Pazartesi, Eylül 14, 2009

Ahmet Hakan ve Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi üzerine...

Ertuğrul Özkök'ün genç öğrencisi Ahmet Hakan'ın pazar günkü yazısını okuyunca, kral ve kralcılar ilişkisini tekrar hatırladım. Son olarak Bekir Çoşkun'un ifadesi ile Ertuğrul Özkök'ü Umre'ye götürmeyi başaran* sayın Ahmet Hakan yazdıklarına bakılırsa ciddi bir dersin sınavına girmiş görünüyor. 
İsterseniz biraz bu dersten bahsedelim. Dersin adı; "Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi" Dersin en büyük özelliği senin seçimine bağlı olmaması. Yani bu dersi almanda yöneticilerin fayda görülürse sana hissettiriyorlar öyle alıyorsun. Yani öncelikle hissetme sezilerinin gelişmiş olması zorunlu. Yoksa yaptığınız bir nevi Allah muhafaza Don-Kişot'luk olarak kalabiliyor. Dersin hem teorik hem de pratik aşamaları var. Sınavları ise habersiz yapılıyor. Yani her an hazır olmak gerekiyor. Çok zor bir ders yani. Geçmesi öyle bir sınavla da olmuyor malesef. Duruma göre bazen dört bazende sekiz dönem bu dersi almak ve sınavlarında başarılı olmak gerekiyor. Bu dersten geçebilmek için ise dört üzerinden üçseksen ve üzeri ortalama tutturmak zorunlu. Bazen bu ortalama kuruma ve yöneticiye göre de değişebiliyor. Bu arada etrafınızda bu dersi sizin gibi hissederek (!) alan ve her sınava deli gibi çalışan bir çok arkadaşınız olduğunu farkediyorsunuz ve aranızda acımasız bir rekabet başlıyor. Aslında bu dersi gerçekte kimin alması istendiğini ise sadece yönetici-leri-niz biliyor.   


Çok yıpratıcı ve yorucu olan bu dersten geçtiğinizde ise artık sizi yeni bir gelecek bekliyor. Yani kurumunuzun gelecek üst düzey yönetici adaylarından biri oluyorsunuz. Bununla birlikte maddi problemleriniz artık pek olmuyor. Odaklanacağınız şey, kurumun başarısı ve karlılığı için gereken her şeyi gözünüzü kırpmadan yapıyorsunuz. Gerektiğinde acımasız tepkiler verebiliyor ve kararlar alabiliyorsunuz. Bu dersi alırken kendi uzmanlık alanlarınızın yanı sıra siyasi, ticari, hukuki, finansal deneyimler yaşıyorsunuz. Esnekliğiniz ve hırsınız artıyor ama kompleksleriniz yok olmak zorunda. Hızlı karar alma, riskleri görme ve yönetebilme yeteneklerinizi gelişiyor. Kimsenin sizi sevmesini beklemiyorsunuz ama insan kaynakları yönetiminiz her zamankinden çok daha önemli oluyor. 


Diyeceksiniz ki iyi güzelde bunun Ahmet Hakan ile ne ilgisi var ? Daha çok genç bir köşerimiz. Henüz kurumunda beş yılı bile doldurmadı. Kuruma dışarıdan katılan Eyüp Can gibi uzmanlık alanı ekonomi değil. Yaptığı Popüler Köşerlik. Yani bugün var yarın ne olacağını Allah bilir. Böyle kişilerin bu tür bir sınava hem de bu dönemde girmesi ne kadar doğru ? Evet söylediklerinize tamamen katılıyorum. Ama son günlerde yazdıklarına baktığınızda kesinlikle sınav sorusu cevaplandırıyor. Hem de çalıştığı kurum adına. Şimdi soracaksınız ? Ona bu görevi kim verdi ki ? Artık Tanrı yazar olmadığına inanan ama köşelerin ve köşerlerin direkt bağlı olduğu tek bir kişi var biliyorsunuz. Ama onunda kendisini bir geziyle görevlendirdiğini hiç sanmıyorum.


Pazar günkü yazısında üç konu var. Aslına üç soru sormuş ve cevaplarını vermiş. Üçüde bu dersin sınav sorusu sanki. Bir; iktidara yaranmak için Umre'ye gittik. İki, Bekir Bey Hadisesi. Üç, Vay Pişkin Vay. İki yazıda kurum adına cevaplama üslubu kullanmış. Hatta birinin cevabında bizatihi kaynak belirtmiş. "Vay Pişkin Vay" konusunda ise kendisi hatırlarsınız 10 Eylül 2009 tarihinde "Mesele Aydın Doğan Meselesi Değil ki " diye bir yazı** yazmıştı. Bu yazıyı yazarken dikkatinden nasıl kaçırdığını anlayamadığım,  DYH'nin hükümet ile olduğu söylenen sorunları Hürriyet'te kendisi yazmaya başlamadan önce başlamış olmasıydı. Ayrıca DYH'ye kesilen ceza sonrasında medya da ilk kez Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu ismini kendi yazdı ve sıfatlandırdı. Sonra Akif Beki, ertesi günkü yazısında "Medya Efelerinin Raconu" diye bir yazı kaleme aldı ve Aydın Beyi efeye, yönetici gazeteci ve köşerlerini de çakal-meşrep kızanlara benzetti. Ayrıca yazının sonunda efenin kafasının artık atmasının yakın olduğunu tahmininde bulunarak çakal-meşrep kızanları uyardı. Ama bu yazıyı okurken kimsenin aklına genç Ahmet Hakan gelmedi, gelemezdi, gelseydi de tek kelime ile günah olurdu. Zira konunu geçmişi vardı ve ayrıca yazdığı popüler köşe yazılarına bakarak kendisinin de çakal-meşrep grubuna girmesi imkansızdı. Neyse o okurun hissetmediğini hissetmiş olmalı ki buna ağır, seviyesiz ama popüler (!) bir cevap vermiş. Sanki kendisinden yöneticisinin sınava girmesini ve sorulan soruyu da üzerine alarak abileri adına böyle bir cevap beklediğini hissetmiş gibi.  


Bu dersi hissederek aldığını söyleyen ama not ortalamasını nedense tutturamayan çok gazeteci ve köşerimiz var biliyorsunuz. Hala bu dersten geçmek için köşelerinde uğraş veriyorlar. Ama bir çoğu şu anda başka kurumlarda. Yani o kurumda olmadı başka bir kurumda bu dersi mutlaka geçmek için azimliler. Allah ömür verdikçede devam edecekler. Veremezlerse de görev şehitleri arasına isimlerini yazdıracak herhalde. 


Son onbeş yıldır ülkemizde medya-hükümet arası nedense sürekli ateş altında. Dünya da bunun benzerinin olduğu başka bir ülke de yok. Ülkemizde hükümetlerin medyayı susturmak veya kendi ifadeleri ile seviyeli hale getirmeleri medyanın da gazeteci veya köşer'leri ile saldırıya karşı savunmaya geçmesi yeni bir durum değil biliyorsunuz. Bu savunmada birçok yazar kendini Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi sınavında hisseder. Konu kendi uzmanlık alanında olmasa bile gözünü karartır ve abilerinin anlattığı kahramanlık öykülerine özenerek ilk öne atılan cesur yürek olur. Kanının son damlasına kadar savaşacakmış gibi yazar. Ama öleceğini hissettiğinde bu savaşta şehitlik mertebesi olmadığını anlar ve aptallık mertebesine ulaşmak istemez. Öne başkalarının yani abilerinin geçmesine izin vermek için geri çekilir pardon yavaşlar. Yavaşlar ki öne gerçek kahramanlar yani sorumlular geçebilsin. 


Ülkemizde son yirmi yılda medyada değişmeyen tek şey patronlar değil onların yönetici gazeteci ve köşerleri olmuş. Çünkü onlar, şimdiye kadar ki tüm olayların baş müsebbibleri veya kahramanları oldukları için öne çıkmayarak varlıklarını bugüne kadar sürdürebildiler. Kazandırırken onları alkışlayanların kaybederken kurbanı olmadılar ne demekse.  Ama geride yine boş dur-a-madılar. Boş duranı Allah sevmezmiş zaten. Aradığınızda onları New York'ta, Paris'te, Moskova'da veya seçkin konaklarında şu bir türlü veremedikleri Kurumsal Yüksek Sadakat Dersi sınavlarına sanki ilk günkü heyecan ile hazırlanırken bulabilirsiniz. 


İşte böyle bir ortamda sayın Ahmet Hakan'ın popüler yazılarına devam etmeli. Bu tür uzmanlık konularını ise abilerine bırakmalı. Bu arada Bekir Çoşkun'un Esquire Dergisi'nin Haziran-Temmuz 2007 sayısında Esra Görgün'e verdiği "Toplumun Bu Medyayı Reddetmesi Çok Yakındır" röportajını tekrar okumasını kariyer planlaması açısından önemli olabilir. Yoksa, Salihlik her müslümanın üzerinde duran bir elbise değil biliyorsunuz.  


Not: Bunlardan DYH'e kesilen 3.7 milyar TL. gibi tarihi cezayı desteklediğim çıkarılmasın lütfen. Gelişmeleri uzmanların yazdıklarından veya söylediklerinden yakından takip etmeye çalışıyorum. Şu anda mali konularda uzman olmayan gazeteci, kişi ve köşerlerin yazdıklarını lütfen dikkate almayın diyorum.  


*"...Ahmet Hakan`ın yaptığı da başarıdır. Hürriyet`e geldi, bir süre kaldı ve Özkök`ü umreye götürdü. Bundan daha başarılı ne olabilir? Ama dediğim gibi yaptıkları gazeteciliktir. Ti`ye alabilirim ama kızmadım..." 


