Pazar, Nisan 12, 2009

Ahmet Hakan, Hürriyet'ten Ahmet Hakan'dan Köşerlik Öğütleri

Popülerlik adına her topa giren genç köşerlerimiz var biliyorsunuz. Abilerinden ablalarından öğrendikleri yöntemleri şimdi onları geçmek için kullanıyorlar.  Takdir edilesi bir çaba. Birbirlerine pas atarak, farklılık adına herşeyi hiçe sayarak, kelimelerle küfrederek dikkat çekiyorlar. Her programa çağrılmayı bekleyen ve genç yaşta herkese akıl dağıtan bu arkadaşlarımız yeni neslinde temsilcileri aynı zamanda. Nasıl olmasın ülke nüfusunun yüzde kırkdördü yirmidört yaş altı gençlerden oluşunca gelecek nesillere de yatırım olsun değil mi ?Bir de köşerliğe giden yol artık eskisi gibi uzun yıllar haber merkezlerinde çalışmakla olmuyor. Çünkü iyi bir köşe yazarının yetişmesi için uzun yıllar gerekiyor. Bizim ise bu kadar zamanımız yok. Ayrıca hem yazıyor, hem tecrübe kazanıyor, hem de okunuyorlar fena mı ? Gelecekte köşerlik meslek okullarında derste verirler nasıl olsa. 

Son on yıl içinde yapılan bütün okur araştırmaları gençlerimizin gazete okuma seviyelerinin yeteri kadar yüksek olmadığı gösteriyor. Ben bunu öğrencilerimde görüyor, derslerimde yaşıyorum zaten. Fatih Altaylı bu konuya bir seminerde çok güzel bir çözüm getirdi ve bu gençler nasıl olsa çalışmaya başlayınca gazete okumak zorundalar ve okuyorlarda dedi. İnşallah okurlar ne diyelim. Ama şunu biliyorum ki bu genç köşerleri bizim gençler değil, orta yaş üzeri okuyor. Denemesi bedava sizde deneyin sizde görün. 

Peki kim bunlar, ortak özellikleri neler ? Genç köşerlerimiz son on yılda medyada oluşturulan televole kültürünün çocukları bunlar. Biri kirli sakallı, biri pek parlak, biri degajeli, biri yırtmaçlı.... 

Bu arkadaşların içinde çok popüler olduğunu düşünenlerden Ahmet Hakan (Hürriyet'ten Ahmet Hakan demek istedim)  11 Şubat 2009 Çarşamba günkü köşeciğinden hakikatli bir yazar olmanın kurallarını eski arkadaşı Akif Beki'ye ithafen yazıverdi sağolsun bizde öğrendik. Bende bu yazı sadece gazetenin köşeciğinde kalmasın diye sizinle paylaşıyorum. 

Ama önceden uyarayım, okurken içinizden "Bir gazetenin gencecik, körpecik, abilerinin ablalarının ham yapmak için diğer köşe başında beklediği genç köşerleri, gazetenin köşesine bağlanmış ve bunları yapmazsa asla hakikatlı olamayan zavallı mı? " duygusu geçerse asla bu duygunuzu ciddiye almayın. Ya da New York Times, The Guardian gibi gazetelerin köşe yazarlarından biri de benzer bir yazı kaleme almış ve sizde bunu okumuşsanız ciddiye alın. Siz bilirsiniz yani... İşte size genç ve hakikatlı bir köşer olmanın 5N 1K formülü gibi başarı sırları ve ortak özellikleri; Yani hangi genç köşer; ne yaparsa, ne zaman yaparsa, nasıl yaparsa, nerede yaparsa, niçin yaparsa, kiminle yaparsa daha hakikatli yazar olur ? 

"Kalemini korkak alıştırmayan. Överkende yererkende sonuna kadar abanan. Çaktımı tam çakan. Açık ve açıktan yazan. İsim veren. Özellikle; hata yapan, özür dileyen, kavga eden, meydanı gümbürteten, gücendirmekten korkmayan, pişmiş aşa su katan, yangına benzinle giden ve bir çuval inciri berbat eden. İnsan değil ilkeye saygılı kalan. Bir ayağı kendi, diğer ayağı öteki mahallede olan. Sır tutmayan. Elindeki bilgiyi okuruna aktarmayınca midesi bulanmayan. Herşeye ama herşeye sadakatsiz olan. Kendi değil yazının namusunu önemseyen. Kibirsiz, misyonsuz, cemiyetsiz ve yanlız "  

İsterseniz tekrar, tekrar okuyun. Pardon bu arada önemli iki noktayı unuttum. Yani yukarıdaki gibi yapacaksın ama " Okuruna samimi ve hakikatli " olacaksın. Bunları yaptın mı oldun demekmiş. Ama siz bu oldun'u  Hz. Mevlana'nın "Hamdım piştim yandım" tonlaması ile karıştırmayın lütfen... Ahmet Hakan'ın, Şeyh Edebali öykünmesiyle  "oldun, oldum ey oğul" diyor. ben bir şey demiyorum, ne haddime zaten...
 

Cuma, Nisan 03, 2009

İmparator Terim

İtiraf ediyorum Süper Poligon da bugün okuduğum satırlardan sonra kendimi alamadım bunları yazdım gönderdim. Orada ismim yok ama bu sözler benim bilesiniz istedim. Bu arada Avrupa yerine Dünya şampiyonu demişim düzeltir, özür dilerim.


Daha kaç maç kaybedeceksiniz ? Yenile yenile yenmeyi öğrenemeyenlerin milli takımı oluşturması ne kadar doğru ? Daha kaç yıl bekleyecek bu insanlar Senior Terim ? Bu çocukları sen seçtin, taktiklerini sen verdin, dediğini yapmıyorlarsa ? Ne yapman gerektiğini bilecek yaştasın ? Bu futbolun karşılığı bu değil diyorsun. Herkes tabelaya bakıyor. Spor aynı zamanda bir skor oyunudur. Bırak artık medyatik tavır ve sözleri. Sponsorlar duygusal reklam kampanyaları için birbirleri ile yarışıyorlar. Altı üstü bir spor müsabakası. Yenilirsin veya yenersin ama çizgiyi sponsorlarla birlikte duygusal koyarsan işin içinden böyle çıkamazsın. Çok teşekkürler imparator ne yapacağı belli olmayan, istikrarsız bir milli takım kurduğun için. Ben senin kadar futbol bilemem ama çok iyi bir seyirciyimdir. 25 yıldır dünya ve Türk milli takımını seyrediyorum. Topu okullardan içeri yuvarlıyamıyorsan hayal kırıklıkların devam edecek unutma. Futbolcuların seni ezberledi. Artık eskisi gibi etkileyemiyorsan bundandır. Değişmeli ya da bu işi doğru zamanda bırakmalısın. Koltuk sevdalılarından olmadın. Olmadığını da göstermelisin. Güney Afrika'ya gitmek artık çok zor biliyorsun. Beklediğin mucize ise Allaha kalmış. Son maçta veya bir öncesinde değil bir dünya (Avrupa) şampiyonuna kaybettikten sonra bu işi bırakmalısın. Sana yakışan bu olmalı. Dünya basını senden daha fazla söz eder emin ol. Seni dinlemeyen futbolculara en anlamlı mesajda bu olur. Yoksa onlar böyle konuşa konuşa düzelemez. Bak Nihat'a İspanyol basınında onun hakkında çıkanları topla diğerleri ile karşılaştır o kadar. Gerisi temenni. Arda, Hakan Balta, Gökhan Gönül, Emre Aşık dışındakileri milli saymamak gerekir. Çok ısrar ettiğin Tuncay'ların, Emre Belözoğluların dönemi kapandı artık kabul et. Seninde dönemin kapanmadan Dünya (Avrupa) şampiyonuna karşı kaybettiğin bu maçtan sonra gel bırak bu işi sonra yıllardır topladığın bir çuval incirini berbat edeceksin.

Pazartesi, Mart 16, 2009

Ağzı Olan Konuşuyor, Köşesi Olan Yazıyor

Medya yazarları yani köşerler ve politikacılar  artık sıkmaya başlamadı mı ne dersiniz ? Köşerler, her gün köşelerinde ahkam kesmekten kendilerini alamıyorlar. Ülkenin bazı kurum ve temsilcileri de bu köşerlerin yazdıklarına ya yazıyla ya da meydanlardan cevap vermeye yetişemiyorlar. Evet anlıyorum, hergün yazınca konu bulmakta zorluk çekiyorlar ama bu yazılarla ülkenin bütünlüğünü nasıl bir hale getiriyorlar acaba ? Ya meydanlardaki ne demeli ! Oy için meydanlarda konu çıkıyor onlarada. Kimse karşılıklı gelip konuşmak istemiyor. Herkes medya üzerinden konuşmaya devam ediyor. 

Kendilerini aydın olarak nitelendiren kişilerin her gün profesyonel olarak çalıştıkları kurumlarda oturdukları yerlerden ve meydanlardan sanal gündemler oluşturup, komplo teorileri üretmeleri bu ülkeye ve insanına yaptıkları en büyük iyilik galiba. Okurunu ve izleyicisini tanımayan, 26 milyon internet kullanıcı içinde medyayı internetten takip edenlerin % 10'unun tıkladığı köşerlerimiz. Kamuoyunun ufkunu açmak, onları bilgilendirmek yerine dedikodu üretir ve birbirlerine cevap vermeden öteye geçemez oldular. Köşerlikte zaten sapına kadar bu demek herhalde ! Okurunu, izleyicisini tanımayanlar, aralarında malesef genel yayın yönetmenleri de var, hergün yazıyor. Örneğin son gündem; Aylar önce Bülent Arınç'a bir soru sormuşlar, o da medyatik bir cevap vermiş. Neden ? Çünkü ne derse konuşuluru ve medyanın kendisinden söz etmesini yani rating'i seven biri. Muhatapları cevap vermiş ama köşerlerimiz o zaman  bitirememişler konuyu. Hala ne dedi, niye dedi, şöyle dedi, şunu demek istedi, yok öyle demek istemedi, nasıl dermiş, niçin dermiş ?  Ahmet Hakan'da buna demokrasi diyor ne güzel. Gerçekten güzel mi ? Yoksa köşerlerimiz demokrasinin yeni bir tarifini mi buldu ? Ülkemizin şu anki en büyük probleminin kamplaşma olduğunu savunuyorlar biliyorsunuz. Politikacılarımızda medyanın kamplaştığını düşünüyor. Yani ortak bir noktada buluşuyorlar. Böyle devam ederlerse iki tarafta haklı çıkacak. Çünkü haklı çıkmak için iki tarafta var güçleri ile çalışıyorlar.Harcanan zamana, paraya ve alana yazık hemde çok yazık. Ama ağzı olanın konuştuğu, köşesi olanın yazdığı bir ülkede yaşıyoruz elden ne gelir ?  

Medya 12 Eylül'den bugüne teknoloji ve gelir olarak dünya standartlarını yakalarken malesef insan ve yönetici standartları olarak sıradanlaştı. Yani dil bilmek ve yüksek eğitimli olmak, çok okumak herşey demek değilmiş. Eğer bir ülkede en prestijli, en birinci medya olduğu söylenen gazeteler bile yıllardır promosyon rekabeti yaparak ticari bir emtia dan öteye geçemiyorsa varın gerisini siz düşünün. Peki ülke insanı neden promosyonsuz gazete almıyor ? Acaba verdiği para ve zamanın karşılığını tam alamadığını için olabilir mi ? Yok yok, fakir bir ülkeyiz ya ondandır. Ya da beleşçi bir toplum olduk ya, mutlaka bir şeyin yanında başka bir şey daha istediğimiz içindir. Evet, evet ondandır. Burhan Pazarlama bu yüzden çok tanınmamışmıydı ? 

Bir ülkenin medyası ülkedeki siyasi seviyeyi de belirleyen bir platformdur. Ülkemizdeki siyasilerin seviyesi hakkında konuşacak son kişiler köşerlerdir herhalde. Çünkü sen eleştirmeyi ve halkın temsilcilerinin seviyesini düzeltmeyi bilemezsen sonra işte böyle siyasilerin ağzına damla sakızı olursun. Onlarda balon şişirir dururlar ve sana da her balonu yazmak kalır. Ülkenin başbakanının  yanlı medyayı takip etmeyin dediği bir ülke düşünün ? Kamplaşmadan söz eden bir medya ? Peki kim kamplaştırıyor bizi bilin bakalım !  Medya ve siyasiler. Cahil, cüvela bir toplumdan bahsediyorlar hiç kuşkusuz. Kimden, kimden ? Bizlerden, yani Allahın verdiği aklı kullanamadığını varsaydıkları bizlerden, yani müşterilerinden. Şu anda ülkemizde medya ve siyasiler arasında bir kamplaşmadan kesinlikle söz edilebilir katılıyorum. Şimdide sokaktaki insanları aynı hızda kamplaştırmaya çalışıyorlar. 

