırada yer aldığını görüyoruz. Listenin tamamına baktığımızda aileler özelinde ilk iki sıra değişmiyor. Buraya kadar yeni ve ilginç bir şey yok haklısınız. İlginç olan listede ilk otuz içinde yer alan ve isminin açıklanmasını istemeyen 6 kişinin toplamda 25,4 milyon YTL devlete vergi ödemiş olması. Bu kişiler neden isimlerinin açıklanmasını istemedi bilmiyorum ve açıkçası bunu bir vatandaş olarak çok merakta etmiyorum. Çünkü bu kişileri devletin ilgili kurum ve kişilerinin bilmesi yeterli diye düşünüyorum. Benim vatandaş olarak bunları bilmem gerekmiyor. Bundan önce bilmemiz gereken daha önemli konular var.
Liste açıklıyarak, plaket vererek, vergi vermeyi teşvik etme uygulamasını artık gerilerde bırakmalıyız. Kasasında 70 milyar doların üzerinde döviz rezervi olan bir ülkede artık bu teşvikler yerini daha farklı uygulamalara bırakmalı. Çünkü bugün, bu listeler ve haberler devletin hangi kişi ve kurumlara karşı daha zayıf ve duygusal olduğunu düşünmemize neden oluyor. Sen yine listeni yap, merak edenlere gönder, bu çalışkan ve başarılı kişileri ofislerinde ziyaret et, plaketleri ver, teşekkürünü et, kahveni iç. Ama artık bu organizasyondan vazgeçelim. Zaten bu kişilerde son yıllarda törenlere kendileri adına yöneticilerini gönderiyorlar. İyiki de gönderiyorlar. Gelseler herhalde devletin tüm üst yönetimi orada hazır olacak. Yani yeni bir devlet törenine rasyoneli. Dünyanın en büyük ve en mütevazı imparatorluğunun bir cumhuriyet çocuğu olarak ismini açıklamayan bu kişileri gösterdikleri örnek davranıştan dolayı kutluyorum. Tabiki bunların içinde ismini açıklamak isteyipte bazı statejik nedenlerden dolayı açıklayamayanlar olabilir. Ama bu ilk otuz içindeki altı kişinin tamamını için geçerli olamaz. Neden ne olursa olsun böyle bir ortamda ismini açıklamak istemeyen kişileri büyük bir erdemi ve güzel bir geleneği devam ettirdikleri düşünüyorum. Vergimi veririm, ismimi vermem. Gelecek yıl inşallah ya bu uygulama değişir ya da ismini açıklamak istemeyen kişi sayısı artar.

Çarşamba, Şubat 13, 2008

Reklam Değerlendirmeleri-1

Yeni vizyona giren bazı reklamlar oldukça düşündürücü. Reklamın iş emrinde veya kreatif grubundaki bu problemler mutlaka çözümlenmeli. İşte size bir kaç örnek:
  • Nissan Note: Çocuğun arkadaş davetine giderken babasından yollarının üzerindeki kaç arkadaşını almalarını istediği saydınız mı ? Altı. Evet yanlış duymadınız tam altı. Peki bu kadar çocuğu 4+1 kişilik Nissan Note'a nasıl oturtacağız ?
  • Vodafone: Okulu bırakıp dansöz olmaya karar veren kız billboard'ı. Reklamı ilk kez Billboardlarda gördüğünüzde verilen mesajı anlamak için ya mutlaka TV reklamını izlemeniz ya da hayal gücünüzü sonuna kadar zorlamanız gerekiyor. TV reklamı izlediğinizde ise okulu bırakıp dansöz olmaya karar veren kızla ilgili akla gelen sorulara " Kızı bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varır " atasözümüzü hatırlamayı unutmayın.
  • Turkcell 'in yaşları 5-7 yaş grubundaki "telatabi " çocuk kahramanları RTÜK yasasına rağmen halen reklam filminde nasıl başrol oynamaya devam ediyorlar biliyor musunuz ?

Pazartesi, Şubat 11, 2008

Kuyuya Atılan Taşı Arayan Ülke-1

Konuları birbirine karıştırmakta medyanın üzerine yoktur. Çünkü onlar için her yeni karışım, ilk kez söylenen yeni bir gündem demektir. Ülke gündemi sakin mi ? Birinci sayfalık haber mi yok ? Telaşlanmayın. Nasıl olsa herşeyin herşeyle bir ilgi ve ilişkisi yok mu ? Olmalı. Ya da siz yazınca olmaya başlıyacaktır. Sabahki gündem toplantısında siz sorgulamaya bir başlayın, nasıl olsa konu ile ilgili ilgisiz bütün bilgiler biraz sonra masanıza gelecektir. Ardından bir iki telefon görüşmesi sonra haber hazır. Ayrıca konu, elini sallasan köşe yazarına değen bir ülkede mutlaka gündeme oturacak ve günlerce hatta yıllarca rahmetli ön adınızla tartışalacaktır .