**"...Ne yani? Zilleti kabul edip Mustafa Karaalioğlu ile Akif Beki'nin çekip çevireceği “yeni medya düzeni”ne mi teslim olacağım?
Hayır... Hayır... "

Perşembe, Eylül 10, 2009

Ertuğrul Özkök ve Umre Üzerine...1

Medyada son iki haftadır en çok konuşulan konu hiç şüphesiz Ertuğrul Özkök'ün Umre ziyareti ve ilgili yazı dizisi oldu. Konuyu iki bölüme ve dört farklı açıya ayırarak değerlendirmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.Gerçi bugün itibariyle oluşacağı beklenen gelişmelerin farklı bölüm ve açılar oluşturması da mümkün ama öncelikle bugüne kadar ki gelişmeleri değerlendirmekte yarar var. Bu arada, sayın Özkök'ün bugünkü yazısı özel bir analiz gerektiriyor. Zira yarından itibaren köşerlerce ve ilgili kişilerce epeyce konuşulacak ve yazılacak. Biz bugüne kadar ki iki bölüm ve dört açıdan başlayalım... 


Bölümler...Bir; Haberin medya sitelerine düşmesinden bugüne kadar olan "Genel" Bölüm. İki; Bugün ve Sonraki "Kişisel" Bölüm.


Açılar...Bir; İnanç ve İbadet. İki;Haber ve Yazı Dizisi. Üç;Medya Pazarlama ve Yönetimi. Dört; Ertuğrul Özkök

İnanç ve İbadet açısından bakıldığında; medyanın mahalle diliyle söylemek gerekirse, laik Cumhuriyetciler (Özkök'ün ifadesi ile toplumun laik denilen Atatürkcü kesimi) için bir inanç veya inançsızlık yoklaması oldu. Muhafazakar İslamcılar (Özkök'ün ifadesi ile "dindar" diye bildiğimiz kesim) için ise "nasıl yani" şimdi Müslüman mı oldu yoksa diye bir tebessüm oluşturdu. Bu arada iki hedef kitleninde kafasında, acaba değişmiş olabilir mi ? Değişti ise nasıl değişti gibi bol sorulu bir durumda oluşturmayı başardı. Taki bugünkü "gezinin üzerimdeki etkileri" tarihi açıklamalarına kadar. Aslında iki hedef kitle de Özkök'ün gitmeden önceki halinin değişmeyeceğini düşündü. Ama konuya yine de " belli mi olur" diye temkinli yaklaştı. Sonuçta bir kez daha Özkök'ün bu yaş ve tecrübeden sonra kolay kolay değişmiyeceğini değişse de bunu bu geziden sonra belli etmiyeceğini öğrenmiş olduk.  
Bir de konunun, medyanın henüz tanışmadığı ama ülkenin çoğunluğunu oluşturan Müslüman Cumhuriyetciler açısı var ama bu şu an için konumuz dışı.


Haber ve Yazı Dizisi açısından bakıldığında ise önceliği haberi yapana vermek gerekiyor. Çünkü glasnost öncesi tüm yaşam tarzını ve hedeflerini değiştiren, sosyalizmin doktirinlerini cumhuriyetciliğe ve laikliğe uyarlayan bir sosyolog, bir hoca, bir gazeteci ve bir gündem belirleyiciden bahsediyoruz. Allah ile arasındaki stratejik ve özel iletişimi her fırsatta yazabilen ve büyük eleştiri alan biri. Medyanın amiral gemisinin en uzun süreli genel yayın yönetmeninin Umre ziyareti ve izlenimleri her açıdan müthiş bir haber özelliği taşıyor kuşkusuz. Çünkü şimdiye kadar yazdıkları için ağır eleştiri alsa da kendinden bahsedilmesini sağladı ve bu konuda merak uyandırmayı başardı. 


Yani gerçek haber, Hürriyet'in genel yayın yönetmeninin Umre'ye gitmesi ve izlenimlerini yazması değil. Gerçek haber, Ertuğrul Özkök'ün hem de Hürriyet'in genel yayın yönetmeni iken, hem böyle bir ortamda, hem de kafasındaki onlarca soru ile öncelikle gazeteci sonra da bir müslüman gibi müslümanlığın kutsal topraklarına gitmesi. Yetmiş iki saatliğine bile olsa orada bir müslüman gibi ibadet etmesi. Hem de müslümanlığı su götürmez iyi bir ekiple. Bu nedenle böyle bir konu kesinlikle bir haber değeri taşıyor ve yazı dizisi olmayı hak ediyor. 


Medya Pazarlama ve Yönetimi açısından bakıldığında ise ilk akla gelen Hürriyet'in ülkenin en büyük ticari gazetesi olduğu gerçeği. Böyle hassas bir konunun özellikle Ramazan ayında organize edilmesini bir pazarlama başarısı olarak değerlendirmek gerekiriyor. Zira, Hürriyet dahil bir çok gazetenin Kuran-ı Kerim ve dini yayın promosyonları ile tiraj rekabetine devam ettikleri bir ortamda beş-altı bin ekstra tiraj hiçte fena sayılamaz. Hatta dört kişilik gezinin masraflarını çıkardığı gibi oluşturduğu PR etkisi de artı bir değer. 


Konuyla ilgili teaserların medya sitelerinde yayınlanmasıyla başlayan medya pazarlama süreci, özellikle Ahmet Hakan'ın köşesinde daha da merak uyandıran cümlelerle desteklendi. Özkök'ün ilgili dost meclislerinde içten ve meraklı konuşmaları ise süreci son derece başarılı bir hale dönüştürdü. Ayrıca Özkök'ün konuyu sayın Aydın Doğan ve gazete yönetimi ile konuşarak ve fikir alarak yapması grupsal bir sinerjinin de oluşmasını sağladı. Bu nedenle Özkök'ün tüm süreci çok iyi yönetmesi zorunlu hale geldi. O da zaten öyle yaptı. Yazı dizisi öncesi ve devam ederken "İşte Hiç Yayınlanmamış Fotoğraflar", "Yarın, İçkinin Yasaklandığı Yer", Az sonra  tarzı habercilikle bilinen tüm pazarlama taktikleri kullanıldı. Hatta bugünkü köşesini DYH'e dün kesilen 3,7 milyar TL. lık tarihi vergi cezasına değil de Umre Gezisinin üzerindeki etkilerine ayırması da tam bir hassas süreç yönetim ustalığı örneğiydi. 


Bildiğiniz gibi teaser'larla birlikte medya, konuyu duyduğu ve okuduğu kadarıyla hemen tartışmaya başladı. Olumsuzca eleştirirenlerin gidiş ve dönüşüne muhabir ve kameraman göndermesi ise önemliydi. Ayrıca Umre'yi bir haber dizisine çevirmesi, seyahatin şirket hesabından karşılandığını ve oraya öncelikle gazeteci ve yönetici kimliğiyle gittiğini fazlaca hissettirirdi. Ademoğlunun duygu kalkanlarının açıldığı, onbir ayın sultanı olan bir ayda, bu gezini yapılması ise konunun pazarlamasal boyutu olduğunu ispatlıyordu. Ama burada ana soru, din üzerinden ticaret yapanları eleştiren ve suçlayanların böyle bir işe hem de Ramazan ayında kalkışmalarının ne kadar doğru olduğuydu. Ama onlar bu işi dindarlık cübbesi altında yapıyor. Bizim ise cübbemizin altında hiç bir şey yok diyerek karşımızdakini alt kültürlememek gerekiyor.

Ertuğrul Özkök açısından konuya baktığımızda ise bu geziyi, turistik bir havada ama sahne ışıkları, kameralar ve mikrofonlar eşliğinde yapması, egosal erişimini maksimize etmesi, Sebati Karakurt'a sergilik fotoğraflar çektirmesi, kendi sektör ve kategorisinde 25+ ABC1, lise ve üzeri eğitimli, kadın+erkek hedef kitle de şimdiye kadar ki en yüksek reytingi alması oldukça önemli. Bu yazı dizisi kendisine belki Aydın Doğan Gazetecilik Ödülü kazandırmayacak ama Hürriyet'in Ramazan da Umre'ye giden ve bunu yazı dizisi yapabilen ilk genel yayın yönetmeni ünvanı ile basın tarihine geçmesi sağlayacak. Ayrıca kendi deyimi ile reklamın iyisi kötüsü olmaz. Reklam reklamdır. Gerisi, tabiki yine teferruattan ibaret. 
   
Sonuç olarak, medyamız pusulasını sektörün amiral gemisinin genel yayın yönetmenine çevirince Özkök'e de bundan keyif almak kaldı. Sayın Oktay Ekşi'nin deyimiyle gazetecilik söz konusu olduğunda hele bir de konululacak bir şeyler yakaladıysa onu zapt etmek mümkün değil. Şu fani dünyada keyif alınacak işler yapan kaç gazeteci var ki ? Konuşulmak, önemsenmek sayın Özkök için önemli. Bunu belli etmesi ve imtiyazını hissettirmesini de bu nedenle normal. Ayrıca bu, rakipleri için soğuk ama buz gibi atlatma bir haber özelliği taşıyor. Kendi kendine doğurduğu bir haber hem de. 


Bu noktada, Umre'ye gitmeyi ve bunu haber yapmayı kendisinden önce ya Sabah veya Haber Türk akıl etmiş ve açıklamış olsaydı ? Ya da örneğin Fatih Altaylı yanına Murat Bardakçı'yı alarak haberi duyar duymaz bir başka Umre gezisi ve yazı dizisi başlatsaydı sayın Özkök yinede Umre'ye gidermiydi diye sorgulmak gerekiyor. 