İhtilal kültürünü iyi bilen ve halen bu kültürü taşıyan ve yaşayan en yeni Osmanlı kuşağıyız biliyorsunuz. Kamplaşmak için ilk koşul fakir ve zengin arasındaki uçurumu açmak. Bugün itibariyle işsizlik yüzde 13,6 . Yani medya köşesinde, hükümet meydanlarda böyle devam ederlerse yakında emellerine ulaşmaları an meselesi. Ne güzel değil mi ? Bakın seçim meydanlarına ! Siyasi partiler için çalışan bu kadar insan, zamanlarını ve paralarını sadece bu ülkeye faydalı birer salih insan olmak için mi harcıyor dersiniz ? Evet diyeniniz varsa, hadi gidip aralarına girmek ve birşeyler yapmak isteyin bakalım ! Size kucaklarını açmış ve fikirlerinizi dinleyecek kaç yönetici bulacaksınız karşınızda ? Tanıdığınız yoksa şansınızı zorlamayın. Aralarında on yıldır gece gündüz çalışıp meclis üyesi olmak için her yolu deneyen kişiler neler anlatacak bir dinleyin. Ya da medyaya gidin kalemim ve bilgi birikimim yeterli acaba bende köşer adayı olabilirmiyim diye bir sorun. Gazete sayısı sınırlı olduğu için köşe sayısı da sınırlı. Hepsi de dolu. Yer yok. Ortada yazanda yok. Kimse yerinden kımıldamıyor. Kımıldayan da Fatih Altaylı'nın söylemiyle 5 milyon istiyor. Yani ne siyasilerde ne de medyada yer yok. Sinema deyimiyle kapalı gişe oynuyorlar. Ortak çıkarlar için onlar kamplaşmıyacakta sokaktaki vatandaş yani tüketici mi kamplaşacak söylermisiniz ? Yerel seçimlerde muhtar adaylarınında siyasiler gibi söylevlerde bulunması bir tesadüf mü ? Dikkat ettiniz mi ? Giydirilmiş arabalar, hoperlörlerden seçim vaadleri. İyi güzelde bir muhtarın sorumlulukları yasalarla belirlenmiş, nasıl olacakta bunların dışında söylediklerini yapacaklar ? Bu onlarında kamplaşmaya katıldığının bir göstergesi. Yakında siyasi partilerin muhtar adaylarını belirleyebilecekleri bir kanun meclisten geçerse şaşırmayalım. Yani geleceğin siyasileri muhtarlıktan yetişiyor. Nasıl ama tam medyatik bir söz oldu değil mi ? 

Kapitalist düzenin hüküm sürdüğü  bir yerde, kimler niçin kamplaşır veya neden kamplaşmak ister  ? Bu sorunun cevabını hala bulamadıysanız artık sizde kamplaştırdıklarımızdansınız demektir. Hatta size iyi bir de haberim var. Bu ülkede, kamplaşmak taraf olmaksa ve doğruysa yakında zengin oldunuz demektir. Sevinebilirsiniz. Bunu yedi sülalenize de söyleyebilirsiniz zira onlarda sevinsinler. Şair  ne demişti ? "... diner bu yağmurlar biraz yaş kalır..." kesinlikle katılıyorum. Ama bu yağmurlardan sonra geriye yine kan ve gözyaşı kalmasın lütfen...

Cumartesi, Mart 14, 2009

12.Araştırmacılar Zirvesi'nden Notlar

Temel Aksoy'un "Bu yıl zirvemizde müşterilerimizi dinlemek istedik" dediği 12. Araştırmacılar Zirvesi'nde iki günde aldığım bazı notları paylaşmak istiyorum. 

1.Gün 
 
Güler Sabancı; Araştırmanın önemini Toplam Kalite çalışmalarında ve Müşteri Memnuniyeti çalışmalarında birkez daha gördüklerini ayrıca Sabancı Üniversitesi'nin kuruluşundaki her aşamada araştırmaya büyük özen gösterdiklerini ve araştırmaya devam ettiklerini belirtti. Diğer taraftan, verileri doğru yorumlamak için birlikte analiz etmeliyiz diyerek araştırmacılara birlikte daha fazla mesai harcamalıyız teklifinde bulundu. Tüketicilerin tanımlanmamış ihtiyaçlarını saptamak,tüketicinin kalbinden geçeni bilmek, tüketiciyi kendi yerinde izlemek, daha fazla içgörüye ihtiyaç duyulduğunu, üzerinde karar alınabilecek bilgiye olan ihtiyacın arttığını ve artık gelecek çağı düşünmeliyiz diyerek araştırmacılara hedef gösterdi.
Mehmet Sezgin; Garanti Ödeme Sistemleri olarak araştırmacılardan artık verinin yanına görüntü ve sesi de ilave etmelerini istediklerini bunun müşteriyi etkilemek ve ikna etmek için önemli olduğunu söyledi. Ülkemizde kendi ilgi alanlarındaki bazı bilgilerin 1998 ve 2008 yılını karşılaştıran istatistikleri açıklayarak, büyümenin yüksekliğini ve önemini vurguladı.
1998 2008
GSM  3,5 milyon 65 milyon
Internet 300 bin 26 milyon
Sinema 20 milyon 38 milyon
Turizm 3 milyon 6,5 milyon
BES 1,75 milyon
Kredi Kartı 7 milyon 43 milyon
POS 113 bin 1,63 milyon
Ayrıca Peter Drucker'ın "Bir işletmenin birinci kuralı müşteri oluşturmaktır" sözünü hatırlattı.
Fatoş Karahasan; (İki gün boyunca tüm semineri yöneterek yine her zaman olduğu gibi yüksek bir performans sergiledi.) WOW'da eğer bilgiyi bir erkekle paylaşırsanız 5 kişiye, bir kadınla paylaşırsanız 25 kişiye söylediğini belirtti.
İlker Kaytancı; Phillip Morris olarak bu ülkemizde 140 bin satış noktasına ulaştıklarını belirtti.
Murat Şahin; Arçelik olarak yaptıkları tüketici araştırmalarında, tüketicilerin düşündüğünü söyleyemiyor. Düşündüğünü yapamıyor. Yaptığını söyleyemiyor ve söylediğine inanmıyor şeklinde sınıflandığını vurguladı.
Fatih Altaylı; Haber Türk Gazetesi olarak ilk hafta ortalama 210 bin satışa ulaştıklarını ve bunun başlangıç için başarılı bulduğunu belirtti. Gazeteyi beşe böldüklerini, çünkü istenilen bilgiye çabuk ulaşılmasını istediklerini söyledi. Gazete çıkarırken yaptıkları tüm araştırmaları da rasyonel bulmadığı için çöpe atarak !  yılların deneyimi ile sezgilerine göre karar aldıklarını
vurguladı. Üç kentte (istanbul, Ankara, İzmir)  satışlarının yüzde 63 ünü yaptılarını, üniversitelerde talep edilen birinci gazete olduklarını belirtti. Ülkemizde bugün en büyük problemin kamplaşma olduğunu vurguladı. Gazeteyi yaparken her görüşe sahip insanları bir araya getirdiklerini. TV'de başarılı olduktan sonra şimdi bunu gazeteye taşıdıklarını. Gazetenin isminin daha önce var olan mecralarının ismi olan Haber Türk olmasına bütçesel nedenlerle karar verdiklerini. Köşe yazarlarının gazeteye katkısının yünde 14 ile sınırlı olduğunu, bu nedenle köşe yazar sayısını az tuttuklarını. Transfer etmek istedikleri bir gazetecinin kendilerinden 5 milyon transfer ücreti istediğini. geçtiğimiz Pazar günü Hürriyet'te 400 haber varken Habewr Türk'te 707 haber olduğunu. yeni okura ve Internet gençliğine seslendiklerini belirtti.
Mehmet Ali Birand ; Samimi itiraflarda bulundu. Kendisinin haber spikeri olmadığını bu nedenle haber sunarken hata yapmasının ve yapmayada devam etmesinin normal olduğunu belirtti.Kamplaşmanın büyük problem olduğuna katıldığını. Patronlar arası kamplaşmayı yazı işleri olarak bazı şeyleri malesef görmezden gelerek desteklediklerini. reklamların bu dönemde yüzde 40-45 oranında düştüğünü. Sonbahar'da medyanın yarı yarıya kadro azaltmak zorunda olduğunu. Internette kendilerini yenileyemediklerini. Şu ortamda kimsenin nereye gittiğimiz bilmediğini. Sonbahar'da cesetler caddelerde çok olursa yeni bir dönemin başlıyacağını belirtti.
Seçil Kıpçak; Coca Cola olarak yaptırdıkları bazı araştırma sonuçlarını paylaştı. Tüketiciyi kendilerinin alışverişçi olarak tanımladığını. Dünyadaki Wal-Mart lara haftalık ziyaretçi sayısının 138 milyona ulaştığını ve günlük 1 milyon dolarlık alışveriş yapıldığını. Marketlere tüketicinin yüzde 68'nin karar vererek geldiğini ve bunların birinci olarak planlı ürün, ikinci olarak plansız ürün aldıklarını. Tüketicilerin alışveriş yaparken 7-8 saniye içinde karar verdiklerini.Marketlere giren alışverişçilerin yüzde 20'sinin Coca Cola aldığını. Alışverişçinin promosyon, fiyat, çeşitlilik ve yakınlık istediğini. 5 Alışverişçi tipi olduğunu Toplu Alışverişçi, Günlük Rutin Alışverişçi, Eksik Tamamlayan Alışverişçi, ve Özel Gün Alışverişçisi ayrıca birde "Canım Çekti" tipi olduğunu belirtti.
Kına Demirel Beskinazi; Migros Club ve CRM olarak kurdukları altyapı ve yazılımlarla bugün artık tüketicilerini çok daha yakından tanıdıklarını. Yazar kasa bilgilerinden neleri niçin aldıklarından, nasıl bir tüketici olduklarına, alışveriş sıklıklarına kadar bir çok veriye çok hızlı ulaştıklarını. Bu bilgileri tedarikçileri ile ücretli paylaştıklarını söyledi. Bu sistemin ülkemizde bir ilk olması nedeniyle inanılmaz bir somut bilgiye artık sahip olduklarını biliyoruz. Rakiplerinin ve ciro üzerinden kira bedeli esaslı Alışveriş Merkezlerininde bu sisteme geçmeleriyle birlikte tüketici ve tüketim üzerinde yakın gelecekten daha somut verilerle konuşmak mümkün olacak görünüyor.
Fatih Terim; Başarılı olmak için her alanda bilginin gücüne inandıklarını belirtti. Futbolcuları maça hazırlarken tüm sahayı cepheden gören bir kamera ile rakiplerini analiz ettiklerini, aynı şekilde kendilerininde hatalarını aynı şekilde çekilmiş görüntülerden gördüklerini söyledi. Ayrıca geliştirilmiş çizgisel grafik yazılımları olduğunu ancak bunların gerçek görüntüler kadar etkili olmadığını savundu. Sorduğum bir soru üzerine de ülkemizdeki futbolcuların eğitim seviyelerini yükseltmek için çalışmalar yaptığını ve bakandan "şu topu okullardan içeri bir yuvarlayalım" diyerek yardım istediğini söyledi. 

2.Gün

Lale Saral Develioğlu; 1984 yılında dünyada bin, 1992 yılında 1 milyon, 2005 yılında ise 1 milyar internet kullanıcısı var. Youtube'un 280 Facebook'un ise 150 milyon üyesi bulunuyor. Dünyada internet hane penetrasyonu yüzde 25. Bugün 4 milyar kişide cep telefonu var ? Ülkemizde ise 55 milyon kişinin elinde 65 milyon hat var. Bunların 37 milyonu Turkcell'li. Yaptırdıkları araştırmalara göre gençlerin vazgeçemedikleri üç şey 1 cep telefonu, 2 TV, 3 internet. Çocuklar için önerdiği site www.clubpenguin.com 
Savaş Ünsal : Yakın gelecekte IT TV dönemi başlıyor. Yani Internet Digital TV
Serdar Erener: Konuşmasında müşterileri için düzenlediği Martin Lindstrom by.ology seminerindeki notlarını paylaştı. Sunumuna "b bk blmyrz" ile başladı. İnsan hakkında henüz yeteri kadar hiçbir şey bilmiyoruz. İnsan = Tabiat/Kültür dür. Artık Neuroscience (Sinir Bilimi) dönemi başlıyor. Beyne bağlanan elektrotlarla yapılan deneylerde insan beyninin marka isimlerine verdiği tepki dini konularda verdiği tepki ile aynı yerde oluşuyor. Bu nedenle soruyorum. "Brand are the new religion ?" Hiçbir şey kastedmiyorum. Bir mesajda vermiyorum. Sadece sorguluyorum. İnsan teknoloji ile yeni bir insan türünü oluşturmadı henüz. İnsan aynı insan. Aidiyet, hayal, düşman, 5 duyu, gözlem, misyoner, sembol, gizem, tören en önemli özellikler. Pazarlama bir sosyal mühendislikl projesidir. Pazarlama için 3 önemli organ ; 1 kulak, 2 burun, 3 göz. En çok hatırlanan reklam ile en çok GRP alan reklam aynı değil. Artık bunu biliyoruz. Açıkhava raketlerine haftada 1 milyon dolar harcıyoruz ama boşa gidiyor. İşte örnek saatte 10 km hızla giden bir araçtan raket görüntüleri. Halen sezgilerimiz ile hareket ediyoruz. 
Emre Konuk : Değişmeyen davranışlar.İnsan genetiğinde olan bir şey ( örneğin yılan ) ile olmayan bir şeye (örneğin otomobil) farklı tepkiler veriyor. Temel korku, İhtiyaçlar. Güvenlik İhtiyacı (güven,huzur,korunma,ihmal,terk, yanlızlık,tehlike,korku), Ait Olma İhtiyacı (birlikte olmak, aidiyet,bağlanmak, dışlanmak,...), Geleceği Tahmin İhtiyacı (ileriyi tahmin, bilinmeyenden korku, önünü gürmek...) , Otorite İhtiyacı ( denge,düzen, istikrar,kaos, kriz, sorun ), Önemseme İhtiyacı (istenme,arzu edilme,beğenilme,sayılma,gurur, başarı,gelişim,rekabet,mükemmellik, hayranlık, aşağılanma,küçük düşme ), Katkıda Bulunma ve Anlamlı Yaşam İhtiyacı (kişsel yaşamamın ötesinde birilerine bir şeyler verme veya davaya hizmet) Çünkü anlamasız yaşam istemiyoruz. 
Çicekten Becel : Rakının mezesi insan. neden içiyoruz ? Mutluluk-keyif, paylaşmak-aidiyet, hüzün-keder... rakı içenlerin %18 AB, % 34 C1, %43 C2 sese sahip. Kişilik sahibi, farklı, meydan okuyan, özgüveni yüksek kadınlar tüketiyor. Tüketimin % 47 si Marmara, %20 si Ege ve % 75 i batı bölgelerinde yapılıyor. Rakının evde dost aile sofralarında tüketimi %62. Düğün,ocakbaşı,balık,piknik te ise %38 yani tüketim eve kayıyor. 1998 yılında toplam 74,3 2008 yılında 47,9  milyon litre rakı tüketildi. 2009 yılında 37 rakı markası var pazarda. Reklam harcamaları 2004 yılında 1,6 iken 2008 yılında 11,2 milyon TL. oldu.
Jan Nahum: Goldmansucks'a göre 2050 de Türkiye Avrupanın 2 büyük gücünden biri. Bizde 2050 yıllarını planlamalıyız artık. Markamız olmalı.Araştırma şart.Devlet bunu desteklemeli.


