Cumartesi, Nisan 25, 2009

Habercilik ve Köşerlik Üzerine

Gazetelerdeki köşerlik hakkında 21 Nisan 2009 Salı günü İsmet Berkan "İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı" diye bir yazı yazmıştı (okuyamayanlar için aşağıda). 25 Nisan 2009 Cumartesi günü de Ertuğrul Özkök, İsmet Berkan'ın bu yazısına atıfta bulunan "Ying ve Yang köşe Yazarları" diye bir yazı yazdı (okumayanlar için aşağıda) İki yazınında ortak konusu ülkemizde kendini Tanrı gibi gören köşerliğin artık sonunun gelmesi gerektiği. İki gazetenin mutfağının başında bulanan bu önemli isimler ülkemizdeki gazetelerin neden bir The New York Times veya The Guardian olamadığını sorguluyorlar. Çünkü haberlerde derinlik ve analiz yok. Durum böyle olunca da gazetelerimizin her köşesinde birer yorumcu köşer var. 

Yani köşer ihtiyacının doğmasının veya vazgeçilmez olmasının nedeni ülkemizde gazeteciliğin yeteri kadar iyi yapılmaması. Bu tesbitin ülkemizin iki önemli ismi tarafından da onaylanması gelecek açısından önemli. Bu duruma son onbeş yıl içinde adım adım geldik. Ulusal basının vazgeçilmez ağırlığı, bölgesel haberciliği öldürdü. Sonra bölgesel habercilik için İHA'nın başlattığı her yerde bir muhabir-bir kamera projesi ile haber ajanslarına yatırım arttı. Ülke son on yıl içinde haber ajansı muhabirinden geçilmez oldu. Haber havuzlarına, derinlemesine incelenemeyen günlük hatta anlık haber yağmaya başladı. Buna bir de gazetelerin televizyon ile rekabeti eklenince mutfağın başındakilerin yapacak bir şeyi kalmadı. Ha bugün, ha yarın diye rekabet körüklendikçe haberin kalitesi düştü de düştü. Ortak havuzdan beslenen habercilik, köşer yorumlarıyla farklılaştırılmaya çalışıldı. Malesef her gün köşelerinde yorumluyacak birşeyler bulmakta zorlanan köşerlerimizde yazılarını hazırlamadan önce tüm gazelerin köşelerini okumaya başladılar. Sonra köşerler birbirlerinin yazdıklarına saldırmaya iyi-kötü ve doğru-yanlış yargılamasına girmeye başladı. Sonraki dönemde ise İsmet Berkan'ın deyimiyle birer parti liderine dönüştüler. Yani kendilerini birer idol gibi görmeye başladılar. Haberden ve tüketiciden kopuşta işte tam burada başladı. Köşe yazısı makale olmaktan çok kişisel yoruma dayalı ideolojik söylevlere dönüştü.  

Haberciliği bitiren bir başka gerçekte gazetenin televizyon ile rekabeti oldu. Aslında birbirini beslenmesi gereken medya, kendini baltalamaya başladı. Çünkü rekabeti sadece yurt dışındaki örneklerine bakarak ve onların doğru olduğunu düşünerek yapanlar kaybetti. Yani bu rekabet gazeteler tarafından başladığı ilk gün kaybedildi. Şimdi bu rekabette kaybedenler, promosyon okurlarındaki artış azalışla ticaret yapar hale geldi. Bu rekabette unutulan en önemli unsur tüketiciydi. Eğitim seviyesi düşük bir ülkede, biz ne verirsek tüketilir zihniyeti kaybetti. O günkü medya tüketici araştırmaları da tüketicinin sorulan sorulara göre verdikleri cevapların karşılığında üretilen ürünleri satın almadığını gösteriyordu. Ama buna mutfağın cevabı " bak işte herkes Cumhuriyet gibi gazete istiyor ama Cumhuriyet yüzbinden fazla satmıyor. Bu tüketici daha ne istediğini bilmiyor. O yüzden onlara biz ne tüketmeleri gerektiğini söylemeliyiz. Bakın Avrupa'daki örneklere, bir The New York Times, The Guardian olmak istiyorsak bunu biz başarmalıyız " oldu. Ama geçen sürede onlar söyledikleri gazeteleri hala yapamadıklarını itiraf ediyorlar. 