Aslında, sayın Özkök içindeki karmaşayı bir sosyolog inceliğiyle çözmesi, içtenliği ile laik Cumhuriyetcilere müslümanlık propagandası yapmasından dolayı, Yeni Şafak yazarı Resul Tosun gibi hemen kutlanabilir.Umarım sayın Tosun, bugünkü yazıdan sonra bu teşekkür ve kutlamaları geri almaz. 







Tabiki sayın Özkök'ün inançlarını ve samimiyetini sorgulamak Yaradan dışında kimseye düşmez. Yazdıklarını çok stratejik, birazda politik bulabilirsiniz. Serdar Turgut'a* katılıp fazlaca kafa karıştırıcı olduğunu düşünebilirsiniz. Ya da Umur Talu'ya* katılıp doğru veya içten bulmayabilirsiniz. Veya Ali Bulaç'ın* Hürriyet'teki satırlarında Peygamberimiz (SAV)'e "İtiraz Edenlerin Profili"nden Özkök'e ait benzerlikler çıkarabilirsiniz. Ama bir bucuk milyar insanın Kabe'sine kendi düşünceleri ve isteğiyle gidebilen, duygularını kompleksiz ve bütün çıplaklığı ile  "Oysa ben 1970’li yıllardan itibaren kendimle barışmayı Katmandu’larda, Marakeş’in arka sokaklarında, Tibetli rahiplerin mabetlerinde, Hinduların arasında, Route 66’larda aramaya çıkmıştım.Müslüman doğmuştum, ama hayat beni, İslam’ın kutsal topraklarındaki arayışa hayatımın epey geç saatlerinde çıkarıyordu." diye yazabilen laik Cumhuriyetci, Türkiye vatandaşı, genel yayın yönetmenlerimiz biraz daha fazla olsa değil mi ?

Bugünkü yazısına rağmen ( yarın normal gündeme geri dönülecektir eminim) sayın Özkök'ün Umre haberi; inanmayanlara ve İslamiyeti gerçekte öğrenmeden yaşayan ama pahalı iftar sofralarını (hem kebabcı, hem de kişi başı 80 TL olanları dolduranları kastediyorum ) bir gelenek halinde dolduran kardeşlerimize iftar öncesi imam tazelettirmiş oldu. 

Özetle, konuya Özkök'ün İslamiyet ile tanışması, şartlarını yerine getirmeden de inançlı olunabileceği hatta Cennete girilebileceği, doğruyu yakında bulacağı gibi ulvi açılardan bakmamak gerekiyor. Haberi, inançlarını Allah ile sınırlandırdığını düşünen ve bunu çok fazla kamuoyu ile paylaştığı için de merak uyandıran. Hürriyet gibi bir gazetenin genel yayın yönetmeninin, inanç turizmine bu kez muhabirini değil de kendisini görevlendirmesi ve bir gezi-yorum haberi olarak bakmak gerekiyor. Kendisi de zaten bugünkü yazısında "...Umre ziyareti sırasında, içinde yaşadığım toplumun kültüründe ve kimliğinde çok önemli yeri olan İslam dininin Hac gerçeğini anlamaya çalıştım..." diyor. Yani siz de beni ve inançlarımı merak ettiğiniz için günlerdir bu yazı dizisini benim kalemimden takip ediyorsunuz hepsi bu. Yoksa fazla bir özelliği yok diyor. Bu arada kendisinin asıl hassasiyetinin yakın çevresi olduğunu sık sık belirterek, onlara da merak etmeyin eskiden ne isem şimdi de oyum mesajı veriyor. Bu mesajı olmalıyım, öyleyim, zorundayım, yetmişiki saatlik bir gezi, gördüklerim yaşadıklarım beni bu kadar hızlı değiştirmemeli diye de algılayabilirsiniz.     

Ayrıca "Efendimiz" ve "Allahım" hitaplarını ve "...Senin kucağından ayrılırken son duamı yapıyorum: “Allah’ım. İslam’ı karartmak isteyenlere, teröre bulaştırmak isteyenlere, istismar edenlere, fanatizmin girdabına sokmak isteyenlere mani ol. İslam’ın aydınlık, barışçı ve çağdaş yüzünü hâkim kıl...” duasını son derece samimi bulan ve duygulanan okurlara, bugünkü yazısından sonra yazısının hiçbir yerinde müslümanım demeden, namaz ve oruç gibi islamın şartlarını bundan sonra da yapmayacağını ilan ederek, bu ifadeleri nasıl böyle kullanabildiğini açıklaması gerekecek. Yoksa bindörtyüz yıl önce gelmiş son dinin, son peygamberinin (SAV) ve son kitabının söylediklerine göre yaşamaya çalışanların bundan sonra kendisiyle ilgili eleştirilerine ses çıkarmıyacak ? 


 





Bu arada Umre'ye genç öğrencisi Ahmet Hakan ve Zaman yazarı Ali Bulaç ile gitmesini, organizasyonu Nüans Turizm ile yapmalarını önemli bir ayrıntı olarak değerlendiriyor ve bu bölümü daha sonra değerlendirmek üzere yazıma şerh düşüyorum. 

*İlgili Ekler :


Oktay Ekşi-Akşam/Nagehan Alçı Röportajından 7.9.2009
"...Beklemiyordum. Ama Ertuğrul gazetecilik söz konusu olunca kendini tutamaz. Hele konuşulacak bir şey yakaladıysa zapt etmek mümkün değildir.

Peki siz gazetecilik söz konusu olunca nasıl olursunuz?

Benim kendi frenlerim vardır. Bazı şeyleri yapmam. Ertuğrul için böyle bir şey söz konusu değil.

Neyi yapmazsınız?

Galiba ben Ertuğrul kadar çok konuşulmayı seven biri değilim..."  
Umur Talu- HaberTürk/Kutlu Esendemir Röportajından 7.9.2009
"...Haber nasıl ölebilir? Bu o kadar ikiyüzlü bir şey ki. Kendileri haber olmaya çalışan insanlar haberin öldüğünü söylüyorlar. Baktığınızda “Haber öldü” diyenin haberi önemsememesi lazım ama onlar kendilerini bir haber olarak önemsiyorlar." "...Bir gün Anıtkabir sizin için bir fonksiyon, bir gün umre, bir gün bir peygamber, bir gün Atatürk, bir gün başka bir değer... Her şey, sizin kendinizi ön plana çıkarmanız için bir araca ve aracıya dönüşüyor. Bu hem o değerlere karşı bir saygısızlık; çünkü insanlar o değerlere inanıyor ve saygı duyuyorlar. İkincisi de, ayıp denen bir şey var. Nasıl bir ayıptır bu? Şöyle bir şey var: Siz kendinizi haber yapmaya çalıştığınız ölçüde var oluyorsunuz. Şöhretinizi sürekli gündemde tutmak için beslemeniz gerekiyor. O şöhret de doymak bilmeyen bir şey. Sürekli yem atmak zorundasınız ona. Bir yandan da nesneleşiyorsunuz. Önce her şeyi kendi özneniz için nesne haline getiriyorsunuz. Biraz önce saydığım değerler de dahil..."







Ali Bulaç'ın Hürriyet'teki yazısından 6 Eylül 2009
"...İlk İnananlar Hakikat ArayışçılarıHz. Muhammed’e inanan ve karşı çıkanların kişilik profilleri ve sosyo-politik konumları son derece önemlidir.
Hz. Muhammed’in çağrısına ilk olumlu cevap verenlerin ruhsal ve entelektüel bakımdan yüksek kapasitede olan “hakikat arayıcıları” olduklarını söylemek mümkün...Hz. Ebu Bekir, Osman b. Mez’un, Ebu Zer el Gifari, Salman-ı Farisi gibi.İkinci sırada Arap Yarımadası’nda yaşanan ahlâki çürümeye karşı belli bir tutum içinde olan “Hanifler” geliyordu. Bunlar hem birden fazla tanrıya ve bu tanrıları sembolize eden putların gerçekliklerine inanmıyor, hem de somut olarak ne olduğunu bilemeseler bile daha doğru, adil ve yüksek bir ahlâki hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlardı..." "
İslamiyet’i kabul eden üçüncü insan grubu ise, hiç kuşkusuz yoksullar, ezilenler, sistemden dışlananlar ve kölelerdi. Bunlar Mekke’nin tabir caizse paryalarıydı, sistem içinde herhangi bir konumları yoktu. Konumsuz oldukları için tanrıları, önünde eğildikleri putları da yoktu, Bilal-i Habeşi gibi... Putlara yakın olmak sistemin içinde güçlü ve avantajlı konuma sahip olmakla aynı şeydi... Önceki peygamberlere de ilk tabi olanlar bu sınıftan insanlardı. Mesela kavminin seçkin tabakası Nuh’a “Sığ görüşlü (cahil, eğitimsiz) aşağı tabakadan insanların sana tabi olduğunu görüyoruz” (11/Hud, 27) diyordu. İtiraz Edenlerin Profili;  Hz. Peygamber’in tebliğine karşı koyanların profili de şöyleydi: Geçmiş kültüre, yozlaşmış geleneklere, zalimane törelere ve atalara bağlılık dolayısıyla kırılması çok zor önyargıları olanlar...Bunlar her seferinde, “Biz atalarımızdan böyle gördük, inançlarımızı ve davranışlarımızı değiştiremeyiz” diyorlardı. Mekke’nin sosyal, ekonomik ve politik düzenini kontrol eden yüksek tabakaydı bunlar... Kureyş’in önde gelenleriydi... İçlerinde Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Ass bin Vail, Velid bin Muğire gibi aşırı zenginler, kalabalık aile reisleri ve güçlüler vardı.Bunların değerlendirmesine göre Hz. Muhammed’in dedikleri geçerli olsa, kölelerle efendiler, yoksullarla zenginler, düşük sınıftan olanlarla asiller eşitlenecek, böylece üstün ve avantajlı konumlarını kaybedeceklerdi..."