Perşembe, Mart 12, 2009

Bilinçsiz Medya Bağımlılığı

Kitle iletişim araçları dediğimiz medya (tekili mecra oluyor), FMCG olarak isimlendirilen günlük hızlı tüketim ürünlerimizden biridir. Ürün kelimesine gazeteciler ve genel yayın yönetmenleri kızıyor ve sadece medya diyorlar ama bu onun bir ürün olmasını değiştirmiyor. Her gün üretilen ve satışa sunulur sunulmaz tüketilen bir ürün. Ekmek gibi, su gibi. Örneğin gazetenin günlük tüketim süresi ortalama 26 dakika, Televizyon ise 4 saat. Medya işlevsel olarak bir araç olsa da özü üründür. Ürün ise markanın olgunlaşmamış halidir. Bir ürünün olgunlaşmış ve alışkanlık yapmış halidir. Diğer bir anlatımla marka, bir ürünü ismi ile istemektir. Selpak gibi. Gucci, Armani, BMW, Porche gibi. 

Burada gazete, internet, televizyon hatta cep telefonunun ürün mü araç mı olduğundan çok, bizim bunları ne kadar bilinçli tüketip tüketmediğimizi sorgulamamız gerekiyor. Hani yıllardır medya ve bilgi toplumu olduğumuzdan söz ediliyor ya. İşte o toplumun birer üyesi olarak medya tüketiminde ne kadar bilinçliyiz veya daha bilinçli bir medya ve bilgi toplumu nasıl olabiliriz ? İşte bu soruları cevaplandırmalıyız.  Hem de vakit geçirmeden. Peki neden şimdi sorgulamamız gerekiyor diye sorabilirsiniz. Çünkü geçtiğimiz günlerde katıldığım 12. Araştırmacılar Zirvesi'nde Turkcell'in son yaptırdığı tüketici araştırmasında ülkemizdeki gençlerin vazgeçemedikleri üç şeyin cep telefonu (1), televizyon (2) ve internet(3) olduğu açıklandı.  Ne var bunda normal değil mi ? diyebilirsiniz. İlk bakışta bu gerçek size normal gelebilir  ama bunların üçününde birer mecra olması çok önemli. Ekmek, su veya başka bir markadan söz etmiyorlar dikkat edin. Burada 55 milyon cep telefonu, 26 milyon bireysel ınternet kullanıcısı içindeki gençlerimizden bahsediyoruz. Eğitimleri için zaman, para ve emek harcadığımız çocuklarımızdan. Dokunaklı söylemiyle yarınlarımızdan... 
Medya; Dördüncü Güç
Burada mecraların sağlığımızı nasıl olumsuz etkilediğinden bahsetmiyeceğim. Çünkü uzmanlık alanım medya. Patronları ürünlerinin gücünü gayet bilinçli kullanırken, ya biz onların tüketicileri, ürettikleri ürünleri bilinçli tüketebiliyormuyuz ? Kullanabiliyor muyuz ? İşte bu sorulara cevap aramak istiyorum. Son sözü başta söylemeliyim. Evet, biz medyayı malesef bilinçli tüketmiyoruz. Yapılan tüketici ve marka araştırmaları da, bilinçli bir medya tüketicisi olmadığımızı gösteriyor. Ayrıca bu gücün yöneticilerinin de tüketicisini yani bizi yakından tanımadığını söylüyor. İşte karmaşa burada başlıyor. Tüketici medyayı bilinçli tüketmiyor, medya yöneticisi tüketicisini tanımıyor. Ama üretiyor, üretiyor ve her gün satıyor. Bizde satın alıyoruz. Nasıl ama ?  Tam bir üç bilinmiyenli kaos denklemi gibi değil mi ? Malesef öyle...

Medya yöneticilerinin bizi yakından tanımamasının nedenleri de önemli ama onlar bir şekilde üretiyor ve satıyorlar.  Siz isterseniz daha iyisi var da biz mi tüketmedik ? Veya seçenekler bunlar. Ne yani, okumayalım, seyretmeyelim mi ? diyebilirsiniz. Satın alma, tercih etme bir sonuçtur biliyorsunuz. Eğer tercih ediyor, satın alıyorsanız, üretende aynı şekilde üretmeye devam edecek demektir. Üretici satamadığı zaman neden satamıyorum diye yatırım yapar biliyorsunuz. Onlarda sattıklarına göre kendi tüketicilerini yani bizleri oluşturmaları ve sürekli tükettirmeleri normal değil mi ? Biz medyayı nasıl bilinçli tüketeceğimizi bilemiyorsak, o ürünü üretenlere, nasıl tüketmemiz gerektiğini söyleme hakkı vermiş olmuyor muyuz ?  
Yani onların verdiklerine göre tüketiyoruz. Dünyaya onların gözünden veya göstermek istediği açıdan bakıyoruz. Şöyle bir düşünün. Temel bir ihtiyaç maddesini almaya gidiyoruz ve satıcı o ürünü nasıl kullanmamız yani tüketmemiz gerektiğini söylüyor. Temel bir ihtiyaç maddesinden söz ediyorum. Lüks tüketim ürünlerinden değil. Eğer böyle tüketirseniz ürünümüzü  bilinçli olarak tüketmiş ve kullanmış olursunuz hatta kendinizi daha mutlu hissedersiniz yanında da bir eğitim seti hediye diyor. Yani bildiğimiz gibi değil söylendiği, verildiği gibi tüketiyoruz. Çünkü nasıl tüketeceğimizi bilmiyoruz. Ürün çeşitleri arasından birini seçiyor ve yıllarca onun bize verdikleriyle ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Beynimize yüklediğimiz on binlerce bilgi sadece onlara ait. Aldığımız bilginin  ne kadarını araştırıyoruz ? Ne kadarı gerçekten doğru ? Aldığımız bilgilerle yaşam tarzımızı, dünya görüşümüzü, inançlarımızı, ahlaki değerlerimizi yönetiyoruz. Peki bunlar, harcadığımız zaman ve paranın karşılığı mı ? Günde 40 kuruşa 26 dakikalık, dört saatlik elektrik parasına bir yaşam ! Ama ihtiyacımızda var ! Ne yapalım bizde çaresiz alıyor ve tüketiyoruz. Daha iyisini sundularda almadık mı ? Medya yöneticileri ise bizim tüketicimiz ne istediğini bilmez, ne verirseniz onu alır, tüketici araştırmalarını yaptırır sonra yine sezgilerimizle hareket ederiz. Çünkü gelen sonuçların hiçbirisi rasyonel ve yeterli değil demeleri bir tesadüf olabilir mi ? Nasıl bir duygu bu hissedebiliyor musunuz ?

Evet, gelecek neslimizin vazgeçemediği üç şeyin kitle iletişim aracı olması bir tesadüf değil. Bugün politikacı veya iş adamlarımızın medya üzerinden konuşmasının bir tesadüf olmadığı gibi. Neden dinleniyoruz ve izleniyoruz sorusunun bir cevabı da burada olabilir mi ne dersiniz ?Bilgiye bu kanallardan ulaşıyoruz ve yine o kanallar üzerinde konuşuyor, paylaşıyoruz. Obama’nın seçim zaferinde internetin payı bu nedenle çok önemli. Yüz yüze iletişim yerine medya üzerinden iletişim kuruyoruz. Bu nedenle bilinçli medya tüketicisi olmak zorundayız. Gelecekte, en az elli yıllık bir dönemde, güçlü toplumlar, büyük başarılar medyayı bilinçli kullanan, tüketen kişiler ve toplamlardan oluşacak unutmayın. GoldmanSachs 2050'li yıllara ait raporlar yayınlıyor bugünden. Ülkemizin o tarihte Avrupa'nın Sovyetlerden sonra ikinci büyük gücü olacağından, kişi başı gelirin 25 bin doları geçeceği tahminlerinde bulunuyor. Silikon vadilerinde de aynı yıllarda ne tür ürünlerin tüketileceği dair çalışmalar milyar dolarlık araştırma bütçeleri ile devam ediyor. Bugün 15-25 yaş grubumuzun taleplerinin ve vazgeçemediklerini biliyoruz. Bu bilgilerle gelecekte bizi ve çocuklarımızı nelerin beklediğini tahmin etmek artık hiçte zor değil. Ne dersiniz ? Gelecek elli yılda elektrik ortadan kalkar yerini başka bir enerji kaynağına bırakır mı bilmiyorum ama yakında bu üç mecranın yani cep telefonu, televizyon ve internetin birleşik tek bir mecra olacağını biliyoruz. Ben buna MobileMedia diyorum.  Son on yıldır söylediğim bu gerçek, artık kabul edilebilir hale geldi. Çünkü geliştirilen bir çok birleşik ürün test aşamasında yüksek kabul gördü. Pek yakında hayatımıza. Dün mecraları birbirleriyle yarıştırıp rekabet ettirenler o zaman ne yapacak bilmiyorum ama bizler, bu yeni mecra hayatımıza girmeden bilinçli medya tüketicisi olamıyacaksak bizi nasıl bir geleceğin beklediğini de bilemiyeceğiz demektir.  

Medya ile aramızda duygusal bir ilişki var biliyorsunuz. Siz buna müşteri sadakatı da diye bilirsiniz. Hani altmış milyar doların üzerinde marka değeri olan Coca Cola’nın yüzyılı aşan bir süredir yaptığı pazarlama yatırımları ile ancak elde ettiği müşteri sadakati varya. İşte o, bu ilişkinin doğasında kendiliğinden var. Çünkü mecra bizim kimliğimiz, haber ve iletişim kaynağımız. Bizim kim olduğumuzun, ne bildiğimizin, neye ihtiyaç duyduğumuzun en iyi bilindiği teknolojik bir platform. Beynimizle ihtiyaç duyduğu arasında kullanılan bir araç. Araştırmacılar artık NeuroScience dönemini başlattılar. Yani araştırmada sinir bilimi dönemi başladı. Kafamıza bağladıkları elektrotlarla beyinimizin tepkilerini ölçümleyip, tanımlanmamış ihtiyaçlarımızı tanımlama dönemine geçtiler araştırıyorlar.

Medya, en kısa sürede, en çok bilgiye, en ekonomik fiyata ulaştığımız ürün. Ama sadece tek bir mecradan öğrenir, sorgular, araştırır, paylaşır ve gereğinden fazla o ürünü tüketmeye zaman ayırırsak ne olur ? Bu ürün, bizim tükettiğimiz değil bedelini ödeyerek kendimizi tükettirdiğimiz, bağımlısı haline geldiğimiz bir ürün olmaz mı ? Alkol, sigara, madde ve insan bağımlılığı derken şimdi en büyük tehlike bilinçsiz medya bağımlılığı unutmayın. Medyayı tüketirken, artık kendimizi tükettirmeyelim lütfen...

Pazartesi, Mart 09, 2009

HaberTürk ve Promosyon

HaberTürk'ün yayına başlamasından bugüne bir hafta geçti. İlk sayısının satışı 350.559* olarak gerçekleşti. Yayına başladığı Pazar günkü gazete satışları 5.233.360** olarak gerçekleşti. Bu bir önceki haftaya göre 446.773 adetlik bir artışı gösteriyor. Bu artışın 350.559'u Haber Türk, 67.529 adedi ise spor gazeteleri olan Fotomaç, Fanatik, Fotospor ve Fotogol'ün toplamına ait. Bu Pazar günü ise ilk gelen bilgilere göre Haber Türk'ün satışı 245.097 olarak gerçekleşti. Bu ilk güne göre 105.462 kişinin gazeteyi almaktan vazgeçtiğini gösteriyor. Buradaki temel soru; Vazgeçenlerin ne kadarı diğer gazete okuru, ne kadarı da yeni okur ? Bunun cevabını eminim Haber Türk yönetimi araştırmaya başlamıştır bile. Ancak burada gazete okurlarının promosyona son derece duyarlı olduğu bir dönemde olduğumuz unutulmamalı. Zira bunun en iyi örneği yaptığı "Unutulmaz Sinema Filmleri" ve "Kartlı Dizüstü Eğitim Seti" promosyonlarıyla Hürriyet'i yakalayan Sabah. Ayrıca Milliyet'inde 38.280 adetlik artışını unutmamak gerekiyor. Yani var olan gazete okurunun promosyona duyarlılığı devam ediyor. Burada Haber Türk'ün bazı grup dergilerini geçtiğimiz hafta gazete ile birlikte verdiğini biliyoruz.  Ama istenilen sonuca ulaşmaktan uzaktı. Çünkü diğerlerinin yaptığı ürün değeri olan promosyonlar yanında satılmaktan olan dergilerden bir demet yapmak fazlaca klasik ve etkin geri dönüşü olmayan bir yöntemdi. Ama yine de denemiş ve görmüş oldular. Bu arada Sabah'ın Türk Sineması, Altın Küre ve Oscar Filmlerinin sıkça konuşulduğu bir dönemde 59 kupona Unutulmaz 20 Sinema Filmi DVD promosyonunun son derece başarılı olduğunu söylemeliyiz. Aldıkları artı tirajın ne kadarı bu DVD promosyonuna ait henüz bilmiyoruz ama bu promosyon, okurun güncele ne kadar duyarlı olduğunun bir kez daha göstermesi bakımından üniversitelerde derslik (benim dersim içinde geçerli, bu hafta işleyeceğim) bir vaka çalışması oldu. 