Hatta köşerlere mahkum olduklarını ve bundan da kurtulmanın yollarını aradıklarını söylüyorlar. Ertuğrul Özkök'ün bu soruna bulduğu çözüm ise yavaş yavaş parlamaya başlayan yeni bir yazar profili. Yani dün kendi elleriyle yarattıkları Kral Köşerleri yakın gelecekte koçluğunu bizzat yine kendilerinin yaptığı yeni ve genç bir yazar grubuyla değiş tokuş yapacaklarını düşünüyor. Buradaki fark şu; Bugünkü kral köşerler onlarla aynı yaşıt hatta büyük. Yani arada duygusal bir iletişim, kötü bir ast-üst hiyearşisi var. Yani dediklerini yaptıramadıkları ama yerine kimseyi koyamayacakları içinde muhasebeden bir anda hesaplarını kesemiyecekleri bir dolu köşer var. Zaten bir çoğu ile de geçen yıllar sonrasında yakın dostlukları oluştu. Aile bireylerine, yedikleri içtiklerine hatta özel günlerine kadar bildikleri insanları bir anda işten çıkarmak öyle sanıldığı gibi profesyonelce olamıyor. 

Sonuç olarakta bu yaş grubunda bütün ayrılıklar duygusallaşıyor ve bireyselleşiyor haliyle ve malesef. Oysa bu yeni kuşak, yaşça onlardan küçük ve kariyer olarak ulaşmak istedikleri yerlere o köşeler boşalmadıkça gelemiyeceklerini biliyor. O köşelerin boşala bilmesi içinde yapmaları gereken genel yayın yönetmenleri entellektüellikleri ile sürekli şaşıtmak ve bir dediklerini iki etmemekten geçiyor. Onların gösterdiği yolda ilerliyorlar, bireysel marka olabilmek için herşeye katlanıyorlar. Bu nedenle yavaş yavaş geliyorlar. Çünkü hızlı gelebilmeleri bu düzende neredeyse imkansız. Ama bugün onlara koçluk edenler malesef ulusaldan bölgesele, kişisel fikirden makaleye geçemeyenlerle aynı kişiler. Patronları onlar görevi bırakmadıkça, o görevden onları alamıyacak gibi duranlar. Bağımsız denetimleri patronları istemediği sürece yapılamıyacak olanlar. Geçen çeyrek asıra rağmen hala istedikleri gazeteleri yapamadıklarını itiraf edenler. 

Umarım bu yeni kuşak, genç köşerler, abilerinden ablalarından denildiği kadar iyi olurda biz de, bu ülkenin The New York Times'larını ve The Guardian'larını elimize alıp okur, keyifleniriz. Gerçi kişi başı gelirin yirmibin doları geçtiği tarih için uzmanlar 2040'lardan bahsediyorlar ama olsun. O tarihte onları bilmem ama ben, Allah nasip ederde görürsem, babamın yaşında olacağım...

  

Ying ve yang köşe yazarları (Ertuğrul Özkök)

GAZETE okuruna küçük bir test sorusu:"Sizce bir köşe yazarı alkışlanmaktan mı daha çok keyif alır, yoksa yuhalanmaktan, hakarete uğramaktan mı?"Hemen cevap vermeyin. Yani hiç düşünmeden "Elbette alkışlanmaktan" demeyin. İsterseniz sorunun cevabını birlikte arayalım."Tanrı yazar" kavramından sonra, bugün size yeni bir kavram daha tanıtıyorum. "Ying" ve "yang" köşe yazarı.Bu defa kavramın mucidi ben değilim. Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan.Geçen salı günü, gazetecilere hákim olan "yeni zihniyeti" anlatan çok güzel bir yazı yazdı. Şimdi bu yazıdan size uzun bir alıntı yapacağım.
Berkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasını izleyen gazetecilerin, konuşmayı kendi dünya görüşlerine göre aktardıklarını ve gazetelerde kaliteli analiz haberlerin yer almadığını söyledikten sonra şunları yazıyor: Dikkatle, altını çize çize okuyalım:"İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor.

Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli.Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar.
Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ’Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor.
Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ’ying’ ve ’yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor.Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor.Yazar önüne gelen her konuyu, iyi-kötü; doğru-yanlış; yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor.Bütün enerjisini diğer gazetelerden ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Etrafınıza bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, Başlığına veya ilk bir iki satırına bakınca yazıdaki ’anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var?"

İsmet Berkan’ın yazdıklarına katılıyorum.Köşe yazarlarının küçümsenmeyecek bir bölümü, dini veya siyasi bir taraftar okura yaslanıyor.O okurla birlikte bir "cemaat" haline geliyor.Sonra o cemaatin istediklerini söyleyip aldığı alkışlarla "ego"sunu hormonlamaya başlıyor.Ego hormonlaştıkça, yavaş yavaş yazar tanrılaşmaya, okuru da mürit gibi görmeye başlıyor. Üstelik, bu psikoloji iki yönlü çalışıyor. Yani alkış kadar nefret ve yuhalanma da egoyu şişiriyor.Bir süre önce "Tanrı yazar" döneminin kapanmaya başladığını söylemiştim.Şimdi de şunu söylüyorum:Yavaş yavaş parlayan yeni bir yazar profili var.Bu profilin kim ve ne olduğunu artık herkes biliyor.Bu yeni profil, eski ve hormonlu egoya dayalı yazar, bir yazar neslini tasfiye etmeye başladı.
Hep birlikte izleyeceğiz.


İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı (İsmet Berkan)

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta İstanbul’da aralarında emekli veya halen üniforma taşıyan çok sayıda askerin yanı sıra gazete köşe yazarlarının da bulunduğu kalabalık bir topluluğa verdiği konferans hakkında çıkan köşe yazısı sayısı bir hayli fazla oldu. Sanıyorum toplam 100’ü aştı. Dün Cengiz Çandar yazmasa konuyu bu açıdan düşüneceğim pek yoktu açıkçası. Çandar’ın yazısını okuyunca geri dönüp bellibaşlı gazetelerde bir tarama yaptım, zaten okuduğum bir dizi köşe yazısını yeniden okudum ve oturup gazetecilik mesleği ve en çok da genel yayın yönetmenliği hakkında düşünmeye başladım. Bir konu öne çıkıyor: Bağbuğ’un iki saate varan bir sürede yaptığı konuşmayı belli bir bütünlük içinde analiz eden, onun neden bu vakitte böyle bir konuşma yaptığı sorusuna cevap vermeye çalışan bir yazı maalesef Türk basınında yayımlanmadı. Bu eksiği esasen hemen hemen her önemli konuda görüyoruz, Başkan Obama’nın konuşmaları hakkında da böyle bir kapsamlı analiz yayımlanmadı. Bu kapsamlı analizin yerine, körün fili tarifi misali, her köşe yazarının (ben dahil, Cengiz Çandar dahil!) kendi meşrebine göre konuşmanın belli bir yerini tutup oradan yazı veya yazılar çıkardığını gördük. Bu da saygıdeğer bir çaba kuşkusuz ama az önce söylemeye çalıştığım temel eksiği gideremiyor maalesef. Bu kapsayıcı analiz/haberi yazmak görevi gazetelerindir. İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor. Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli. Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar. Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ‘Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor. Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ‘ying’ ve ‘yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor. Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce, gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor, yazar önüne gelen her konuyu önceki ezberine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor, bütün enerjisini diğer gazete ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Yani yanılsamanın da yanılsamasıyla uğraşmaya başlıyor. Etrafınıza bir bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, başlığına veya ilk birkaç satırına bakınca yazıdaki ‘anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var? Orgeneral Başbuğ’dan buraya kadar geldik ama temel ihtiyacımızı hâlâ karşılayamadık: Gazeteler, okuyucularına iki saatlik bir konuşmayı bile adam gibi anlatamıyor, olası anlatma biçimleri konuşmanın üstünden bir hafta geçtikten sonra bile hâlâ kavga konusu olabiliyorsa, buralarda yanlış giden şeyler var demektir.

Pazartesi, Nisan 20, 2009

Sabah'ın 24.Yılı ve Posta Gerçeği

Bugün Sabah Gazetesi'nin 24.yıldönümü. Bunu Erdal Şafak'ın köşesinde okudum (okumayanlar için köşe yazısı aşağıda ). Kendilerine nice yıllar diliyorum. Ama şu herşeyden kendine pay çıkarma özelliklerine bayılıyorum. Yedi patron değişitirip hala ayakta kalma iddiası kendileri için alkışlanacak bir tutum olabilir. Yok olsalardı zaten bunu iddia edemiyeceklerdi diyebilirsiniz. Evet mesele de burada zaten. Şu ikincilik koltuğunda yirmi yıla yakın oturmayı Deniz bey'in sürekli muhalefette kalma başarısı ile aynı görüyorum. Başarı olarak bakarsanız evet bir başarı. Ama burada neden yirmi yılda sürekli ikinci olduklarını sorgulamaları gerekmiyor mu ?  