Pazartesi, Ağustos 31, 2009

Bu Blog Neden Var ?

Sanırım 2005 yılının Kasım ayı ilk haftası idi. O tarihte şimdi Hazelcast'ın kurucusu ve sahibi olan Talip Öztürk ile medya ve ilgili kişiler hakkında bir sohbet ediyorduk. Bir ara Talip, blogum olup olmadığını sordu. İşlerin yoğunluğundan henüz açamadığımı söylediğimde hemen birlikte bu blogu açtık. O da bana blog ile ilgili teknik bilgileri anlattı.  


Sonra içeriği ve etik kuralları oluşturmaya başladım. Çünkü medyamız her konuda her gün birbirini acımasızca ve sürekli olumsuz eleştiriyordu. Ayrıca zaman zaman aşırı duygusallaşabilen yöneticilerin olduğu bir sektörümüz vardı. Mektepte gazetecilik ve iletişim adına öğrendiklerim ile sektörde o güne kadar gördüklerim ve yaşadıklarım çok farklı şeylerdi. Zaman zaman yaptığım yurt dışı seyahatlerinde bizim medyanın şahsına münhasır bir yapıda olduğunu daha rahat görebiliyordum. 


Öncelikle Pazarlama Yatırım Yönetimi konusunda ciddi eksiklerimiz vardı. Medya tarafında yöneticiler uzun süre görevlerinde kalırken  ajans ve reklamveren tarafında değişim daha hızlıydı. Ayrıca reklamveren-ajans-mecra arası uzman değişimi ise öyle pek Avrupa standartlarında değildi. Ajanslardan reklamverene geçiş daha kabul edilebilir görünürken mecralardan ajanslara ve ajanslardan mecralara geçiş öyle sanıldığı kadar da kolay değildi. Bunda en önemli etken çalışma sistemlerinin ve yönetim anlayışlarının farklı olmasında yatıyordu. Örneğin ajans tarafında araştırma, strateji ve planlama güçlü rasyonellerle oluşturulurken mecra tarafında günlük rekabetin getirdiği sorunlar, hedeflerin tutturulabilmesi adına günlük ve bireysel olabiliyordu. 


Bu durum mecralarda sağlıklı bir sistemin kurulmasını ve işler hale getirilmesini güçleştiriyor ve eski sistemlerin ve alışkanlıkların devam etmesini sağlıyordu. Yöneticilerin aynı görevde uzun süre kalması da kuşaklar arasında aynı dilin kullanımını zorlaştırıyordu.Bu durumda düşünülen her güncelleme radikal bir değişim olarak algılanabiliyordu. 


Ayrıca benimde ülkemize gelmesine öncülük ettiğim çok uluslu medya şirketlerinin sayısının hızla artması, aralarındaki rekabetin her geçen gün kazanç oranlarını düşürerek devam etmesine neden oluyordu. Ayrıca sektörde yeteri kadar bağımsız ve güvenilir verinin olmaması, olanlarında Avrupa standartlarından uzak olması, çok uluslu medya ajanslarının know-how'larının ülkemizde işlerliğini güçleştiriyordu. Bu durum, ajansların kendi sistemlerini kurmalarına ve sektördeki rekabetin günlük koşulları içinde ayakta kalabilmeleri için her yolu denemeleri ile sonuçlanıyordu. 


Reklamveren ise doğasında mecra ve ajanslar arası rekabetten en fazla faydayı sağlamak olduğu için iki tarafı da daha fazla sorgulayarak ve zorlayarak, reklam yayın fiyatları ve hizmet komisyonlarının sürekli daha alt seviyelere çekmeyi hedefliyordu. Bu durumda ajansların ayakta kalabilmek için mecralarla daha da yakınlaşmaları kaçınılmaz hale gelmişti. Bu yakınlaşma ajansların yıllık performansların ödüllendirilmesi ile günümüze kadar devam etti. Bugün dünden farklı olan artık büyük reklamverenler de medya ajanslarının yıllık performansalarından pay alıyor. Ama bilin bakalım yüzde kaçını?


İşte böyle bir reklam ortamında Pazarlama Yatırım Yönetimi Danışmanlığı gibi ülkemizde acil ihtiyaç duyulan bir işe giriştim. Öncelikle düşündüğüm İngiltere ve Amerika örneklerinde olduğu gibi reklamveren için ajans-mecra iletişimde tarafsız ve güvenilir bir danışmanlık hizmeti vermekti. Yani reklamverenin uzmanlığı olmayan bir işte, ajans ve mecra performanlarını yükseltmesine yardımcı olmak ve hedeflerin ve sonuçlarını rakamsal raporlanabilirliğini ve hesap verebilirliğini sağlamaktı. Ama verilen hizmet sadece medya strateji, planlama ve satın almaların ne kadar doğru yapıldığını kontrol etmek ve rakamsallaştırmak değildi. Bir ürün ve hizmetin doğuşundan satışına kadarki aşamalarda piyasa gerçeklerini göz önüne alarak reklamverenin ticari hedeflerini gerçekleştirmesine ve bu başarının kalıcı olmasına yardımcı olmaktı. Halen de bu işle ilgili A.M.A.C. olarak çalışmaya devam ediyoruz.


İşte kısaca özetlemeye çalıştığım bu ortamda, bu blog ile sektörün sağlıklı büyümesi, haksız rekabetin ve güvensiz ortamın yerini Avrupa standartlarında kabul gören bir hizmet anlayışına bırakmasına destek olmak istiyoruz. Bu konuda tarafsız, güvenilir ve interaktif bir blog haline gelebilmeyi hedefliyoruz. Peki şimdi diyeceksiniz ki hedef bu ise neden reklam yerine daha çok medyanın mutfağı ile ilgileniyorsun ? 

Mutfaktan diğer tarafa geçmek öyle kolay değil. Çünkü balık baştan kokar özdeyişi bizim sektör için fazlaca geçerli. Ayrıca 90'lı yıllarda bu işe ilk başladığımda mutfakta çalışmayı daha çok istiyordum. Ama rahmetli Mustafa Gürsel'in ifadesi ile kalemi kırdım. Medyanın pazarlama ve reklam tarafına geçtim. Ama yıllar sonra bu iki yolun birleştiğini gördüm. 


Düşünün "Medya günlük bir FMCG ürünüdür" dediğimde buna ilk itiraz mecraların mutfağından geldi ve gelmeye de devam ediyor. Durum böyle olunca medya tüketicisinin karşısına mutfağın hazırladığı alternatifsiz bir ürün çıkıyor. Yani tüketicinin satın alacağı üründe beğenmeme şansı yok. Geleneksel ana mecralar olan televizyon ve gazetelerden örnek vermek gerekirse; 5 tane ulusal kanal, 5 tane ulusal gazete. 30 milyon tv izleyicisi 15 milyon gazete okuru. Ortak tüketicileri bir kenara ayırısanız ve ülkemizdeki günlük tüketimin yüzde yirmi üçünün sadece İstanbul da yapıldığını düşünürseniz sektör ve ortam kendini özetliyor. Bunları söylerken göz ardı edilmemesi gereken, medyanın tüketici araştırma bütçelerinin çok az olması ve olanında bilinmemesidir. Ayrıca tüketimin tematik, bölgesel ve diğer yeni mecralara kaymaması için ise yapılan milyon dolarlık promosyon kampanyaları ve para ödüllü yarışma programlarını da unutmamak gerekir. 


Halen erişimi oldukça yüksek olan bu mecraların organizasyon, promosyon, ajans performans yatırımlarına yıllık olarak ayırdığı rakamın belli bir oranını araştırmaya ve içeriğe, harcamasını sağlamak gerekiyor. Tabi önceliği tüketici gözünde güven kazanmak üzerine inşa etmek gerekiyor. Yani değişime buradan başlamak zorunda. Bizim işimiz pazarlama niye mutfağın işine karışalım? Herkes kendi işini yapsın dönemi bitti. Tüketici gözünde haber ve reklam iletişimi hassaslığını koruduğu sürece başka yolumuz da yok. 


Bu nedenle medyanın artık kendi çamaşırlarını tüketici önünde yıkamaması gerekiyor. Medyayı kendi ticari ilişkileri için kullanmaması ve politika çizgisinde ise söz konusu olan güçlü bir ülke ekonomisi ise gerisinin teferruat olması gerekiyor. 

Yapılan araştırmalar tüketicilerin mecra tercihlerinde duygusal davrandıklarını söylüyor. O halde mecranın taşıdığı reklamında aynı paralelde değerlendirilmesi mümkün görünüyor. Reklamverenin yaptığı her kuruş pazarlama yatırımının mutlaka karşılığını alması gerektiği düşünüldüğünde, bugün yaptığı yatırımın büyük bir kısmının boşa gitmesi kaçınılmaz. Çünkü reklamveren-mecra arası iyi ilişkilerin devamı için harcanan ama pekte geri dönüş analizi yapılmayan yüksek bütçeleri unutmamak gerekiyor.


En önemlisi, reklamverenlerin artık pazarlama yatırımlarını yönetirken tarafsız ve bağımsız danışmanlara ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız. Yani reklamverenin sürekli kabus görmesine engel olmak için kendi asli işine odaklanmasını sağlamalıyız. Bunu yaparken de amaç; kimsenin işine son vermek, onu ve sistemini denetlemek, işini güvenle ve hesapverebilir olarak yapmasına yardımcı olmak olmalı. Halka açık bir yapıda zaten bu durum kaçınılmaz. Ayrıca başarılı reklamveren yöneticilerimizin bu danışmanlıkla kariyerlerinde hızla yükselmesine destek vermek gerekir.