Haber Türk'e tekrar dönecek olursak, yaptıkları devam filmini konuştuğum bir çok kişide, lansmana göre biraz şaşkınlık uyandırdı. Çünkü reklamın mesajı sadece Haber Türk'ün bir aile gazetesi olduğunu vurgular nitelikteydi. Ailede herkesin ilgi alanı farklı ve biz bunu biliyoruz. Tamamda bu yeni bir şey değil ki. Aynı fikri daha önce diğer gazetelerde kullanmadı mı, kullandı. Peki, yapılan filmin ürün ismini değiştirsek ne fark edecek? Hiçbir şey. Sonuç olarak geçtiğimiz bir hafta Haber Türk'ün basın dünyasına yeni bir renk getirdiğini ve havayı biraz olsun değiştirebileceğinin sinyallerini verdi. Ancak reklamveren veya temsilcisi medya ajansları geçtiğimiz bir haftalık dönemde güncel kampanyalarını bir frekans bile kullanmayarak eminim Haber Türk yönetiminin de kafasını karıştırdılar. Bu kadar yoğun duyurunun ve son teknoloji ile çıkan bir mecranın 350 bin izleyicine, bunların bir kısmı yeni okur, ulaşma şansını kaçırdılar. Diyeceksiniz ki piyasanın durumu ortada, bütçe belli, TV'lerin reklam bölümlerinin son yaptığını da biliyorsun. Bu durumda hangi bütçeyle Haber Türk'e reklam verecektik ? Size katılmayı çok isterdim ama Ağaoğlu'nun yüzde 1 ön ödemeli ve ana ödemesi 2011 olan kampanyası  ile bir haftada binin üzerinde yeni konut sattığı söylediği bir ortamda tek neden bütçe olamaz diye düşünüyorum. İlk sayıya birer hoşgeldin reklamı sonra ya fiyatlarını dediğimizi seviyeye çek desteklemeye devam edelim yada sırana geç veya bekle. Turgay Ciner'in patron olarak sırasını beklemek yerine Fatih Altaylı demiş olsada promosyon ile satışlarını düşürmemek için ne gerekiyorsa yapacağına inanıyorum. Çünkü ülkemizde Zaman dışında yüksek tirajlı hiçbir gazetenin sadece satış fiyatı ile kar elde etmesi mümkün değil. O halde reklam almak zorunda. Onun içinde ilk ölçüm sonuçlarının çıkacağı döneme kadar daha fazla gazete satmalı ve erişimini yüksek tutmalı. Yoksa moralini yüksek tutarak  beklemek zorunda...  

*Turkuvaz Medya Dağıtım **Yaysat 

Pazar, Mart 01, 2009

Yeni Mecramız Haber Türk, Gazete TV Web

Türkiye'nin Tek Değişik Gazetesi ve Değiştireceksiniz sloganlarıyla aylardır merakla beklenen Haber Türk nihayet bugün yayın hayatına başladı. Kendilerine başarılar diliyor, medya dünyamıza hoşgeldin diyorum. Gazete Haber Türk ile ilgili ilk değerlendirmelerime gelince. Öncelikle tek isim üzerinden, ülkemizdeki ilk ve tek birleşik mecra olmalarının son derece stratejik ve doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. TV, Gazete ve Internet mecralarının isminin Haber Türk olmasından bahsediyorum. Marka bilinirliği ve marka sadakatı oluşturmada rakiplerine göre son derece avantajlı bir durumdalar. Yeterki bu üç mecrayı tüketici açısından doğru konumlandırsınlar. Teknik imkanları oldukça etkileyici. Klasik gazete boyutunun dışına çıkmaları ve kağıdın kalitesi üst gelir grubu ve yüksek eğitimli tüketici üzerinde olumlu etkileri olacaktır. Ayrıca Haber Türk olarak tüm Türkiye'nin değil ilk olarak İstanbul, Ankara ve İzmir mecrası olmaları çok önemli. Gazetenin reklam kampanyası etkileyici ama eksik buldum. Çünkü mecralar arası rekabette verilmesi gereken ilk mesajın değişim ve değiştireceksiniz olmasına katılıyorum. Reklamın medya planlamasında bir çok mecrayı birlikte kullanmaları oldukça etkileyiciydi. Tek bir mesaj ile bu kadar uzun  süre yayında kalmaları, neden değiştirmemiz gerektiğini tam olarak anlatamadı. Yani ikinci bir mesaj daha gerekiyordu. Problem bütçe ise pazarlama yatırımı daha etkin yönetilebilirdi. Hala vakit var ve önümüzdeki iki haftalık süreç bunun için önemli. 

Bugüne gelince, İlk gün Hürriyet ve Sabah ile birlikte aynı saatte satışa sunulamadı. Örneğin Ataşehir'de erken saatte gazete bayiine gidenler, eski ! gazetelerini alarak evlerine döndüler. Yani değiştirmek için yarını beklemek zorunda kaldılar. Bu da ilk gün için 370 binlik bir satışta kalmalarına neden olacak sanırım. Ama promosyonsuz yüzde 17'lik bir iade oranı ilk gün için oldukça başarılı bir rakamdır. Ayrıca 50 kuruş gibi bir bedelden çıkmaları son derece yerindeydi. Ancak üçüncü sayfadaki "bir haftalık tanıtım fiyatımız 50, sonra üç ilde hafta içi 75, hafta sonu 1 lira" açıklamasını oldukça erken bir karar olarak değerlendiriyorum. Tamam ürün pahalı olabilir ama rekabetin kuralları var. İlk günden giydirilmiş maliyeti satış fiyatından çıkaramayabilirsiniz. Burada da sorumluluk reklam bölümündeki arkadaşlara düşüyor tabiki. Ama üç ilin fiyatını diğer şehirlerden yüksek tutmaları, rekabette Haber Türk'ü bir adım öne geçirecek ve yeni bir ilk olacak.

Reklamveren ve ajanslar için çeyrek sayfalık geçme kapak, orta sayfanın sağa ve sola açılabilir (kapaklı) ve blok 4+4 lük reklam alanı, yeni ve oldukça büyük ve etkin bir kullanım oluşturacak. Tabi buranın blok kullanılması en çok Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı'nın yazılarını etkileyecek görünüyor. Reklamverenlerin ilk sayıya ilgisi oldukça normal ve yeterli iken ilginin bir hafta devam edip etmeyeceği  en ciddi sorulardan biri olarak gündemde kalacak. Aynı gün 6 farklı (Ana gazete, Ekonomi, spor, magazin, İstanbul, Pazar ve Bulmaca ) gazete sunmasını reklamveren ve ajansları nasıl değerlendirecek birlikte göreceğiz.

Haber Türk'ün teknoloji ve kağıt kalitesiyle ülkemiz medyasında yeni bir değişimi başlattığı kesin. Ama asıl gazetenin içeriğinin tüketiciyi nasıl etkileyeceği, gazetesini değiştirip değiştirmeyeceği veya yeni gazete okur kitlesi oluşturup oluşturmayacağını bir aylık süre içinde birlikte göreceğiz. İnşallah Fatih Altaylı, Murat Bardakçı ve Doğan Satmış'tan oluşan yeni kuşak abilerini geçer. Bu arada gazetenin logosundaki bayrak kırmızısı ve dalgalı zemin ile Haber ve Türk'ün arasındaki kırmızı çizgi ezber bozmuş ama zemini yoruyor. Bu arada satış fiyatı ve ağırlıklı üç il yaklaşımı gazeteyi tiraj olarak Milliyet, Vatan arasında veya üstünde bir yerlere konumlanayabilir. Bu, başlangıç için hedeflenen ise belki başarılı bulunabilir ama tirajda  400 bin ve üzerinin başarı çizgisi olduğunu unutulmamalı. Yoksa yüksek erişim için promosyon zorunluluğu kaçınılmaz olur.

Cumartesi, Şubat 28, 2009

Seçim ve İletişim Konferansı-2 Bizim Mahalle

Konferans, Gürsel Tekin'in konuştuğu bölüme kadar oldukça verimliydi diyebilirim. Ama Güneri Civaoğlu'nun  Tekin'in iktidar eleştirilerini konferansı konusu olan seçim ve iletişime çekmek için üçüncü uyarısından sonra toplantıdan ayrıldım. Çünkü bir politikacının katıldığı bu tür konferanslarda, özellikle de bir üniversite ortamında, meydanlardaki söylevlerini bırakıp biraz konuya odaklanmasını ve daha sonra yeri geldikçe eleştirilerini yapmasının daha etkili olacağına inanırım. Politikacıların ne zaman bir kamera veya mikrofon görse hemen politika konuşmalarını dinleyenlere karşı haksızlık olduğunu düşünüyorum. 

Paylaşmak istediğim konu ve konuşmacılara gelince;
Haluk Gürgen ( kendileri Anadolu Üniversitesi İBF'den hocamdır); doğru zamanda, doğru mekanda, doğru kişileri RD ve Mediacat'i de içine alarak böyle bir toplantıda bir araya getirmesi iletişim dekanlığına çok yakıştı. 
Deniz Ülkü Arıboğan; rektör iletişimci değilim dese de yapabiliyorsan ve satabiliyorsan herşey normal, ne yaptığınnı değil kim olduğumuzu önemseyen bir dönem, bu dünya bize dayatılanların dünyası ve hayat iletişimdir başlıkları içinde potansiyel bir pazarlamacı ve iletişimci ruhu taşıdığını gösteriyordu.
Yılmaz Esmer; biliyorum beni yine yanlış anlayacaksınız yönlendirmesiyle konuşmasına başlaması, seçmen ve tüketiciyi ayırmak gerektiği, seçmenin rasyonellere göre değil duygularına göre hareket ettiği, taraflı seçmenin karşı görüşlere kapalı olduğu, seçim sonuçlarının kararsızların yüzde 20 lik bölümün kararına göre belirlendiği tesbitleri köşe yazarlarına konu olacak nitelikteydi.
Ali Eşref Turan; yerel seçimlerin genel seçimler havasında geçtiği ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun söylediklerini medya yetiştiriyor ama Kadir Topbaş'ın söylediklerini kimse duymuyor, çünkü başbakan konuşuyor tesbite sanırım herkes katıldı.
Necati Özkan; ülkemizde reklamcılar içinde siyasi iletişimci sayısı çok azdır. Mehmet Ural'dan sonra sektörümüz yeni bir siyasi iletişimci daha kazandı. Özellikle muhalefet partilerimizin bu kişilerden daha fazla yararlanması gerektiğini düşünüyorum. Özkan'ın Obama'nın başarısının altında yatan nedenleri anlatırken yaptığı bazı tesbitler oldukça önemliydi. Obama'nın aslında basit bir söylev olan "umut ve değişim"den internet sayesinde, yeni seçmen ve umutsuzları da etkileyerek zaferle çıktığı, değişimin tepeden değil tabandan geldiği, Amerika'da seçimlerin yüzde 50'in üzerine çıkma üzerine inşa edildiği tesbitleri çok çarpıcıydı.
Güneri Civaoğlu ; her zamanki güleryüzlü soğukkanlılığı ve bir TV programı yapıyormuş havası ile yine dikkat çekiciydi. Ama iletişimi bir araç değil de kurum olarak tanımlaması ilginçti. "İletişim çağımızın en önemli kurumlarından biri" derken sanırım aradaki bazı kelimeleri atladı. Bu arada konuşmacılara sürekli dokunarak müdahale etmesi izleyenlerde Davos'luk gülüşmelere neden oldu. Kılıçdaroğlu ve Tekin'i sürekli seçim ve iletişim etrafında konuşmaya yönlendirmesi ve hedef kitleniz kim gibi net soruları oldukça etkileyiciydi.
Kemal Kılıçdaroğlu; İstanbul'da kültürel ayrışma var. Aynı yerden alışveriş yapmıyorlar. Ayrışma derinleşti bu da siyasetçinin işine yaradı. Yasaları ve değer yargılarını değiştirmek zaman istiyor sözleri kendisinin CHP'den değilde başka bir ülkeden yeni gelmiş izlenimi oluşmasına neden oldu.  
Gürsel Tekin; İstanbul il başkanı olduktan sonra yaptıklarını anlatmaya başlaması ve din eksenli siyaset yapılıyor gibi söylevleri gelecekte parti başkanlığına aday birinin konuşmaları gibiydi. Tabi bu arada sürekli Kılıçdaroğlu ile birlikte olmaya ve medyada birlikte görünmeye özen göstermesi, bu tür ortamlarda sürekli birşeyler söylemesi kafalarda bir takım ruhundan çok farklı soruları da beraberinde getirdi.