İsterseniz bu soruya verilebilecek cevapları sıralayalım. A şıkkı; Hürriyet çok iyi de ondan. B şıkkı; Sabah, birinci olacak kadar iyi değil ondan. C şıkkı; 24 yılda yedi patron değiştirip birinci olan başka bir firma yokta ondan. D şıkkı; Okurun takdiri ne diyelim. E şıkkı; Hiçbiri. Bence E şıkkı. Çünkü Hürriyet yıllardır Türkiye'nin en büyük ticari gazetesi. Malesef rakibi henüz yok. Sabah ise okur profiline bakıldığında daha Türkiye'li bir gazete.  Yani okur potansiyeli Hürriyet'e göre daha yüksek. Geçen yıllarda ise değil yedi, onyedi patron da değiştirseler, izledikleri pazarlama stratejileri ile bu seviyeden ileri gitmeleri mümkün değildi zaten. Çünkü Hürriyet ile ortak okur sayısı yüzde otuzun üstüne çıkamayan bir gazete Sabah. Yani sadece her dört Hürriyet okurundan biri Sabah alıyor. O'da ikinci veya üçüncü gazete olarak. Bunların büyük bir çoğunluğunu firmalar oluşturuyor. Bunu Hem Hürriyet'e hem de Sabah'a reklamveren firma karşılaştırması yaparakta bulabiliriz. Tabi küçük bir bölümü de köşerleri takip eden okurlar. Bu gerçek, Sabah'ın rakibi olarak gördüğü Hürriyet ile rekabetinin sadece promosyon okurlarını etkilemenin ötesine geçemediğini gösteriyor.

Oysa bundan 24 yıl önce, Rahmi Turan ve Zafer Mutlu'nun başında olduğu ekip konumlandırmasını oldukça gerçekçi belirlemiş ve en fazla gazete tüketicisi olan hedef kitlenin beğendiği bir gazeteyi yapmıştı Sabah'ı. Yani bu hedef kitlenin beğenisini kazanan bir gazetenin Hürriyet ile çok daha farklı rekabet etmesi gerekirdi. Ama tam tersi oldu ve sanki ortada iki aynı ürün varmışta tüketici seçmekte zorlanıyormuş havası yaratıldı. Yani yakında Hürriyet okurları Sabah'ı tercih edecek mesajı oluşturuldu. Oysa Hürriyet'in konumlandırması ve başarısı Simavi'ler dönemden bugüne değişmedi. Aydın Doğan'da bunu çok iyi bilen ve gören bir iş adamı olarak bu başarıyı devam ettirdi. Burada Ertuğrul Özkök faktörünün de altını çizmek lazım. Oysa Sabah'ın başardığı ama sonra nedense, Hürriyet ile rekabet etmenin sarhoşluğu içinde belki de, terk ettiği konumu Posta değerlendirdi. 

Posta, şu anda en çok satan gazete sıralamasında Zaman'dan sonra ikinci gazetedir. Bunu Zaman'ı görmek istemeyenlerin ifadesiyle söylersek, Posta bugün Türkiye'nin en çok satın alınan, okunan ve erişimi en yüksek birinci gazetesidir. Yani aslında Sabah'ın yıllar önce birinci olması gereken yerde bugün Posta oturuyor. Sabah ise patronları değişse de yap-a-madığı bir ürün ile yıllardır Hürriyet ile rekabete devam ettiğini düşünüyor. Erdal Şafak'ta bundan başarı diye söz ediyor. Evet bir başarı var. O başarı Sabah'ın 24 yıldır kendini konumlandıramama veya göründüğü gibi olamama başarısı. Buradaki Erdal Şafak'ın asıl tebrik etmesi gerekenler önce her haliyle bu gazeteyi yıllardır satın almaya devam eden okurları sonra da çalışanları olmalı. Sabah, dün olduğu gibi bugünde Hürriyet ile sadece satış adedi rekabeti yapıyor hepsi bu. Yani promosyon okuruna kim daha iyi ürünü verirse onun satışı artıyor. Tabi Hürriyet'in de yıllardır niye Sabah ile rekabet ettiğini sorgulamak gerekiyor ama konumuz bu değil şimdilik. 

Özetle Sabah, ürününün bulunduğu pazarda birinciliği Posta'ya kaptırmış durumda. O pazarın ilk sahibi kendisi ve orada birinci olma şansı hala yüksek. Yeterki pazarlama yatırımlarını doğru yönlendirsin ve öncelikle de ne istediğine karar versin. Yok Hürriyet ile rekabet edecek ise ona göre bir ürün ile tüketicinin karşısına çıkmalı. Ya da kendi kulvarında Posta'yı geçecek ürünü ve pazarlama stratejilerini oluşturmalı ve bir an önce harekete geçmeli. Yoksa televizyon rekabetine bir dönüp bakmalı. Neden NTV ve CNN Türk, televizyonun Hürriyet'i olamıyor diye bir kez daha düşünmeli. Cevabı orada duruyor... Benden söylemesi... Unutmayalım gerçeklerden kaçamayız. Kaçan varsa nereye kaçtığına bir bakalım ...