İşte bu blog bunlar için var. Pazarlama, medya, reklam, marka, insan kaynağı, strateji, planlama, araştırma, ölçümleme, rakamsal hesap verebililirlik, ajans seçimi, uluslararası güncel konulardan mutfağın içine kadar her şey. Hatta medya çalışanlarının kitap değerlendirmelerine kadar. Saygılı ve seviyeli bir çizgide tarafsız ve bağımsız olmaya çalışarak. Bazen isim vererek, bazen genelleyerek. Ama her zaman olumlu olmaya çalışarak. Olumsuzluklarda nefsimize değil, eleştiriye odaklanarak. İnce ve detay iletişim stratejileri düşünülerek. 

Bazı kelimeleri yanyana gördüğünüzde canınız sıkılacak. Ama çakma, direkt ve suçlayıcı seviyesizlikler asla olmayacak. 


Amacımız kimseye yaptığı işini öğretmek değil, uzman olmadığı alanda dışarıdan teorik gazeller okumak veya ders vermek hiç değil. Yapmaya çalıştığımız sektör için doğruları çoğalmak. Rekabetin sağlıklı öğretisini geliştirmek ve uluslararası standartlarda etik değerler üzerinden yapılmasına yardımcı olmak. Kulağı olana bir şeyler söylemek, dili olanı bir çift kulakla ve dikkatle dinlemek. Sizinde her türlü öneri ve değerlendirmelerinize saygı ve heyecanla bekliyoruz.








  

Çarşamba, Ağustos 26, 2009

AGB'den Johnson Mektubu

Marketing Türkiye internet sitesi'nin (www.marketingturkiye.com) haberine göre AGB Türkiye Başkanı Craig Johnson, TV Reyting Ölçümleri ile ilgili Marketing Türkiye'ye bir röportaj vermiş ve TRT'ye yüklenmiş. Site, habere konu olan röportajın 1 Eylül 2009 tarihli sayılarında yayınlanacağını anons ediyor. Haber aynen şöyle; 
AGB Başkanı Johnson, TRT'ye yüklendi!

Şaibeli reytinglerle ve tartışmalarla son yıllarda gündemimize yerleşen AGB'nin Türkiye Başkanı Craig Johnson, sesizliğini bozdu. Köşesinden, "reytinglerle AGB oynuyor", "her şeyi AGB yapıyor, bu kurum bir işe yaramıyor" gibi eleştirileri izleyen Johnson, Star gazetesinde geçtiğimiz haftalarda yayınlanan "AGB Pes etti" haberini gördükten sonra ise Marketing Türkiye'ye konuşmaya karar verdi.
Önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek reyting ihalesi öncesinde, "AGB Pes etti", " AGB gitsin, kendine çeki düzen versin" gibi asıllı asılsız iddialara yanıt veren Johnson, TRT'nin kendi ölçümlemesini yapmasıyla ilgili olarak ise TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin'i hayli kızdıracak açıklamalar yaptı. AGB'nin imajını zedelemek isteyenleri, kimlerin kendilerini neden sevmediğini, yapılacak ihale de "AGB" nin kazınıp kazanmayacağını, bu ihalede şike olup olmayacağını ve daha birçok konuda ilk kez Marketing Türkiye'ye açıklama yapan Johnson'ın AGB'yi yıpratmak isteyenlere ve eleştirilere işte yanıtı...
Craig Johnson; "İbrahim Şahin, reyting almak için çok para harcadı, aldığı sonuçlar ise ortada. Önceden İbrahim Şahin ‘Benim için reyting önemli değil' diyordu, sonradan ise bir anda reytinginden memnun olmaması biraz ilginç. Şimdi ise TRT kendi ölçümlemesini kendi yapacak. Bir devlet kanalının alternatif bir ölçüme sistemi isteyerek, halkın parasını harcaması çok sıradışı. Açıkcası böyle bir araştırmanın sonuçlarına, insanların ve sektörün de nasıl güveneceği de ayrı konu."
Röportajın tamamını 1 Eylül tarihli Marketing Türkiye'de okuyabilirsiniz...19.08.2009 


Haberin bu kadarını gördükten sonra Mr. Johnson'a nacizane küçük bir önerim var. Bu üsluptaki bir röportajı hazır dergi baskıya girmeden geri çekmeli. 17 yıldır Türkiyemizde bu işi yapan bir uluslararası firmanın yeni ülke başkanı olarak böyle bir üslupla röportaj vermemeli diye düşünüyorum. Ayrıca TRT'nin ihale şartnamesini almış bir firma olarakta geri çekmeli.

Ama öncelikle şunu belirtmekte yarar var. AGB, hala TİAK'a hizmet veren bir şirket durumunda ve sözleşmesi devam ediyor. Yani konu ile ilgili bir açıklama beklenen yer AGB değil TİAK. Ayrıca TRT hala TİAK üyesi. Eğer TİAK Kurulu bir araya gelmiş ve TRT'nin üyeliğini dondurmamışsa tabii. Ancak TİAK, hala sessizliğini koruyor. Bu sessizlikte sektörün TİAK'ın da AGB'den memnun olmadığı sonucunu çıkarması boşuna değil. Çünkü TİAK sözleşmesinde kimin ne tür açıklamalar yapabileceği belli. Ayrıca AGB'nin yeni dönem ihalesine girmesi (ki gireceklerini söylüyorlar) ve kazanması halinde böyle bir geçmişle nasıl sağlıklı bir gelecek inşaa edilecek ? İhaleyi diğer iki şirketten birinin kazanması halinde ise bugün yaşananları sektör nasıl yorumlayacak ?
Mr. Johnson'un açıklamalarını, bu ülkede onyedi yıldır tek başına TV reyting ölçümü yapan uluslararası bir şirketin kurumsallığına yakışan ölçülerde bulamadım. Merak ettiğim TIAK'ın bu röportajda onayı olup olmadığı ? Ayrıca neden iddia ve cevaplarını kurumsal bir dille "Kamuoyuna Duyuru" şeklinde gazete ve dergi reklamı ile duyurmadı ? Bu arada MT'yi de kutluyorum tabi ama AGB'ye yakışan bu olmaz mıydı ? Bu röportaja kimimle hazırlandığını bilmiyorum ama keşke konuya farklı açılardan da bakabilselerdi. 


Örneğin "... Bir devlet kanalının alternatif bir ölçüme sistemi isteyerek, halkın parasını harcaması çok sıradışı..." diyor. Benzer sözü daha önce Haber-Sen Başkanı'da söylemişti hatırlayacaksınız. Bu durumda, Mr Johnson'a bir devlet kanalının ne işi var TİAK'ta diye sormazlar mı ? Sorarlar. Peki ne diyebiliriz böyle bir durumda ? Ama o zaman bir lira veriyordu, şimdi 10 lira verecek mi diyeceğiz ? Daha fiyat bile belli değil. TRT yeni ihalesi nin sonucu ile ilgili resmi bir açıklama yapmadı. Yani korumaya çalıştığı Türk halkının 9 lirası mı ? Peki TRT, bu bedelleri kendi reklam gelirlerinden mi yoksa halkın vergilerinden gelen hesaptan mı ödüyor ? Ne kadar biliyoruz ? Bilmiyoruz. 


Ayrıca TRT Genel Müdürü için "...İbrahim Şahin, reyting almak için çok para harcadı, aldığı sonuçlar ise ortada. Önceden İbrahim Şahin ‘Benim için reyting önemli değil' diyordu, sonradan ise bir anda reytinginden memnun olmaması biraz ilginç..." diyerek acaba konunun politik boyutuna mı işaret etmek istiyor. Belki de yakında RTÜK'ün ölçümleri yaptıracağını ve bundan da AGB'nin rahatsızlık duyduğunu söylerek taraf olduğunu belirtmiyor mu ? Diyelim önümüzdeki yıl RTÜK, yasanın ilgili maddesini işletti ve ölçümlerin kontrolünü eline aldı, AGB açılan ihaleye girmeyecek mi ? Bu durum bir ticari şirket için biraz değil fazlaca ilginç olmayacak mı ? Ayrıca reyting için yapılan program yatırımlarına ne kadar para harcandığı, bunların sonuçlarının ortada olması gibi konular fazlaca kişiselleştirilen ve duygusal noktalar değil mi ?

TRT gibi kamu kurumlarının devletten karşılıksız yardım alarak sektörlerinde haksız rekabet oluşturmaları yıllardır en büyük problem olmadı mı bu ülkede ? O zaman kendi kazançları ile çarklarını döndürmeleri gerekmiyor mu ? Bunun için TRT'nin reklam gelirlerini artırmak yerine başka nasıl bir yol izlemesini bekliyoruz ki ? Bu yılki Araştırmacılar Zirvesi'nde reytingin artık tek başına anlam ifade etmediği yapılan kantitatif tüketici araştırmalarında da kanıtlandığı söyledi. Kaç reklamveren, yaptığı reklamın karşılığını satışta görmedikçe o mecraya reklam vermeye devam ediyor ? Reytingler istediği kadar yüksek çık-arıl-sın. Bunlar ortadayken kim, kimi nasıl ikna edecek söyler misiniz Mr. Johnson ? 