Organizasyon için söylenebilecek en olumsuz eleştiri, Kılıçdaroğlu'nun karşısında Kadir Topbaş olmayınca neden MHP adayının çağrılmadığı ve onun yerine Gürsel Tekin tercih edilerek konferansı bir CHP desteği atmosferine sokulmasıydı. Eğer MHP adayını da Kılıçdaroğlu istemediyse o zaman Kadir Topbaş'ın bunu bilerek katılmamakta haksız mı ?  Çünkü nede olsa burası bizim mahalle değil mi ? 

Cuma, Şubat 27, 2009

Seçim ve İletişim Konferansı-1

Bu sabah Bahçeşehir Üniversitesi'nin Reklamcılar Derneği ve Mediacat işbirliği ile düzenlediği "Seçim ve İletişim Konferansı"ndaydım. 3.kattaki Konferans Salonu'na girdiğimde RD Başkanı sayın Yiğit Şardan kapalı bir mikrofona konuşuyordu. Bir süre sonra mikrofon açıldı ve konuşmasını benim gibi arka sıralarda oturanlar için özetledi. Şardan, dernek olarak bir iletişim özgürlüğü olan seçim reklamlarındaki yayın yasağın tüm uğraşlara rağmen hala kaldıramadığını ve bundan sektör olarak duyulan rahatsızlığı dile getirdi. Ayrıca bir reklamcı olarak, siyasi partilerin şu anda uygulamakta oldukları stratejilerinde odağa seçmeni almaları gerektiğini söyledi . Konferansa CHP adayı sayın Kılıçdaroğlu'nun dışında sayın Topbaş'ı da davet ettiklerini ama kendisinin bu davete olumlu cevap vermediğini belirtti. 
Bir iletişimci olarak Sayın Topbaş'ın da burada olmasını beklerdim. Çünkü en güçlü aday olarak gösterilen bir kişinin İstanbul'un orta yerindeki bir üniversitenin davetine icabet etmesi gerekirdi. Acaba bu konferans, Fatih Üniversitesi'nde yapılsaydı sayın Topbaş yine katılmaz mıydı ? Hiç sanmıyorum. Ama bu kez de insanın aklına acaba Reklamcılar Derneği ve Sayın Kılıçdaroğlu ne derdi diye sorular geliyor değil mi ? Reklamcılar Derneği bu tür bir toplantı talebi Fatih Üniversitesi'nden gelse yine ev sahipliği yapardı diye düşünüyorum. hatta CHP'nin türban açılımından sonra sayın Kılıçdaroğlu'nun da daveti kabul edeceğini düşünüyorum. Bunları düşünürken 12 Eylül öncesi dönemi hatırladım. O zamanlar Polatlı'da lise öğrencisiydim. Ayrılmış mahalle ve kahvehaneler arasında yaşıyorduk. ÖSS'ye hazırlanmak için 1 saat uzaklıktaki Ankara'ya gitmemiz gerekiyordu. Yani dersanemiz bile yoktu ama siyaseti dibine kadar yaşıyorduk. Mezar taşlarının kurşunlandığı bir ilçeydi bizimki. Seçim dönemlerinde herkes kendi mahallesinde konuşuyor,duvarlar her gün yeni sloganlarla boyanıyor ve geceleri mutlaka bir iki kahvehane basılıyordu. Hatta Emniyet Amirliği nezaretinin lambaları her gün sabaha kadar açık olurdu. Okul müdürümüz Kasım Bey ise ülkenin politikacılara değil okumuş insanlara ihtiyacı var diyerek akşamları kahvehane, Halkevi ve Ülkü Ocağına baskınlar düzenliyordu. Orada gördüğü öğrencilerini ertesi sabah okuldaki odasında bizzat ağırlıyordu. Odasından çıkanlar genellikle o gün izinli sayılıyordu. Okul çıkışında doğru evimize gitmemizi tembihliyor hatta bazı günler bizimle Atatürk Heykeli'ne kadar yürüyordu.  Aradan neredeyse 30 yıl geçmiş. Hükümetin yüzde 47 oyla iktidarda olduğu bir ülkeydeyiz. Hatta Başbakan yerel seçimlerde yüzde 50 oy oranına ulaşacağını iddia ediyor. Ama belediye başkanı, aynı zamanda adayı ülkenin tek "Seçim ve İletişim" konferansına katılmıyor, mesaj bile göndermiyor. Sayın Topbaş'ın danışmanlarının yerine olsam  böyle bir konferansı kaçırmam hatta bir programla çakışsa bile bulunduğum yerden televideo sistemi ile canlı bağlanarak merak edilen soruları cevaplandırırdım. Anlaşılan o ki Başbakanın stratejisi, sayın Topbaş içinde geçerli ve onlar meydanlardan ve medya üzerinden seçim kampanyasını yürütecekler ve hiçbir ortamda rakipleri ile karşılıklı gelmeyecek, medyaya malzeme olmayacaklar.  Ülkenin yüzde 65'inin C ve altı ses'te olduğu bir ülkede bu taktik, bir siyasi partiye seçim kazandırmaya yeter. Buna yanlış bir strateji denemez hatta çok zekice denebilir. Fakat bu strateji, bir partiye veya kişiye açık ara seçim kazandırırken, toplumda tehlikeli bir sınıf ayrımına zemin hazırlar. Dinimiz ayrımcılığı reddeder. O halde biz kazanmak için önce ayırıp sonra nasıl kucaklayacağız. Politikanın temel kuralı kimsenin kalıcı olmadığına işaret ediyor. Politikada insanlar duygularına göre hareket edebilir ama bu onların aptal olduğunu anlamına gelmez değil mi ? 

Pazartesi, Şubat 23, 2009

Durgunlukta Canlanmak İçin-1; Türkiye Reklam Birliği

Basın Reklam Platformu tarafından geçen hafta yapılan "Durgunlukta Canlanma Konferansı" sonrasında yaptığım görüşme ve değerlendirmelerde, sektör olarak, bir an önce harekete geçmemiz gerektiği görülüyor. Çoğu kişi gibi bende bireysel yaklaşımlarla bu krizden çıkmamızın zor olacağı görüşündeyim. Bu tür konferans ve toplantılar, hiç kuşkusuz sektörümüzün tüm taraflarına ( tüketicilerimiz hariç ) büyük katkı sağlıyor. Burada, bu tür katkılarda en büyük desteği veren Hürriyet için bir parantez açmak istiyorum. Hürriyet, sektördeki birleştirici ve gelişime destek sağlayan misyonunu 2001 yılından beri artırarak devam ettirmektedir. Bu sektörümüz açısından örnek alınması gereken bir durumdur. Hatta her geçen gün daha fazla mecranın bu tür organizasyonlara destek vermesi de sektörümüz adına oldukça sevindiricidir. Siz bunu, Hürriyet'in sektörün gelişmesine, en büyük reel bütçe ve desteği vererek pazar lideri sorumluluğunu yerine getirdiği şeklinde de ifade edilebilirsiniz. Ama bu biraz haksızlık olur. Zira bir pazar liderinin, sektördeki olumlu gelişmelerden ilk ve büyük payı alması, olumsuz gelişmelerden ise nisbeten daha az etkilenmesinin doğal olduğunu biliyoruz. Öyleyse Hürriyet'in, sektörde bu kadar aktif olmadan da ciddi kazanımlar elde edebileceğini unutmamak gerekir. Hürriyet'in bu misyonu yüklenmesinde en önemli sorumluluk hiç kuşkusuz Reklam Grup Başkanı Ayşe Sözeri Cemal'e aittir. Kendisinin sosyal vizyonunun sektörel  bir takdiri ve özel teşekkürü hak ettiğini düşünüyorum. Ancak burada Hürriyet'in olmadığı veya destek ver-e-mediği bir konferans veya toplantının da sektöre katkısı olduğu ve olacağı, o yöneticilerin de üstlendiği sorumluluklar unutulmamalıdır. 

Parantezi kapatarak "Durgunlukta Canlanma Konferansı" na geri dönmek istiyorum. Eminim bu konferanstan, herkes kendi adına farklı sonuçlar çıkardı. Benim çıkardığım iki temel sonuç var. Birincisi, Hürriyet'te çalıştığım ve 2001 krizinde önerdiğim ama o tarihlerde fazla destek bulmayan Reklam Mecraları Derneği'nin artık kurulmasının zorunlu olduğunudur. İkincisi ise reklamverenlerimizin bağımsız pazarlama yatırım yönetimi sürecinin artık başlatmasıdır.

İlk olarak Reklam Mecraları Derneği'nin kurulma zorunluluğuna gelelim.Bu zorunluluk, kriz ortamlarında kendini daha çok göstermektedir. Çünkü kriz ortamlarında medya yatırımlarının kesilmesinin marka-tüketici iletişimini olumsuz yönde etkilediği kanıtlanmıştır. Bunun bölgesel ve uluslararası örnekleri her geçen gün fazlalaşmaktadır. Yani krizleri bireysel değil sektörel önlemlerle aşmaya çalışmalıyız. Aynı şey reklamverenler içinde geçerlidir. Rekabetin serbest piyasa ekonomisindeki kurallarını biliyoruz. Ama kriz piyasa ekonomisine birazda sektörel bakılması gerektiğine inanıyorum.     

Konferansta FT'den Simon McDonald'ın kriz dönemlerinde reklam yatırımlarına kesmeden devam eden altıyüz Amerikan şirketi örneği oldukça çarpıcıdır. “Kaliteden ödün verirseniz, tüketiciniz eninde sonuda sizi cezalandırır. Gülen taraf rakipleriniz olur. Başarılı olmak için yatırım yapmaya devam ederseniz, pazar payınızı artırır, piyasada daha çok söz sahibi olursunuz. Uzun dönemde karlılık sağlar, rekabetten galip çıkar, ne kadar yaratıcı olduğunuzu ve bazı şeyleri diğerlerinden farklı yaptığınızı tüketiciye anlatmış olursunuz   diyerek reklamverenleri uyarmaktadır. Bu sözlerin ne kadar uyarıcı olduğunu ve ülkemizde hangi reklamverenleri harekete geçireceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Oysa şu anda bazı reklamverenlerimizin plan ve bütçe revizyonu yaparak sessizliğini koruduğunu, bazılarının ise yüksek indirimli ama yetersiz yayın frekansları ile bir şeyler yapmaya çalıştığını görüyoruz. Bu arada tüketici motivasyonu olumsuz yönde gelişmeye devam ediyor.

Medya ve reklamverenlerimizin sürekli hesap yapması, fikir değiştirmesi ve hareketlerini yavaşlatması krizi derinleştirmektedir. Buna bir de hükümet ve muhalefetin yaklaşan yerel seçimler nedeniyle meydanlara çıkmasını, uzayan IMF görüşmelerini de eklersek krizin derinleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Yani yerel seçimlerden gerçek bir 1 Nisan şakasıyla çıkabiliriz. 

Uzmanların krizin aşılması için tüketicinin tekrar alışveriş yapmaya başlaması gerektiğinde birleşiyorlar. Hatta Amerika'da piyasaları canlandırmak için hükümetin vatandaşına vereceği söylenen ( bireylere 500, ailelere 1000 dolar) genel vergi iadesi (tax refund) nin bile piyasaları ne kadar sürede ve nasıl canlandıracağı tartışılmaktadır. Oysa kısa sürede çıkabileceğimiz bir krizde, bireysel yaklaşım ve yavaş hareketlerimiz sayesinde daha derin yaralar alabiliriz. Krizin etkilerini 2012 yılına kadar hissedileceğini söyleyenleri desteklemiş olacağız. Ama henüz zamanımız varken tüketiciye, bu krizden bir an önce kurtulmanın neden kendisine bağlı olduğunu anlatmalıyız. Reklamveren ve mecraların kapanmasının olumsuz etkilerini göstermeliyiz. Tüketicinin motivasyonunun daha fazla düşmemesi ancak birlikte hareket edilerek sağlanabilir. Onların alışveriş yapması için daha fazla çaba göstermeliyiz. Bu medya ve reklamverenin ortak hareket etmesi ile  mümkündür. Yapılan ekstra yüzde 30-40'larla başarılan ortadadır. Medya ajanslarının performans primlerini artırarak aylık hedeflere ulaşmayı planlamak da işe yaramayacaktır. 

Platform başkanı sayın Ayşe Sözeri Cemal, her ne kadar da amaçlarının en kısa sürede dernekleşme olduğunu söylese de önerim, öncelikle tüm reklam mecralarının Reklam Mecraları Derneği (RMD) çatısı altında dernekleşmesidir. Çünkü sağlıklı olan budur. Bu krizden en az zararla çıkmanın tek yolu, tüketici için aynı hedefe bir sivil toplum örgütü olarak kilitlenmek ve tüm mecraları birlikte kullanmaktır. Bu oluşum, tüm yönleriyle, şu anda reklamcı (RD), reklamveren (RVD) ve medya ajansları hatta metin yazarları (RYD) ve grafikerler (GMK) gibi tüm sektör kuruluşlarının tam desteğini alacaktır. Çünkü RMD'nin kuruluşu  Türkiye Reklam Birliği'nin (TRB - Turkish Advertising Association) de bir an önce kurulmasına zemin hazırlıyacaktır. Bu tür krizlerden daha güçlü çıkabilmek ve sektörümüzü hedeflediğimiz seviyelere getirebilmek için böyle büyük bir birliğe kesinlikle ihtiyacımız vardır. TRB'nin tüm derneklerimizi bir çatı altında temsil etmesinin yanı sıra yurt içi ve dışı sektörel çok büyük işleride  gerçekleştireceğinden eminim. TOBB'un bir birlik olarak geldiği nokta düşünüldüğünde TRB'nin bir an önce kurulmasının zorunlu olduğunu düşünüyor ve öneriyorum. Evet, katılıyoruz ama bu kadar işin arasında tarafları ne zaman, kim, nasıl bir araya getirecek ve uğraşacak diyorsanız, bu iki öneriminde A.M.A.C. olarak sonuna kadar arkasında olduğumuzu bilmenizi isterim. Temsil ettiğimiz Ebiquity/Billetts ile birlikte TRB ve RMD için tarafsız ve tam bağımsız bir ortam oluşturmaya ve gerekli çalışmaları yapmaya da hazırız. İşte kriz, işte fırsat. Canlanmak için kimseyi beklemeyelim. TRB nin yapabilecekleri düşünüldüğünde tüketicimizin sektörel bu sesi dinleyeceğinden eminim.  Ne dersiniz ? Durgunlukta canlanmak için birşeyler beklemek yerine TRB kurmaya ve ilk icraatı olarak böyle önemli bir görevi birlikte başarmaya var mısınız ? Yoksa bütçe, prim, indirim, ajans ve onay için beklemeye devam mı edeceğiz ?  