Basının gündemine alıp günlerce tartıştığı bir konu eğer çözüme kavuşmuyorsa mutlaka birilerinin bir bildiği vardır. Bu bilinen, kapitalizmin globalleştiği bir dünyada sadece ticaridir. Ülke, dünya ve insanlık yararına diye ticari olmayan bir şeyden bahsetmek artık mümkün değildir. Çünkü yapılan herşeyin onlar için ticari bir maliyeti vardır. Her konu bir gideri, her giderde bir geliri doğurmak zorundadır. O halde her konu, ticari bir faliyet konusu ve gider-gelir tablosudur. Bu onlar için hedeflenen bir mizan var demektir. Belki pazar lideri olmak, belki en yüksek pazar payına sahip olmak, belki en büyük olmak, belki de herşeyi hem de herşeyi yönetebilmektir. Herşeyi yönetebilmek içinde herşey sahip olmak bunu gerçekleştirebilmek içinde ne gerekirse yapmanız gerekir. Ya siz yaparsınız bunu ya da başka birileri . En çok isteyen her zaman en çok kazanandır.
"Deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" bizim atasözümüzdür. Yani memleketin şu haline bakıp delileri gördükte akıllılar nerede diyenlere verilecek cevap bellidir.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Örnek Olamayan Müslümanların Sınavı

Hangi aklı evvel çıkardı şu "Cumhuriyet döneminde dindarlara baskı yapılmıştır" tezini allah aşkına. Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinin son altmış yılını ağırlıklı sağ iktidarlarla, düzenli ihtilal ve muhtıralarla geçirmiş bu ülkede memlekete faydalı konuşulacak konu mu kalmadı yine !
Sürekli geçmişi ile hesaplaşan bu ülkenin entellektüelleri, geleceğimize ışık tutabiliyorlar mı ? Peki gece gördüğü rüya ile yirmi yıldır bu ülkede gündem belirleyenlerin memleket sınırları dışında uluslararası tanınırlıkları var mı ? Peki ağzı olanın konuştuğu, eli kalem tutanın yazdığı bir laik Cumhuriyetin Osmanlı'dan beri düşmana ihtiyacı oldu mu ? Hayır. Hayır.Hayır.

Cumhuriyetin karşısına İslamı koyan bir zihniyetin son altmış yıldır amacı Atatürk'ün laikliği değil olsa olsa ütopik bir laikliktir. Yani ulaşılması mümkün olmayan ve sürekli karıştırılan ve tartışılan bir laiklik. Dünyanın en büyük imparatorluğunun büyük önder Atatürk ile verdiği kurtuluş savaşı dönemindeki eğitim düzeyimizi ve sonraki onbeş yılı bir düşünelim. Atatürk öyle bir ortamda Cumhuriyeti ve laikliği en ücra köye kadar anlatmamış mı ? Anlatmış.
Son altmış yıl sağın iktidar olduğu bir ülkede bugün halen Cumhuriyetçi ve dindar ayrımı yapılıyorsa bunun suçunu Cumhuriyetçilerde aramak yerine İslamiyeti politik çıkarları uğruna kullanan sağ iktidarlarda aramak gerekir. "Ben ...buyum diyenin "o" olduğu ve bunun yasalarla desteklendiği bir ülkede son seçimler sonrasında bir avuç kaldığı düşünülen Cumhuriyetçilerle ( kimse onlar ?) halen dindarlara baskı yapılıyor polimiğine girmenin adı, duygusal tatmin ama ondan öncesi büyük kişisel bir rant kavgasından başka bir şey değildir.

Ülkeler bireylerden oluşur ama ülkelerin değil bireylerin inançları ve yaşam tarzları vardır. Her ülkede olduğu gibi bu ülkede de Cumhuriyetçiler ve Muhafazarlar kendilerini yıllardır birbirlerine beğendirmek ve kabul ettirmek için uğraşır dururlar. Sosyalizmin vefatından sonra bu ülkedeki sosyalistlere de hayatlarını idame ettirmek için tek seçenek sunulmuştur. Onlarda yılların birikimi ile bu ortama Muhafazakarlardan daha hızlı adapte olmuşlardır. Bugün hepsi birer entellektüel ve de zengindirler. Çok paraları vardır ve kazanmaya da devam etmektedirler.
Dünyanın en büyük imparatorluğun torunlarının zenginliği ve yönetmeyi sevmemesi mümkün mü ? Peki dünyanın barbarlıkla suçladığı bir topluluğun müslümanlığı seçmesi ve koca bir imparatorluğa oradan da tam yok oluyor derken örnek bir Cumhuriyete ve laikliğe dönüşmeye başlaması sizce bir tesadüf mü ? Bu sorulara islamiyeti bir yaşam tarzı olarak seçmiş insanları vereceği cevap kesinlikle hayır olacaktır.

Bu ülkede kendini zulüm görmüş dindar olarak gören muhafazakarlar varsa, onlar öncelikle şu sorunun cevabını vermek zorundadırlar ; Örnek bir din olan İslamiyeti siz nasıl yaşıyorsunuz ki başkalarına yıllardır örnek olamıyorsunuz ? Onları kucaklamak yerine birkaç yüz kişi yüzünden Cumhuriyetçileri sanki dinsizmiş gibi toplumdan ayırmak istiyorsunuz. Allahın verdiği aklı sadece böyle mi kullanıyorsunuz ? Bu mesajı özellikle % 46,7 ile AKP'nin iktidar olduğu bir dönemde iktidara zarar, memlekete yarar olsun diye vermiş olamazsınız değil mi ?

Bazı Cumhuriyetçiler hala Rolex'leri, cipleri, Gucci'leri ile imtihandalar ve daha çok sahip olmak için herşeylerini kaybediyorlar. Artık onlar için Cumhuriyet ve laiklik, gelecek kuşaklarına bırakacakları bir kimlik. Şimdi yaradan aynı imtihana, kendini dindar olarak tanımlayan sizleri, Gucci, cip, Rolex ve türbanlarınızla çağırıyor. Peki bu sınavdan siz nasıl çıkacaksınız ? Sakın yaradanın huzuruna onlarla aynı kimlikle çıkmayın !