Ayrıca TRT'nin reyting hesabı yapması reklamveren, rekabet, program kalitesi, sektör ve izleyici açısından yararlı değil mi ? Ayrıca farklı şirketlere de yaptırılmasını doğru bulmasakta çıkacak sonuçları başta medya şirketleri** sonrada kanallar* en ince ayrıntısına kadar soruşturup araştırmayacak mı ? Sektör de reklam yatırımlarının yüzde 65'i bu medya şirketleri** yapmıyor mu ? 


Medyanın mahallelere ayrılması için uğraş verildiği bir dönemde ajanslar, reklamveren ve sektör buna seyirci kalmamalı. Hatta AGB gibi sektörün sağlıklı büyümesine destek olan şirketlerin kızılcık şerbeti içmesi ama TİAK konuşmadığı sürece konuşmaması gerekmez mi ? 


Mr. Johnson sektörde profesyonellerin bürokratlardan çok daha uzun süre (ortalama 10-12 yıl) koltuklarında kalabilmeyi başardıklarını fark etmiş olmalı. Acaba, açıklamalarını sayın Şahin üzerinden yaparken kendine kaç yıl, Şahin'e kaç yıl hesapladı ? 


Mr Johnson'u şahsen tanımıyorum ama söylediklerinin bu kadarını bile okuduktan sonra akla gelenler bunlar. Röportajı bekleyip detayları göreceğiz. Yanılmayı diliyorum. Umarım söylenenler bunlarla sınırlıdır.  Bulunduğum konum işin kişilere göre değil doğrulara göre yapılmasını gerektiriyor söylüyor. Bazen tamamen duygusal (!) olabilen bir sektörde doğruluk, tarafsızlık ve bağımsızlık taraf olarak nitelendirilebiliyor.

Bu arada, AGB Türkiye'nin bugüne kadar yaptığı tek iş TV Reyting Ölçümleriydi. O halde, ihale sürecine kadar, kaybetme ihtimalinide düşünürek bir B planı mutlaka yapmıştır. Bu planın başlangıç noktası hizmet çeşitliliğini artırmaktır. Yok eğer hala bir B planı yapmak için erken olduğunu düşünüyorlarsa, o zamanda bunun üç nedeni olabilir. Birincisi çok küçülecek ve yeni ihaleye kadar bekleyecekler. Bu durumda var olan kadroları TİAK veya TRT ihalesini alacak şirketler tarafından isdihdam edilecek. İkincisi, Türkiye Ofisi'ni gelecek ihalelere kadar kapatacak. RTÜK'te sayın Arınç'a verilen brifingte söylendiği gibi ülkeyi terk edecekler ve gelişmeleri merkezden takip edecekler. Üçüncüsü ise ihaleyi tekrar kazanacaklar. Şu anki gelişmelere ve rakip şirketlerin yetkililerine göre AGB'nin yeni ihaleyi kazanması çok zor hatta Mr. Johnson açıklamalarından sonra imkansız görülüyor. 

Mr. Johnson'un geldiği günden bugüne sektörü ve TİAK ile ilişkileri yeteri kadar iyi gözlemleyemediğini ve yönet-e-mediğini düşünüyorum. Bunda bir çok neden olabilir. İhale sonucu olumsuz bile olsa, 17 yıldır Türkiyemizde TİAK'ın onayıyla bu işi yapan AGB'nin hizmet çeşitliliğini artırarak faliyetlerine devam etmesi gerektiğine inanıyorum. Diğer taraftan AGB'nin Araştırmacılar Derneği yönetimi ve üyeleri tarafından da böyle bir dönemde desteklenmesi gerekir. Onlardan da ses çıkmıyor. Nasıl çıksın ? Bir tarafta reklamveren, diğer tarafta mecralar, öteki tarafta ajanslar hepsi de müşterileri ve TİAK üyesi. Yani ? Böyle düşünerek desteklenmiyor ve suskun kalınıyorsa bu, AGB için söylenenlerin doğruluğunu onaylamak anlamına gelmez mi ? O zaman yakında AGB çalışanları hakkında soruşturma mı açılacak ?  


Aslında bu gelişmeler basına ilk yansıdığında Rekabet Kurulu'nun vakit kaybetmeden bir ön inceleme başlatması gerekirdi.  Çünkü problemin ana nedeni reklam gelir dağılımındaki adaletsizlik ve haksız rekabet. Ama kurumun başında çok dosya ve müracaat varmış. Çalışan sayısı da yetersiz olunca, var olan dosyaları ve gelen şikayetleri incelemekten kendileri inceleme açamaz duruma gelmişler, yazık. Ne diyelim, görünen o ki herkes bildiğini yapmaya devam edecek. İnşallah herkes iyi niyetlidir. 

*TİAK Kanal Aboneleri: ATV, Cine 5, Discovery Europe/Eng., Flash TV, Fox TV, HaberTürk, Kanal 7, Kanal D, Samanyolu TV, Show TV, Star TV, TRT 1 (Toplam 12)
**TİAK Ajans Aboneleri: Aegis Media, Altıncı Duyu, Cereyan Medya, Maxus, Maya İletişim, Media Maks, Mediacom, Mediaedge:cia, Mind Share, Optimum Media, Speed Medya, Starcom All Media, Universal Mc Cann, Veritas Medya, Zenith Media (Toplam 15)

Medyada Kirlenmek Güzeldir...

Bu yazı " Özkök ve Dumanlı'ya Bir Öneri" yazısından önce yazılmıştır. Bazı düzeltmeler nedeniyle yeni yayınlanmıştır.


Memleketimizdeki gazeteci köşerlerin şu an da en çok ilgilendiği konulardan biri de şu Ertuğrul Özkök 'ün 26 Mayıs 2009 tarihli sayısında başlattığı sonra Ekrem Dumanlı'nın devam ettiği benim ifademle Medya Dersleri 2009. ( Benim 12 yıldır GSF'deki dersimin adı da "Medya Analizi" tesadüf mü acaba ? ) 
Özellikle Güneydoğu Açılımı konusunda ikisi de çözüm için ısrar ediyorlardı. İşte şimdi bu analizin tam zamanı diye düşünmüştüm. Zira, ilk kez Türkiyemizde güneydoğu açılımını tüm zorluklarına rağmen demoktratik ! bir platformda tartışılmaya başlandığı bir dönemin başındaydık. İki farklı düşünceyi temsil ettiğini düşünen iki genel yayın yönetmeni de bu konunun çözüme kavuşturulmasını istiyordu.


İki gazetenin toplam okur erişimi ve etkilediği kişiler düşünüldüğünde gelecek için güzel planlar yapmaya başlıyabilirdik. Gerçekten yıllardır düşündüğümüz ama bir masa etrafına toplandığımızda bir türlü söyleyemediğimiz şeyleri konuşmanın zamanı mıydı ? Medya çözümü ilk kez megolamani krizlerine rağmen istiyordu. Belki de artık, Avrupa ve Amerika seyahatlerinde sürekli itilip-kakılmaktan sıkılmışlardı. Ya da bu, başka bir olumsuz sonun başlangıcı olabilir miydi ? Konu tartışılmaya başlanmadan önce tüm medya (istisnalar kusura bakmasın) ortak bir akılda bir araya gelebilmişti. Buraya kadar olan gelişmeler hiçte şaşırtıcı değil di ama hükümetin somut girişimlerde bulunması, medyadaki suyun bulanmasına yetti. 


Bu yaklaşımı tetikleyen hükümetin, 12 gazeteci ile özel bir arama toplantısı yapması oldu. Toplantıya çağrılmayanlar, toplantının neden Emniyet Genel Müdürlüğü'ne ait bir yerde yapıldığından, çağrılan kişilerin özel durum analizlerine kadar herşeyi sadece olumsuzluk olarak sayıp döktüler. Aslında içerikten çok üslup konuşuyorlardı. Bu medyamızın megolamani hastalığının nüksettiğini gösteriyordu. Çünkü katılanların içinde neden çağrıldıklarına hala anlam veremeyenler ile çay bile içmeyenler bunu da önemli bir şeymiş gibi çıktığı TV programında söyleyenler vardı. Megolamanisi nüksedenin üslubu; şöyle bir açılım yapmazsanız onaylamam, okurlarıma söylemem, sizi de desteklemem, zaten bu konuda ciddi olduklarına inanmıyorum. Bu iş böyle çözüme kavuşturulamaz. İnandırıcı değil... Bana ne, bana ne işte... havasından başka bir şey değildir biliyorsunuz. 


Bu üslup, bu tür kriz veya yeni açılım dönemlerinde gündem saptırmaya kadar gider  hatırlarsanız.  Konu ülkenin bütünlüğü, geleceği, gelişmişliği gibi milli şeyler olsa da bizim bazı gazeteci ve köşerler için farketmez. Onlar her zaman, her şeye karşıdır, bunu da gazetecilik adına yaparlar haa !  Durumları biraz bizim "Çarşı herşeye karşı" havası "Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda ..."durumları değil yani. İşte medya, işte ülke, İşte...


Bir ülkede kalkınma, yenilenme ve değişimin önce medyadan başlanması gerekir. Çünkü kamuoyunun iletişim köprüsü medyadır. Bu nedenle " bir ülke ancak medyası kadar güçlüdür" sözümü bir kez daha tekrarlıyorum. Ama burada kastım hükümetin bir şekilde bu işe karışması değil, lütfen yanlış anlaşılmasın. Kastım, ülke kamuoyunu gerçekten temsil eden bir medyadan bahsediyorum. Okurların eğitim, bilgi ve entellektüellik seviyelerini sürekli yükselten bir medyadan. Ülke çıkarlarını herşeyin üstünde tutan, dürüst güvenilir, inançlara ve yaşam tarzlarına saygılı, meslek etiğine önem veren bir medyadan. Kendi çamaşırlarını kamuoyu önünde yıkama işini alışkanlık haline getirip, " kirlenmek güzeldir"  reklamına dönüştürmeyen medyadan. Tabiki çamaşırdır kirlenir ama bu çamaşırlar ... ile temizlenir mi bilmem. Gerisini artık siz tamamlayın lütfen. 