Cuma, Şubat 20, 2009

Yüreğinin Söylediği Gerçektir

Dillimizden dökülen kelimelerin ne kadarı yüreğimizden geçer ? Aklımız ile yüreğimizin çatıştığı zamanlarda ne söyleyeceğimizi bilemeyiz.  Dilimiz sadece bir araç olmasına karşın onu yöneten şey sinir sistemimizdir. Sinirlerimizin gerildiği bir ortamda aklımız ve yüreğimiz nasıl çalışır ? 

Burada yüreğimiz derken beynimizin dört lobundan birini tarif ediyorum. Yüreğimiz duygusallığımızın sembolü olmuştur. Yüreğim derken nasıl da içten gelir sesimiz. Oysa aklım derken daha sert söyleriz. Biri duygusal biri gerçek ya ondandır bu ton farkı. Duygular insana hata yaptırır derler. Mantıklı, akıllı ol duygularınla hareket etme derler. Gerçekte öyle midir ? İnsan aklının mantıklı kısmıyla ne kadar gerçek olabilir ? Aklımız söylenilmesi, yapılması gerekeni hatırlatır, hata yapmamak ister. Ama hata yapmamak, her zaman doğruyu söylemek midir ? Gerçek midir ? İnsanın yüreği yani beynin duygusal lobu, yalan söyleyebilir mi ?  

Şimdi nereden çıktı bu duygusallık ve ne ilgisi var medya ile diyorsunuz değil mi. Herkesin medya üzerinden konuştuğu ve gerçeği aradığı bir ortamdayız. Neden ? Çünkü medya, gerçekleri arar bulur yazar ve bizde okur veya dinleriz değil mi ? Iııh. Değil...  
İşte o yüzden duygusalım. Medyamız yıllardır aynı konuda birçok gerçekten bahsediyor. Nasıl olur ? Ben, biri doğru diğeri yalan deyip geçiyorum sen de öyle yap diyebilirsin. Tamam da gerçek herkese, iyi ve kötüye göre değişmez ki. Yani gerçeğimiz aynı değilse sen iyisin ben kötü olmayız. 

Bunları sorgularken tek olan gerçek'in peşindeyim.  Hani bulduğun ama söylemediğin, kendinle kaldığında beyninde zonklayan  gerçeğin. Sen gerçekleri değiştiremezsin. Gerçek, gerçektir ve tam karşında dimdik durur. Eğilmez, bükülmez. Geceleri rüyana girer. Unutmak istersin kendini unutturmaz. İçer sızarsın ama uyandığında yine bıraktığın yerdedir. Sen istediğin kadar mantıklı olanı anlat veya yaz  değişmez. 

Yüreğimizin pompaladığı kanın basıncı ile oluşan nefesimizden ses tellerine, oradan da dilimize gelen ve onun hareketi ile çıkan sesin anlamı gerçek olmalıdır. Beyninde topladığın bilgilerle ulaştığın şey gerçek olmalıdır. Söylemeden veya yazmadan önce hem de.  

Dilin kemiği yoktur atasözümüzü hatırla. İstediğin yöne döner. Her dönüşte farklı bir ses ve anlam çıkar dudaklarımızın arasından.  Biraz önce söylediğinle karşındakini düşündüğün gibi etkileyemediysen biraz sonra tam tersini söyleyebilirsin. Beynin emri verdikten sonra dil her sesi çıkarır.  Doğru işte böyle bir anda oluşur. Çünkü doğru, gerçek ve tektir. Ya gerçeği söylersin ya da susarsın. Eğer gerçek zarar verecekse şimdilik, susma hakkını kullanabilirsin.Her gerçeği de söyleyemezsin, söylememelisin. Ama dilini veya kalemini kullanmaya başlamışsan dönülmez ufkun akşamındasın ve vakit çok geçtir. Söylediklerin veya yazdıkların gerçek değilse yalandır ve arasında başka bir tanımlık yer yoktur. 

Sen diline veya kalemine gerçek olmayan şeyleri söylettirdiğin veya yazdırdığın sürece zarardasın demektir. Etrafındaki kişilerin söylediklerini onaylaması onu gerçek yapmaz.Gerçeği bulmuş olmazsın. Hele hele söylediklerinin inandırıcılığını artırmak için kaynaklar göstermen, isimler vermen gerçekmiş gibi durur ama sadece acizliğini belgeler. 

Gerçekler seni bulmaz, sen gerçekleri arar bulursun. O güne kadar hep gerçekleri aramakla geçer ömrün. Duyduğunu, bulduğunu, söyleneni veya işine geleni haber diye yazamazsın. Aklının dört lobuda çalışır, sen araştırır, öğrenir gerçeği bulur ve sonra söyler ve yazarsın. Araştırman bitmeden, bütün soruları cevabını bulmadan yazdıkların haber değildir. Haber gerçektir unutma. Senin bu yazdıkların ancak yorum olur. İsim vermesen, habermiş gibi yapsanda yorum ve o yorum senin günahın olur, hesabına yazılır. Gerçeği bulduktan sonra yazdığın yorum ise ünvanın, saygınlığın, salihliğin ve insanlığındır. Gerçeği bulduğunu düşündüğünde, konuşmadan veya yazmadan önce son kez bir de yüreğine sor. O sana gerçek olup olmadığı söyleyecektir. Çünkü yüreğinin söylediği gerçektir. Yüreğin duygularındır. Duyguların yalan söylemez. Eğer gerçeği yazıyorsan mutlusundur. Mutlu olan bu kadar düşünmez ve uyumak için acı çekmez. 

Yüreğinin söylediği gerçektir. Gerisi yalan... 

Cuma, Şubat 13, 2009

Fistful of Dollars vs RÖK

Bu yıl 15 yaşına basan Reklam Özdenetim Kurulu'nun 12 Şubat 2009 Perşembe günü İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde bir toplantısı vardı.Toplantı salonunundan içeri onbeş dakika geçikmeli girdiğimde Çetin Bey sunumuna başlamıştı bile. Kurul Başkanı, aynı zamanda eski bir bürokrat ve hukukçu olan sayın Çetin Ziylan, RÖK'ün işleyişini gösteren kuralların yer aldığı ‘iç tüzük’ adını verdiği belgenin, tam olarak bilinmemesinin yarattığı tereddütleri, Kurul’un yapısındaki değişiklikleri anlattı ve geçtiğimiz 1 senenin özetini yaptı. Sonra da soruları yanıtladı ve belirlenen zamanda toplantıyı bitirdi.

Toplantı, geçen yıl başlayan bilgilendirme toplantılarının ikincisi olması açısından önemliydi. 
Önemliydi çünkü, bugünlere gelebilmek için tam onbeş yıl geçmişti. Dile kolay. Katılımın geçen yılki toplantıya göre daha bir platform havasında olması ise oldukça sevindiriciydi. Ancak, gözlerimiz reklam mecra yöneticilerini aradı. Keşke platformu oluşturan bu mecralarımızın üst düzey yöneticileri de orada olsaydı. Yılda bir kez yapılan ve sektörü ilgilendiren bir toplantıda olmalıydılar. Belki son dakika işleri çıkmıştır. Yoksa  IAA Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ, Reklamverenler Derneği Başkanı Hakan Gören'in ve reklamveren temsilcilerinin olduğu bir toplantıda eminim onlarda olmak isterlerdi. Medya ile hükümet arasındaki iletişimin hassas olduğu bir dönemdeyiz. RÖK Platformunu, sektörün kendi problemlerini, devletin cezai yaptırımlarına gerek kalmadan, çözülebileceği göstermesi açısından önemli bir ortam olarak görüyorum. Bu nedenle de platformu oluşturan tüm tarafların yılda bir kez düzenlenen bu tür bir toplantıda bir araya gelmesini ve ulusal mecralarında konuya ilgi göstermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü konu sadece sektörel mecraları ilgilendiren bir haber içeriği taşımıyor. Konu aynı zamanda reklam tüketicisi yani sokaktaki vatandaşı da yakından ilgilendiriyor. Çünkü RÖK'ün kuruluş amacı ; " Reklamın, tüketiciye ve topluma karşı sorumluluğu çerçevesinde yasal,ahlaki,dürüst ve doğru olması gerektiğinin bilinciyle RVD,RD ve IAA'nce oluşturulan Reklam Özdenetim Platformu(Platform), uluslararası Ticaret Odası'nın dünyaca kabul görmüş Reklam Uygulama Esasları'nı Türkiye'de uygulamaya koymak üzere "Reklam Özdenetim Kurulu (RÖK) kurmuştur....EASA üyesidir" diyor. Ayrıca görevleri içinde (3.3) "... kamuoyuna yapılan ortak tahahhüt çercevesinde, kararlarının uygulanmasını ilgililerden ve mecralardan ister." deniyor.Yoksa ben mi yanılıyorum.

Ülkemizde kişi başı reklam yatırımlarımız hala kırk dolarlar seviyesinde. Bu yıl krizle birlikte sanırım bu rakam daha da düşecek. Ama biz RÖK platformunu kurmayı onbeşyıl önce akıl etmişiz. Müthiş bir ileri görüşlülük.Platformun kuruluşuna karar verenleri ve emeği geçenleri kutluyorum. Ama platforma ve aldığı kararlara yeteri kadar ilgi göstermeyen de yine biziz ! Bu işin doğasında var galiba. Kurulları oluşturanlar ve kuralları koyanlar aynı olunca kuralları yıkanlarında aynı olmasını normal mi karşılamalıyız ? Herhalde biz koyduk, biz yıkarız misali oluyor. O zaman da bir ileri iki geriye şaşırmamak gerekiyor.Öyle ya olmayan şeyin toplantısı mı olurmuş ? 

Burada şunu söyleyebilirsiniz; " reklam mecraları RÖK'ün aldığı kararları zamanında uygulasın sorun çözülür, neden bu işi bu kadar büyütüyorsun." Evet yaklaşımınız teoride doğru ama pratikte yanlış. Çünkü mecralar RÖK'ün onlarla paylaştığı kararları öyle düşündüğünüz gibi hızla uygulama yoluna gitmiyorlar. Neden ? Fistful of Dollars. Yani çözümün en önemli parçası olmak yerine "bir avuç dolar için". Onlar platformun parçası olsalarda ( ismi platform ya bir hafiflik var aslında) RÖK'ün kuruluş amacı, tüketici, sosyal sorumluluk gibi duygusal şeyler yerine patronlarına ay sonu hesabını nasıl veririz, avuçları biriktirsek hedeflerimizi geçer, primlerimizi nasıl alırız diye düşünüyor olabilirler. O zaman sizde onbeş yıla ancak iki toplantı sığdırabilirsiniz. Biraz sığ oldu ama öyle malesef.  Ama Allah'tan Çetin Bey ve bir avuç arkadaşımız var. Yıllardır alınan kararları bir hukukçu bürokrat titizliğinde takip ediyor ve sabırla uygulanması için uğraş veriyorlar. 
Eğer sektörümüzün gelişmesini, yatırımların sağlıklı bir şekilde artmasını, yaptığımız işlerin kamuoyu önünde ve uluslararası düzeyde saygınlık kazanmasını istiyorsak, içinde bulunduğumuz platform ve sivil toplum kuruluşlarının görevlerini yapmasına yardımcı olmamız gerekiyor. Son günlerin popüler deyimi ile "yüksek itibar" istiyorsanız ilk önce aldığınız kararlara itibarınız yüksek olacak. Yoksa kazandığımız bir avuç dolarla itibarsız yaşamaya devam edeceğiz. 