Erdal Şafak'ın bugünkü yazısı;


Yıldönümü

SABAH'TAN MEKTUP 

Bu hafta bizim için özel bir önem taşıyor. Çünkü çifte yıldönümü kutluyoruz: 1- SABAH'ın kuruluşunun 24'üncü yıldönümü. 2- SABAH'ın Çalık Holding bünyesine katılmasının birinci yıldönümü.
Bu fırsattan yararlanıp geçen 24 yılın değerlendirmesini yapmanın yerinde, hatta gerekli olduğunu düşünüyoruz.
22 Nisan 1985'te yayın hayatına başlayan SABAH bugüne kadar 7 patron gördü. Tarih sırasıyla şöyle:
1- Dinç Bilgin (22 Nisan 1985'ten 28 Ekim 2000'de Etibank'a el konulmasından kaynaklanan gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak "ceketini alıp gittiği" 30 Kasım 2000'e kadar.)
2- MTM Haber Yatırım ve Ticaret A.Ş. (Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı ortaklığı veya konsorsiyumu.)
3- Dinç Bilgin (Aydın Doğan'ın desteği veya gizli ortaklığıyla.)
4- TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu.)
5- Turgay Ciner.
6- TMSF.
7- Ahmet Çalık.
SABAH dışında son 9 yılda 6 kez el değiştirip de ayakta kalan hiçbir yayın organı gösteremezsiniz. Haydi, yargımızı biraz yumuşatalım; bu kadar sık sahip değiştirip de gücünden hiçbir şey yitirmeyen, hatta eskisinden de güçlü olarak yoluna devam eden hiçbir gazete bulamazsınız.

Destanın kahramanları
SABAH'ta kuruluşundan bu yana 8 genel yayın yönetmeni görev yaptı. Onları da kronolojik sırayla sayalım:
1- Rahmi Turan.
2- Zafer Mutlu.
3- Ufuk Güldemir.
4- Tayfun Devecioğlu.
5- Ergun Babahan.
6- Fatih Altaylı.
7- Ergun Babahan.
8- Erdal Şafak.
Üstelik arada vekaletler de var: Tayfun Devecioğlu ile Ergun Babahan dönemleri arasında bendenizin üstlendiği, Ergun Babahan ile benim aramdaki boşlukta da sevgili Mehmet Barlas ve cefakâr Şule Talu'nun omuzladıkları vekaletler...
Oysa örneğin "Merkez medya" grubundaki başlıca rakibimiz olan Hürriyet'te son 24 yılda -Rahmi Turan'ın çok kısa dönemini saymazsak- sadece iki genel yayın yönetmeni görev yaptı: Rahmetli Çetin Emeç ile -halen görevini sürdüren ve daha nice yıllar sürdürmesini dilediğimiz- Ertuğrul Özkök.
Ortalama her 3 yıla bir genel yayın yönetmeninin düştüğü bir gazetenin kimliğini ve çizgisini bozmadan yoluna devam etmesi kolay değil. Bu alanda da SABAH'tan başka bir örnek gösteremezsiniz. Üstelik geride kalan 24 yılın 13 yılında SABAH'ı Zafer Mutlu'nun yönettiği, yani diğer 7 genel yayın yönetmeninin 11 yılı paylaştıkları düşünülürse, SABAH mucizesinin büyüklüğü ve parlaklığı sanırım çok daha iyi anlaşılabilir.
Bu destanın üç yazarı, üç sahibi var:
1- Patronajdaki ve yönetimdeki gelgitlere, istikrarsızlığa rağmen işini canlabaşla yapan, hatta maaşların ödenemediği aylarda bile ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil'in dizesiyle "Acıyı bal eyleyerek" gazetesi için gecesini gündüzüne katan SABAH çalışanları . Hepsini kucaklıyorum.
2- Yine bu çalkantılara rağmen SABAH'a desteklerini esirgemeyen reklam verenler . Hepsine teşekkür ediyorum.
3- Ve nihayet en kötü günümüzde bile yanımızda olan siz SABAH okurları . Hepinizle gurur duyuyorum.
Bir dilekle noktalayayım: Çalık Grubu'nun bünyesinde gazetemizi sağlıklı, huzurlu, istikrarlı bir geleceğin beklediğine, Türk basınının iki ana sütunundan biri olan SABAH'ın önümüzdeki dönemde gücüne güç katacağına, Batı'daki kardeşleri (Örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde, Le Figaro, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Die Welt, La Repubblica gibi) kadar köklü bir kurum olarak gelecek kuşaklara devredileceğine yürekten inanıyorum.
Hepinize sağlıklı ve mutlu bir hafta dileğiyle...