Bir gazetede bir köşerin ortalama işgaliyesi sayfanın 1/4'üne eşittir. Yani dört köşer bir sayfa yapar. Bu işi en az iki gün sürdürdükleri düşünülürse sadece dört gazetede İki Tam Sayfa demektir. Yani gazete başına hem de ön bölümünde yarım sayfa. Eminim böyle bir dönemde bu alanlara ülke yararına olacak daha önemli konular haber ve yorum olarak yazılabilir. Ne dersiniz ? Ya da bundan sonra genel yayın yönetmenleri uzman medya köşerleri belirlesin, sadece onlar yazsın bu tür yazıları. Bakalım kaç kişi tıklayacak onları ? 


Ya da lütfen bir an önce ya tasviye olun, ya sevin veya terkedin de kalanların gazeteceliğini görelim. Değil mi ? 


Not: İlgilenenler için "... olacak gazeteciler" konusunda bazı ünlü köşerlerimizin ilk günden yazdıkları yazılarının linkleri var. 

19.8.2009 Mehmet Barlas'ın yazısı/Sabah
19.8.2009 Serdar Turgut'un yazısı/Aksam
http://www.superpoligon.com/haber/11827

22.8.2009 Reha Muhtar'ın yazısı / Vatan

22.8.2009 Mehmet Barlas'ın yazısı /Sabah

Özkök ve Dumanlı'ya Bir Öneri

Bundan önceki yazımda uzun süredir düzenli takip ettiğim iki gazeteci sayın Özkök ve sayın Dumanlı'nın karşılaştırmalı bir analizini yapmıştım.  Zira Özkök önceki, Dumanlı ise bizim kuşağın temsilcisi olarak birbirlerine gazetecilik dersleri veriyorlardı.


Medyamız son onbeş yıldır, ülke gündemi ne olursa olsun mutlaka kendi içinde de bireysel gündemler bulmuştur. Bunların en popüler olanı çamaşır yıkama günleri olarak özetlenebilir. Yani aklanma-paklanma ve temize çıkma haberleridir. Aralarında ticari bir konu bulunur bulunmaz, hemen eski çamaşırlar ortaya çıkarılır, kirli, temiz ve renkli karıştırılır. Sonra özellikle yumuşatıcı ve kireç sökücü konmadan makineler çalıştırılır. Çıkan gürültü ve patırdı arasında makineden çıkanlar birinci sayfalara asılarak kurutulmaya çalışılır. Vatandaş ise bu kadar gürültü ve iç çamaşırı arasından, verdiği 40-50 kuruşa değecek şeyler bulmaya çalışır. Bulamayınca da şarkıcı, türkücü, arka sayfa güzeli, Yerli Brezilya dizileri, futbol maçları, Maratoncu yorumları arasında dolaşır durur. Yapacak fazla bir şeyleri olmadığı için inşallah bu kez çamaşır yıkama işi çabuk biter diye dua eder. Düşünsenize TUİK 2008 verilerine göre Lise ve üzeri eğitimli sayısı 13,8 milyona ulaşan bir ülkede kitap satın alma ve okuma alışkanlığı artıyor ama gazete okuma alışkanlığı aynı. Gelin içindeki dersi siz çıkarın.


Çamaşır yıkama işine geri dönersek. Bu işte en çok çamaşırı olan en az yorulur. Zira hiç kimse kendi çamaşırını yıkamaz. Herkes birbirinin çamaşırını yıkamaya çalışır. Çünkü bu adettendir. Kendi çamaşırının yıkamak ayıp karşılanır. Ayrıca bu tür ortamlarda artık her tür çamaşır yıkanıp asılır hale gelmiştir. Bu da çamaşır miktarının zenginliğindendir. Ara sıra hazır çamaşırlar çıkarılmışken ulu orta yerde birbirine kese atmak isteyende çoktur. Mesela köşerlerinde bu ortamlarda çamaşır yıkaması hatta hatta kese atması fazilet olarak görülür. Keseleme ve yıkama işinde çalışmayan köşer ise genellikle bertaraf olur. Bu ona yıl sonu primi veya maaş artışları enflasyonun bile altında verilerek geri döner. Neredeyse bir çok köşer bu çamaşır yıkama seanları sırasında eski bir çok çamaşırını şeffaf olarak sergilenmesini yiğitlik olarak görmüş ve kendi kendine rütbe bile vermiştir. En ilginç olanı ise daha terlemeyen ve çamaşırı bile olmayan genç köşerlerin bu iş bir başlası diye fırsat kollamasıdır.  


Biraz ciddiyet lütfen. Güneydoğu, Alevi-Sunni ve Azınlıklar gibi üç açılımın yapıldığı çok önemli bir ortamdayız. Hepsinin aynı anda gündeme gelmesi doğrumuydu, yanlışmıydı. Bunları bir kenara bırakalım. Zira bu işin tarafları bir araya geldi ve konuşmaya başladı. İşte böyle bir ortamda hükümete ve olaylara farklı açılardan baka-bile-n iki gazeteye ve tabiki onların genel yayın yönetmenlerine büyük iş düşüyor. Ben de bu iki gazetenin genel yayın yönetmeninin aslında yaptıkları işin kutsallığına inandıklarını düşünerek bir çağrıda bulunmak istiyorum. Bu konular çözüme kavuşuncaya kadar birbirlerine ders vermek, liste açıklamak yerine kamuoyunun kendilerinden beklediği sorumluluğu yerine getirmelerini rica ediyorum. Çünkü hükümet kim olursa olsun, çözüm bekleyen üç konu şu anda ülke ve dünya gündeminde. Çözüm yolları araştırılmaya ve yol haritaları çıkarılmaya çalışılıyor. Politikacıların laflarını Generallere, onların söylediklerini politikacılara servis ederek kalan sayfalara ve köşelerede kendi çamaşırlarınızı asarak gazetecilik yapmaya ara verin artık lütfen.


Laf lafı açıyor, çok güzel hareketler çekiliyor, hükümetler değişiyor ama ülke sürekli ders tekrarı yapıyor ve bir türlü mezun olamıyor. Gazeteler her Ramazan Kuran-ı Kerim dağıtmada, Televizyonlar yeni yerli Brezilya dizileri ve para ödüllü yarışma programları başlatmada birbiriyle yarışıyor. Sonra Kuran-ı Kerim dağıtanlar bunları kimseye göstermeden evlerinizde okuyun, Televizyonlarda yerli dizileri tok karnına alışkanlık yapmadan seyredin diyor. Ülkenin gündemi yerini medyanın gündemine işte böyle bırakıyor.


Böyle gazetecilik ve yayıncılık yapmaya ara verin lütfen. Ülke gündemine Bu işe destek vermek için sadece alkışlamak gerekmiyor. Doğru soruları sormak, ve ilgilileri uyarmak gerekiyor. Bunu da yapabilecek tek yer medya. Eğer bu iki gazete ülkenin bölünmez bütünlüğünü herşeyi üzerinde görüyorsa bu konuların   çözüm yollarının bir an önce çıkarılmasını sonrada gerçekleştirilmesinin takipcisi olmalı. Düşünün yıllardır bu konular politik malzeme olarak kullanıldı öteye gidilemedi. Bu da en çok Türkiyemizin değil başkalarının işine yarad. Buna izin veren medya ise politize oldu. Ama bir NYT veya WP Amerika için bunu yapmadı. Bir Independent ve The Times da bunu İngiltere için yapmadı. Şimdi sıra bizde. Hani gizli gizli imparatorluk kanımız tutarda mangalda kül bırakmayız ya. Hadi bakalım gösterin genel yayın yönetmenliği hünerlerinizi de vatandaş medya, gazetecilik görsün.


Sayın Özkök "Ya Sev, Ya Tasviye Ol" sayın Dumanlı "Tasviye Edilecek ..." ve "Ayakta Kalacak Gazete(ci)ler" yazılarını bir kenara bırakın lütfen. Yıllardır medya, ama bilerek ama bilmeyerek bu ülkede çok gündem kaçırdı ve bundan Türkiyemiz zarar gördü. Şu işleri bir halledin sonra döner isterseniz tekrar çamaşır yıkar, birbirinize ders verirsiniz.


Gelecekte ülkenin referans gazetelerini çıkarmak veya sizden sonrakilere böyle bir miras bırakmak istiyorsanız. İşte size tarihi bir fırsat. Biriniz hırslı biriniz tecrübeli. Örnek olabilirsiniz. Eğer örnek olursanız Babı'alinin yeni tarihini siz yazmaya başlayabilirsiniz. Eminim sizi destekleyecek genel yayın yönetmenleri çıkacaktır. Biraz ciddiyet lütfen. Yoksa Allah sizi affeder mi bilemiyorum ama okurlarınız ve onların çocukları sizi affetmiyecek.  Ama ne diyelim Allah Affetsin...

Salı, Ağustos 18, 2009

Ertuğrul Özkök ve Ekrem Dumanlı Üzerine..

Gazetelerimizde mesleğiyle ilgili yazı yazan çok fazla genel yayın yönetmeni yok biliyorsunuz. Bu konuda en çok yazanlar Ertuğrul Özkök ve Ekrem Dumanlı. İkisi ile geçen on yılda çalışan biri olarak yazdıklarını hala düzenli okuyorum. Bu süre içinde yaş, tecrübe ve yaşam tarzı farklılıklarına rağmen ikisininde benzer çok yönleri olduğunu gördüm. 2009-2010 döneminin Türkiyemiz medyasında önemli bir dönem olacağını düşünerek gözlemlerimi buraya not düşmek istiyorum.