Salı, Şubat 10, 2009

İki Anket ve Gazze

Kudüs Medya ve İletişim Merkezi son İsrail saldırısından sonra Gazze ve Batı Şeria'da yaşayanlar üzerinde bir anket yapmış ve sonuçlarını AFP aracılığıyla tüm mecralara göndermiş. Anketin sonuçlarına baktığınızda Gazze'deki dramın Batı Şeria'daki halkın üzerindeki yansıması ile Gazze'deki halkın üzerindeki yansımalarının farklı olduğunu görüyoruz. Çünkü biri içeride mağdur diğeri ise dışarıdaki tanık durumunda. Örneğin Batı Şeria'dakilerin yüzde 53.2 si savaşı Hamas kazandı derken, Gazze'de yaşayanların ise sadece yüzde 35.2 si bu görüşe katılmış. Yani Gazze'deki masum ve mağdur insanlar, bu saldırıların şiddetine bakarak İsrail'in yanı sıra Hamas'ında rolü olduğunu göz ardı etmiyor. Diğer bir ifade ile bu saldırılarda kadın ve çocukların ölmesine izin verilmeyebilirdi diyor. Oysa Batı Şeria'dakiler, dünya kamuoyunun hiç olmadığı kadar Filistin ve Gazze'deki katliamlara odaklandığını görüyor ve bu savaşta Hamas'ı destekliyor. Anket sonuçlarının doğru olduğu varsayımından hareketle bu iki farklı bakış açısını alıp; Gazze işlenen insanlık suçunda Hamas'ın rolü olduğu. Veya İsrail'in Gazze'de yaptıkları ile dünyada destekçisinin kalmadığı ve buna seçim sonrasında bir son vermesi gerektiği sonucuna varabiliriz. Ayrıca da İsrail'in yeni kurulacak hükümetininde savaşa devam etmesi halinde Hamas'ın dünya kamuoyu önünde kahraman olacağını söyleyebiliriz.  

Ama bu yorumları yapmadan önce, Filistin halkının yüzde seksensekizinin barış ve ateşkes istediği bir ankette İsrail'lilerin yüzde kaçının aynı şeyi istediğine bakmak gerekiyor hiç kuşkusuz. Bundan sonra bu anketi insanlık suçuna sessiz kalan Arap ve Mısır yöneticileri veya Davos'ta tarihi çıkış yaptığı söylenen Erdoğan üzerinden değerlendirmek daha akılcı olacaktır. Eğer Gazze'de yaşayanların Hamas'ın yaptıklarını doğru bulmadığından yola çıkar ve Hamas'ın yüzde 51 olan halk desteğinin yüzde 31'e düştüğünü buna kanıt olarak ortaya koymaya çalışırsak, Perez'in Davos'taki masum ve mağdurunu da bir şekilde desteklemiş oluruz. Buradan Hamas'ın yaptıklarını desteklediğim çıkarılmamalı. 

Problemli bir bölgede, hangi amaçla yapıldığı henüz bilinmeyen iki anketi değerlendirmek için erken olduğunu söylüyorum. Gazze, Davos'dan sonra basın tarafından böyle politize edilmemeliydi. Basın, Davos'ta yaşananları Gazze'deki insanlık dramının önüne geçmesine izin vermemeli. Sayın Erdoğan'da Davos'ta yaptıklarını her ortamda anlatmaktan vazgeçmeli. 
Bugün dünya kamuoyu, Davos'ta atıldığı söylenen bir adımın, Filistin meselesine somut katkısını görmek istiyor. Lütfen her gelişmeyi anında değerlendirme ve yağ-kaymak çıkarıp oraya buraya sürme hastalığımızdan vazgeçmelim. Ama Araplar gibi de sessiz kalarak yok olmamak ve onun bunun destekçisi durumuna düşmemek kaydıyla... 

Perşembe, Şubat 05, 2009

Türkiye Reklam Platformu

Gazetelerde Basın Reklam Platformu'nun 7st 30 cm boyutunda Durmayın! Durgunluğun bir parçası olmayın kampanyası başladı. Üç farklı mesajın yayınlandığı reklamlardan birincisinde Ford Motor Company'nin kurucusu Henry Ford'un "Başkalarının boşa harcadığı zamanlarda diğerlerinin öne geçtiğini görüyorum."  John F.Kennedy'nin "Çinliler kriz kelimesini yazarken iki fırça darbesi atarlar. Biri tehliyeyi diğeri fırsatı temsil eder. Krizde tehlikenin farkında olun, fırsatı da göz ardı etmeyin" ve Wal-Mart'ın kurucusu Sam Walton'un " Bana durgunluk hakkında ne düşündüğüm soruldu. Düşündüm ve içinde yer almamaya karar verdim." mesajlarına yer verilmiş.  İmza bölümünde ise 21 günlük gazetenin (Akşam, Bugün, Cumhuriyet, Fanatik, Fotogol, Fotomaç, Fotospor, Güneş, Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal, Sabah, Sözcü, Star, Takvim, Türkiye, Vatan, Yeni Asır, Yeni Şafak, Zaman) isimleri var. 

Bu çabayı gazeteler adına kutlamak gerekiyor. Çünkü hiç bir şey yapmamaktansa birşeyler yapıyorlar ve "durmuyorlar". Boş sayfalarını krizin etkilerini azaltmak için reklamvereni uyararak kullanıyorlar. Ama uzmanlar, krizin etkilerinin en az 2010 yılının son çeyreğine kadar devam edebileceği varsayıyor. Gazetelerin yazdığı, televizyonların söylediği eğer doğruysa bu durumda tüm mecraların birlikte birşeyler yapması gerekmez mi ? Bu platformun isminin "Türkiye Reklam Platformu" olması ve krize birlikte karşı koymaları daha etkin bir geri dönüş sağlamaz mı ? Ülkemizde reklam pastasının yüzde seksenin üzerindeki payına sahip 4 medya grubu birlikte daha hızlı çözüm yolları bulamazlar mı ?  Yok eğer böyle bir krizde de bir araya gelemiyorlarsa, ne zaman bir araya gelecekler ? Bu Global kriz,  ülkemizdeki medya için ciddi bir fırsattır. Yıllardır bir araya gelemedikleri için çözümsüz kalan birçok sorunu artık tartışabilir ve çözüm yolları bulabilirler. Örneğin reklamverenin medyaya güvenini artırabilmek için ilk adımı hızla şeffaflaşarak atabilirler. 

Hiçbir şey için geç değil. Yeterki isteyin. İşte size bir fırsat. Durmayın, durgunluğun bireysel parçaları olmayın ve oluşturun Türkiye Reklam Platformu'nu. Artık sizde sektörün sorunlarına bireysel değil genel bir çerçeveden bakın. Kişi başı reklam yatırımlarının kriz sonrasında daha hızlı yükselmesine katkıda bulunun. Patronlarınız da bunun madi ve manevi geri dönüşlerini size versin ve istediğiniz kadar o koltuklarda başarıyla oturun. 

Yok eğer sadece gazeteler zor durumda ise cevaplandırılması gereken bir çok soru var demektir. Basın Reklam Platformu neden genel uyarı mesajları veriyor ? Şimdiye kadar medyanın beklediğini veremeyen reklamveren; H.Ford, JFK ve Sam Walton'un' birer tavsiye niteliği taşıyan sözlerinden sonra nasıl harekete geçecek ?  Bu tür sözler etkili ise "Kelin ilacı olsa başına çalar", "Ak akçe karagün içindir","Sakla samanı gelir zamanı", "At binenin kılıç kuşananın", gibi atasözlerimizi ne yapacağız ? 

Bu arada aşağıdaki soruları platformdan birileri cevaplandırırsa eminim benim gibi birçok kişide aydınlanmış olacak.
  1. Kampanya imzası ilk kampanyada olduğu gibi neden hala Basın Reklam Platformu ? Öyleyse neden hiçbir derginin ismi yok ? Dergilerin durumu gazetelerden daha mı iyi ? 
  2. Gazete Reklam Platformu demelerini zorlaştıran nasıl farklı bir durumları var ?
  3. İlk kampanyalarında  gazete okumayan ve gazeteye reklam vermeyenleri ağır bir dille suçladılar. Peki o kampanyadan nasıl bir geri dönüş aldılar ? Şimdi de "Susma ! Sustukça sıra sana da gelecek" diyorlar. Peki bu kampanyadan nasıl bir sonuç bekliyorlar ?
  4. Basın Reklam Platformu'nun resmi bir çatısı, açılımı, vizyonu, misyonu ... var mı?
  5. Bu kampanyanın hedef kitlesi kim ? Yarınına güvenemediği için alışveriş yapamayan tüketici mi ? Yoksa dördüncü indirimini yaptığı halde hala yeterince satamayan reklamveren mi ? 
  6. Platformun mesajları neden sürekli olumsuz ve suçlayıcı ? Bunun adı kışkırtıcı veya provakatif reklam mı ? Yoksa bu tarz, haber ve köşerlerden sonra reklam bölümlerine de mi sıçradı  ?
  7. Reklamverenin reklam vermesinin tek yolu bu mudur ? Bu ajansın mı yoksa platformun reklamveren hakkındaki ortak duygusu mu ? Bunun başka yolu yok mudur ?
  8. Konuyla ilgili karar almadan önce bağımsız danışmanlarınızla görüştünüz mü  ?
  9. Platformu kurarken rekabet kuruluna, kampanyayı başlatmadan önce de reklam ve reklamveren STK'lere başvurdunuz mu ?
  10. Gazete sayfaları olumsuz ekonomi haberleri ile doluyken, tüketiciden reklamverenleri nasıl mutlu etmesini bekliyorlar  ? 
  11. Yirmibir gazetenin reklam bölüm çalışanları eskisi kadar alışveriş yapıyor mu ?
  12. Yirmibir gazete, başka mecralara, grup mecraları hariç, paralı reklam veriyor mu ? 
  13. Bu kampanyayı kendi mecraları dışına ne zaman taşıyacaklar ? Yoksa sadece gazetelerde mi göreceğiz ? Öyleyse bu ilk kampanya mesajları ile çelişmiyor mu ? Kriz nedeniyle gazeteye reklam veremeyen reklamverenleri de bir önceki kampanyadaki gruba mı dahil edecekler ? Bunun arkasından da birinci kampanyayı tekrar edecekler mi ?
  14. Gucci'nin yüzde doksan indirim yaptığı bir dönemde platformun bir sonraki adımı perakende, turizm, inşaat sektör fiyatlarını finans ve otomotiv sektörüne vermek mi yoksa dün olduğu gibi bugünde ekstra yüzde 35-40 larla idare etmek mi ?
  15. Yıllardır ellerinden tutarak yürümeyi öğrettikleri sonra koşmaya başlayınca yakalayamadıkları perakende, turizm, inşaat,.. sektör firmalarına şu zor günlerinde yine çok özel ve bireysel çözümler üretebilecekler mi  ?
  16. Platform, bu mesajların dışında başka ortak noktalarda kararlar aldı mı ? Çok özel fiyat desteği isteyen reklamverenler için yine birlikte konuşarak hareket ediyorlar mı ? 
  17. Diğer taraftan, henüz hiç ortak sesi çıkmayan Televizyon Reklam Platformu (bu ismi de ben koydum) bu krizi susarak fırsata çevirebilir mi ? 
  18. Kırmızı Reklam Ödülleri Yarışması'nda bir kriz sonrasında doğmuştu.  Yarışmanın sektöre katkısı olduysa, bu rakamlarla açıklanamaz mı ? Yok eğer rakamsal değil sadece artistik bir katkısı olsuysa bununda önemli bir aşama olduğu düşünülemez mi ? Yarışmayı bu kriz ortamında tüm gazetelerin düzenlediği bir yarışma haline getirmenin artık zamanı gelmedi mi ? Gazete Reklam Platformu'nun  ilk icraatlarından biri bu olamaz mı ? 
Gün, medyalar için Türkiye Reklam Platformu günüdür. Reklamverenler için ise Bağımsız Medya Denetim günüdür. Elimde kalan bütçeyi en etkin ve amacına en uygun nasıl değerlendiririm günüdür. Artık herşeyi ben bilirim, en iyi ajansı seçerim, en iyi indirimi alırım dyen ve patronuna hala kişisel raporlar sunan yöntemlerden vazgeçme günüdür. O gün bugün değilse artık dündür. Geçmiş olsun !
   

Çarşamba, Şubat 04, 2009

Amerika Gazeteleri TV ve Internet'e Karşı...

Amerikanın tanımış gazeteleri (The New York Times, Washington Post,...) birleşerek krizle birlikte gazetelerin ölmiyeceğini anlatan ortak bir platform oluşturdular. Bir de internet siteleri var. http://news.newspaperprojects.org. Yaptıkları büyük kampanyanın ilk reklamında "More People Read A Newspaper Today Than Watched Yesterday's Big Game" yani "Bugün, Dünkü Büyük Maçı Televizyonda Seyredenden Daha Fazla Insan Gazete Okuyacak" diyor. Burada ilginç bulduğum reklamın kurgusu değil mesajıdır. Çünkü, TV ile gazete arasında bir karşılaştırma yapılmış. Siz bir reklamveren iseniz, ne var bunda, iki ana mecra rekabetinin güzel bir örneği diyebilirsiniz. Ama ben diyemem. Neden ? Çünkü, ben mecralar rekabet etmez, birbirlerini tamamlar diyorum. Bunu Manajans Thompson'da çalışırken 1997 yılında katıldığım Araştırmacılar Derneği Semineri'nde söylemiş ve bu konuda bir bildiri sunmuştum. O günden bugüne fikrim değişmedi. Ama mecralar birbirleriyle rekabette hala aynı yanlış strateji üzerinde durmaya devam ediyorlar. İşte son örnek Amerikan gazeteleri. Gerçek hedef kitlesi tüketici olması gereken bir kampanyanın mesajına baktığınızda reklamveren olduğunu görüyorsunuz. İyi de reklamveren TV'ye reklamvereyim diye duygusal bir tercihte bulunmuyor ki. Medya ajanslarının verilerine ve görsel,işitsel artılarından dolayı bütçesinin büyük bir bölümünü TV'de kullanıyor. Hepsi o kadar. Peki burada yanlış var mı ? Varsa nerede ?  Yanlış arıyorsanız bunu gazetelerde arayabilirsiniz ? Çünkü reklamveren ve onun temsilcisi medya ajanslarını yanlış veya fazla bütçe kullandıkları için eleştiren onlar. Aynı tüketici grubundan bahsediyoruz. Yani bir gün içinde yedi mecra ile iletişim halinde olan tüketici. Sabah gazete, ofiste internet, arabada radyo, dışarıda billboard, evde TV seyreden. Bu arada sinemaya giden ve dergi okuyan. Yani kendini güncellemeye çalışan ve bunun için para ve zaman harcayan insanlardan bahsediyoruz. Eğer biz her sabah daha fazla insana gazete aldıramıyorsak ve onları satın alma tercihlerinde gazeteyi en ön sıraya koyduramıyorsak yani reklama daha duyarlı hale getiremiyorsak medya planlama ajansı ne yapsın ? TV ve ınternet ne yapsın ? Tabiki onların reklam pastasındaki payı büyüyecek. Tabiki bütçeyi diğer mecralardan en baştada ana mecra olan gazeteden alacaklar. Her gün yüz milyon kişinin gazete okuduğu bir ülkede reklamveren hala TV ve interneti daha çok tercih ediyorsa tekrar düşünmek gerekmez mi ? Burada TV ve Internet mecralarının medya ajansları ile yaptıkları yıllık bonus anlaşmalarından söz edebilirsiniz. Ama bununda tek başına yeterli olmayacağını bilmelisiniz. Yoksa reklamveren ve tüketici aptal durumuna düşer ki bu da doğru olamaz zaten. Günümüzde tüketici ihtiyaçlarına göre birleşik mecralar dönemi başlamıştır. TV+Internet ve Gazete+Internet birleşik ve bütünleşik mecralar olarak birlikte kullanılmalıdır. Tabiki gazete ve Tv'si olmayan internet siteleri bireysel mecra olarak çok daha zorlanacaklardır. Okurunuza ve reklamvereninize bu mecraları birlikte pazarlamalısınız. Okur sabah aldığı gazetenin internet sitesini gün içinde kullanabiliyorsa veya akşam seyrettiği TV kanalının internet sitesini de aynı istekle kullanabiliyorsa problem yok demektir. Yok siz Gazeteyi ayrı, Internet mecramı ayrı satarım diyorsanız, demeye devam edin, kaybeden siz olursunuz bundan kimsenin şüphesi olmasın. Reklamvereni düşünün hedefi nedir ? Tüketici tercihi olmak ve reklamını yaptığı ürününü daha fazla satabilmek. Tüketicinin hedefi nedir ? İhtiyaç duyduğu ürünü kendine en uygun zamanda satın almak. Satın almadan öncede yakalandığı reklamlardan hatta kaçmaya çalıştığı reklamlardan aklında kalanlarla bir değerlendirme yapmak. O zaman sizde tüketicinin en uzun süre aklında kalan doğru ve uygun marka olmalısınız. Böyle bir rekabet ortamında başka bir şey yapamazsınız, yapmamalısınız da. 



Newspaper Project Ad

Cumartesi, Ocak 31, 2009

Eyvah Türkler Davos'ta...

Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki sert üslubu haftaya damgasını vurdu. Medyada birçok kişi Başbakan'ın bu tutumunu ve bitmekte olan oturumu terk etmesini olumlu karşılarken, birçok kişide olumsuz eleştirilerde bulundu. Bazı kişiler ise olayın hem olumlu, hemde olumsuz tarafları değerlendirerek adalet dağıtma görevini üstlendiler. Konunun üzerinden yeterli süre geçtiğini düşünerek bir değerlendirmede ben yapmak istiyorum. Bu olayda Türk TV'leri yeterli uluslararası tecrübeye sahip olmadıklarını bir kez daha belgelediler. Haberi nasıl vereceklerine, nerede duracaklarına ve nasıl devam etmeleri gerektiğine bir türlü karar veremediler. Haberi bir ara tam bir televole magazini boyutuna indirgediler. Böyle olunca da akıllarından hiç çıkmayan rating korkusuyla başbaşa kaldılar ve sürekli birilerine bağlanarak değerlendirmeler almak istediler. Her değerlendirme ile akılları biraz daha karıştırdılar. 

Özellikle haber kanalıyım, markayım diyenlerin siyaset ve medya dünyasından ilk bağlandıklarının başbakan muhalifleri olması oldukça düşündürücüydü. Yüzde kırkyedi ile Türk Halkından temsil yetkisi alan bir başbakanın, bu olay karşısında, halkının beklentilerine göre bir davranışta bulunmasını normal karşılamak gerekirken konu TV'lerde siyasi malzemeye dönüştürüldü. Her uzatılan mikrofona fırsat bu fırsattır, reklamın iyisi kötüsü olmaz diye sansasyonel konuşarak diğer kanallarda beni arasın onlara da birşeyler söyleyeyim diyenler yanılmadı. Kendini bilenin gelişmeler devam ederken konuşmadığı bir ortamda, gidecek başka kapınız da olamazdı zaten. 
Yapılması gereken, canlı yayına devam etmek ve gelişmeler devam ederken yorum yapmaktan kaçınmak ve gelişmelere göre doğru kişilere ulaşarak doğru soruları sormaktı. Bu yapılmış olsaydı böyle bir fırsat, marka pazarlamaya çevirilebilirdi. Ama elimizi yüzümüze bulaştırdık. Günde dörtbuçuk milyon gazete satın alan ve 4,2 saat TV seyreden bir ülkenin durumuna bakın. Kullandığımız teknoloji ile dünya sıralamasında üst sıralarda iken, yaptığımız habercilikte ilk elliye bile girememiz bundan olsa gerek. Ne demiş atalarımız "Aynası iştir kişinin lafa (teknolojiye) bakılmaz " İşte böyle, sonuç budur.  

İsrail'de genel, Türkiye'de yerel seçimlerin yaklaştığı bir ortamda, bir panel için Beyaz Saray'a bağlanmadıkları kaldı. İsrail TV'lerine kadar bağlandık. Ama şu ana kadar bizim mecralarımıza bağlanarak görüş alan bir İsrail TV kanalı duymadık. Olay, ülkeler arasında savaş çıkabilir havasına sokuldu. TV'lerini o an açanlar birazdan ülkeler büyükelçilerini çekecek ve sabah'ta savaş başlıyacak duygusuna kapıldılar. 

Oysa neden ve niçinleri belli olan bir paneldi. Hararetli geçeceğini herkes biliyordu. Bu nedenle zaten birçok ülkede paneli canlı yayınlanıyordu. Türkiye'nin Başbakanı da, mazlumken herkesten koruduğumuz bir toplumun bugünkü hükümetinin müslüman kadınlarımızı ve çocuklarımızı katletmesini içimize sindiremiyeceğimizi ve yaptıklarının bir insanlık suçu olduğunu, bunu durdurarak, halkından oy almış kişileri tanımasını ve barış için onlarla masaya oturması gerektiğini tüm dünyanın gözleri önünde kendilerine bir kez daha söylemişti. Ancak kimse, bir Türk Ermeni torununun olan başarılı bir gazeteci moderatörün soykırım ve katliamın karşısında durmak yerine, Perez'e çanak tutacağını bilemezdi. Masum çocuk ve kadınların öldürüldüğü bir katliamın konuşulduğu panelde süre doldu diyerek izleyenleri akşam yemeğine gönderilmeye çalışılması tam bir densizlikti. Moderatör'de bir basın mensubuydu ama tarafsız değildi. 

Uluslararası mecralar haberi (canlı yayınlayanlar hariç )  alt yazı ve yorumsuz verdiler. Neden ? Çünkü olay sıcaktı ve gelişmeler devam ediyordu. Şimdi burada sorulması gereken soru; Davos'ta bu konu programa hangi amacla konulmuştu ? Ana konusu Global Kriz olan bir toplantıda, Gazze Katliamı, akşam yemeği öncesinde bir saatlik bir panel konusu muydu ? İlk sorunun cevabını dün Referans Gazetesi verdi. Konuyu Başbakan iki hafta önce önermiş ve kabul edilmişti. Oturumu da Dünya Ekonomik Forumu (WEF) Başkanı Klaus Schwad yönetecekti. Ancak iki gün önce toplantı moderatörünün Schwad değil, ataları Türkiye Ermenisi olan ve soykırımı Türkiye kabul etmelidir diyen başarılı Amerikalı gazeteci David Ignatius olduğu bildirilmiş ve itiraz edilmesine rağmen moderatör değiştirilmemişti. Yani başbakan bile bile itiraz ettiği bir kişinin moderatörlüğünde konuşmayı kabul etmişti.  
Herhalde, böyle hassas bir konuyu Davos programına aldırmakla dünya kamuoyunun ilgisini bir saatliğine bile olsa bir kez daha Gazze'deki katliamlara çekeceğini ve barış sürecinde olumlu adımlar atılabileceğini düşünmüştü.  

İkinci soru, böyle bir toplantıda tarafların doğru seçilip seçilmediğiydi. Birleşmiş Milletler Temsilcisi, Türkiye Başbakanı, İsrail Cumhurbaşkanı'nın olduğu bir toplantıda Mısır'ın olması yadırganamaz ama Filistin'i temsilen kimsenin olmaması düşündürücüydü. Nedenini hala bilmiyoruz. Ama bunu İsrail istemediyse bu daha da düşündürücüdür. Peki böyle bir katılımcı grubunun olduğu bir toplantıdan taraflar nasıl bir sonuç bekleniyordu ? Herhalde Dünya, İsrail'in bir soykırım  yaptığını ve insanlık suçu işlediğini, seksenbeş yaşında ve dilin kemiği olmadığını en iyi bilen yaşlı kurt bir yahudiden itiraf etmesini beklemiyordu. Perez, böyle bir toplantıya katılmakla, yaptıklarının bir soykırım değil savunma olduğunu anlatma fırsatı buldu. Hatta rolünü o kadar iyi ezberlemişti ki, tüm seviyeleri aşarak mağdurun asıl kendileri olduğunu haykırdı ve neredeyse dinleyenleri ağlatacaktı. Ayrıca Perez'in bu toplantıya katılmaktaki diğer bir amacı ise İsrail dışında yaşayan ve bu katliamı yanlış bulan yahudilere bir mesaj vermek olabilirdi. Perez ayrıca rolünü oynarken Türkiye Başbakanı'nı duygusallaştırarak hata yapmaya zorlamak istemişti. Bu nedenle BM ve Mısır Temsilcisine değil de Erdoğan'a dönerek ve parmak göstererek konuştu. Bu sonucu, Perez'in ve Erdoğan'ın uluslararası tecrübelerini göz önüne alarak siz de çıkarabilirsiniz. Hatırlarsanız Perez, Erdoğan'ın o sert çıkışlarında hiç tepki ve renk vermedi. Sonra da yanlış anlaşılmaktan üzüntü duyduğunu, çıkışlarının şahsi olmadığını, duyulmadığını düşündüğü için yüksek sesle konuştuğunu... falan söyleyerek planının başarıya ulaştığı mesajını verdi. Ama belki de kestiremediği Başbakan Erdoğan'ın "siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz", "...kadın ve çocukları nasıl öldürdüğünüzü çok iyi biliyoruz" ve  " bana bizzat tankların üzerinde Filistin'e girerken birbaşka mutlu oluyorum diyen başbakanlarınız var" cümleleriydi. 

Tüm dünya daha dün, İspanya ve Almanya'dan kaçanlara kucak açan ve koruyan Osmanlı ruhunun, torunları olan Türklerin kanlarında akmaya devam ettiğine şahit oldu. Dün kucak açtıklarımızın bir zamanlar Osmanlı toprağı olan yerlerde hele müslüman kardeşlerimizin katledilmesine asla seyirci kalamıyacağını ve izin vermiyeceği hissettirdi. Aynı durum yahudilerin başına gelse yine karşısında bizi bulacağını tekrarladı. Bunu başbakanını havalimanına karşılayarakta gösterdi. 

Bir paneli bu kadar abartmak ancak bizim medyamız tarafından başarılabilirdi ve başarıldı da. Ne zaman medyamız Erdoğan'ın karşısında dursa, olaylardan en fazla olumlu puanı Erdoğan alır oldu. Kural yine değişmedi. Erdoğan'da temsil ettiği halkının ve temsil etmediği halkların takdirini kazandı. Medyamız ise istemeden de olsa tüm dünya medyasının ve kamuoyunun dikkatini bu olaya çekerek Türkiye'nin tanıtımına ve Erdoğan'ın kahramanlaşmasına katkıda bulundu. Diğer taraftan kendimizi, ülkemizi ve temsilcilerimizi bu kadar fütursuzca eleştirerek dünya medyasına örnek olmaya da devam ediyoruz. Bu tür bir medyayı Amerika'da, İngiltere'de, Japonya'da ve Çin'de göremezsiniz. Neden acaba ?  

Son soru ise panelde Başbakanımız Erdoğan değil de Baykal olsaydı durum daha mı farklı olurdu ? Evet hem farklı hem de çok daha sert olurdu. Çünkü Erdoğan'dan çok fazla siyasi geçmişi ve tecrübesi olan Baykal'ın kullanılan üslubuda çok iyi bildiği düşünüldüğünde, toplantıyı terk etmeden önce farklı ama daha ağır ifadelerle bu seviyesizliğin altında kalmayacağına inanıyorum. Ama Erdoğan kadar hayranlık uyandırıcı ve inandırıcı olur muydu onu bilemem ama havalimanında bir o kadar insan tarafından sevgiyle karşılanırdı. 

Dünya, krizin hala derinleşen yapısı içinde kapitalizmi ve  özel sektör-hükümet rollerini yeniden tanımlarken Türkiye'nin bu yeni dünyada adından çokca söz edilecek önemli ülkelerin başında geldiğini bir kez daha hatırladı. Evet "...Türkler geliyor..."