İkisi de Yazar Genel Yayın Yönetmeni. Sayın Özkök'ün Doğan Yayın Holding'te tüm grubun yazı işlerinden sorumlu başkan yardımcılığı, sayın Dumanlı'nın ise açıklanmayan bir medya grup başkanlığı görevi var. Ama değerlendirmelerimi yazarlık yaptıkları Hürriyet ve Zaman ile sınırlı tutmak istiyorum.

Birisi en çok reklam geliri elde eden, diğeri ise en çok satın alınan gazetenin yönetmeni. İkisi de bu meslek nasıl yapılmalı üzerine çok fazla yazı yazıyorlar. Ama genç olanın üslubu daha sert. Biri mesleğin nasıl yapılmasını diğeri nasıl yapılmaması gerektiğini yazıyor. İkisi de köşerliğe karşı. İkisi de gazeteciliğe inanıyor. İkisi de köşelerin köşer malı olmadığına inanıyor. İkisi de hoca. Biri sosyolog diğeri edebiyatçı. İkisi de patronlarına karşı fazla saygılı. İkisininde sınırsız harcama yetkisi var. İkisi de en çok gazetelerinde çalışırken mutlu. Biri gazetesini anlatmayı diğeri gezdirmeyi seviyor. Biri halka açık, diğeri henüz açılamamış. İkisi de öz kaynaklarından besleniyor ve güncelleniyor. İkisi de taraf. İkisi de sağlığına çok dikkat ediyor ama biri düzenli spor yapıyor.

İkisininde yemek kültürleri geniş ama biri bunu yazıyor. İkisi de damak zevklerine güveniyor. Biri her tadı en az bir kez denerken diğeri yemek seçiyor. İkisi de güzel yemek yapan yerleri keşfetmeyi seviyor. İkisi de tanımadıkları veya tavsiye edilmemiş yerde yemek yemiyor. İkisi de şefin ilgisini bekliyor. İkisi de yemek yerken ortamı önemsiyor. Biri balık ve akdeniz yemeklerini tercih ederken, diğeri Türk mutfağını önemsiyor. İkisi de üzümü seviyor. Ama biri şarap, diğeri şıra olarak. İkisi de modayı yakından takip ediyor. Aynı markaları kullanmayı ve aynı mağazalardan alışveriş yapmayı seviyor. İkisi de teknolojiye ve elektroniğe meraklı. İkisi de spor giyinmeyi seviyor. Ama biri bunu başarıyor. İkisi de gözlüklü. İkisi de düşündükleri gibi yaşıyamıyor. İkiside fazlaca otomobil meraklısı. İkisininde korumaları var ama biri bunu hissettirmiyor. Biri yurtdışına diğeri yurt içinde seyahat etmeyi seviyor. Ama biri gittiği yerleri sürekli yazıyor. İkisi de ilkeli ama biri bunu fazlaca hissettiriyor.

Ülkede yapılan gazetecilikten ikisi de memnun değil. İkisi de NYT tarzı bir gazetecilik özlüyor. Ama biri bunu açıkça dile getiriyor diğeri sohbetlerde söylüyor. İkisi de Sabah'tan önce NYT ile bir işbirliği anlaşması düşünmedikleri için üzülüyor. İkisi de gazetecilik mesleği ve onurunu korumayı seviyor. İkisi de uzman muhabirliğe inanıyor. Ama ikisi de reklamveren üst yönetimleri tarafından hala bu konuda eleştiriliyor. Diğeri biraz daha fazla. İkisi de gazeteci akreditasyonundan yana ama kendi kadroları hariç. İkisi de gerekmedikçe STÖ'lerini konu etmiyor. İkisi de otorite olduklarını hissettirmekten hoşlanıyor. İkisi de "hocam" edalı kalabalığı seviyor. İkisi de aradıkları kişilerin ilk telefonda karşılarına çıkmamalarına sinirleniyor. İkisi de mütevazi görünümlü ama cool ve snoop (Tam Türkçe karşılıkları olmayınca ingilizce ifade edebilme hakkımı kullandım).

İkisi de yumuşak bir yazı üslubuna sahip olduklarını düşünüyor. Ama yazdıklarında ortalığı dağıtmayı seviyor. İkisi de birbirlerini, gazetelerinin yayın çizgisi üzerinden acımasızca eleştirirken, ardından yüzyüze bakmaya devam edecek hoşluklar yapmayı ihmal etmiyor. Gerçi Ekrem Dumanlı Ertuğrul Özkök'ün CD'si hakkında yazmadı ama eminim Ertuğrul Özkök, Ekrem Dumanlı'nın hikaye kitabı hakkında birşeyler yazacaktır. Çünkü bunun bir abi davranışı olduğunu biliyor ve abi olmaktan da her zaman hoşlanıyor.

Dumanlı, daha doğrudan mesajlar verirken, Özkök sürekli çok alternatif sunarak içinden mesajlarının algılanmasını bekliyor. İkisi de üstlendikleri misyon ve vizyonu çok fazla önemsiyor ve bunu her fırsatta hissettiriyor. İkisi de kendi okurlarını çok iyi tanıdıklarını söylüyor ama hayal ettikleri okurlara bir türlü sahip olamadıkları için duygusallaşıyor.

İkisi de Babıali'deki mürekkebin kokusunun artık değişmesi gerektiğini savunuyor. İkisi de kendi ürettikleri mürekkep kokularının reklamını yapıyor ve kokuyu yaymak için yoğun çaba harcıyor. İkisi de gazeteci ama nedense daha fazla yönetici olduklarını düşünüyor. İkisi de gazeteci ve yöneticilik şapkalarını isteyerek karıştırıyor. İkisi de "Hımbıl" gazetecilerden nefret ediyor. Özkök, özür dilemeyi erdem kabul ederken, Dumanlı özür dilenecek iş yapmamaya çalışıyor.

İkisi de başarılı birer profesyonel. Biri seksenli yılların sonu, diğeri ikibinli yılların başından beri genel yayın yönetmeni. Aralarında iki kuşak var. Biri bu görevi uzun süredir yaptığının farkında olduğunu söylüyor ama gelecekte nerede olacağını söyle-ye-miyor. Diğeri ise kendisi gibi gazetecilerin gelecekte nerede olacağını bildiğini söylüyor ama kendisinin nerede olacağını bilmiyor. İkisinin de görevi, büyük patronları vefat ettikten sonra (Allah uzun ömür versin) bırakacağına inanılıyor. İkisi de gazetelerinin en uzun süreli yayın yönetmeni. Biri dersi arka sıralardan diğeri kürsüden anlatmayı seviyor. İkisi de kurumlarından önce kendi isimlerini kullanıyor. İkisi de gazeteciler arası çekişmeleri doğru bulmuyor, okuru ilgilendirmediğini savunuyor. İkisi de kendileri ile ilgili bireysel ve olumsuz eleştirilere çizgiyi aşmadıkça cevap vermiyor. Ama diğer yazarlarının cevap vermesine de ses çıkarmıyor. Biri Pazar, diğeri Pazartesi yazıları için eleştiriliyor.

Özkök, genç gazetecilerine marka pazarlama yatırımı yaptığını söylüyor ve onları kamuoyu önünde motive ediyor, Dumanlı ise bu süreci hissettirmemeye çalışıyor. Özkök, fazlaca ekibi hakkında ve mutfaktan iç bilgi verirken, Dumanlı çok dikkatli ve az mesaj veriyor. İkisi de röportaj yapmayı ve vermeyi seviyor.
Özkök trendleri belirleme ve yönetme konusuna fazlaca kafa yorarken Dumanlı, var olan trendlerin ne kadar doğru olduğunu tartışıyor, yönetme işine doğrudan girmek istemiyor. Özkök, yazı yazma konusunda kendini sınırlandırmazken Dumanlı, sadece uzman olduğu konular hakkında yazıyor. İkisi de politikayı çok seviyor. İkisi de ekonomi yazmamaya özen gösteriyor. İkiside özel hesaplarını kendileri tutmuyor. Biri birikimlerini her türlü yatırım aracını kullanırken diğeri ağırlıklı döviz ve altını tercih ediyor. İkisi de akıl vermeyi seviyor ama akıl almayı prosedüre bağlıyor. Özkök ailesi ile ilgili yerine göre hiç beklenmedik yazılar yazabiliyor ama Dumanlı, henüz aynı fikirde değil. Özkök kendisini olumlu-olumsuz eleştirmeye özellikle dikkat ediyor. Dumanlı, bulunduğu statüyü kendisiyle özelleştirmenin doğru olmayacağını hissettiriyor.

İkisi de yazacakları bir yazı ile milyonları harekete geçirebileceklerini hissettirmeyi seviyor. Biri sayfada rengi, diğeri ise beyazı seviyor. İkiside kendi gazetelerinde yapamadıklarını diğerine eleştiri olarak yöneltiyor. İkisi de çok sesliliğe inanıyor. İkisi de çok sesli olduklarının ispatı diye övündükleri kalemleri ve köşerleri ile gerekmedikçe iletişim kurmuyor. İkisi de dışarıdan uzman birileriyle yakın çalışmayı sevmiyor. İkisi de söyleneni değil söylediklerinin yapılmasını seviyor. İkisi de kendileri olmazsa gazetenin ertesi günkü sayısının tuzsuz olacağına inanıyor. İkisi de medya şavaşlarına fazlaca karşı ama ikisi de şavaşın içinde. İkisi de sürekli bu işi bıraktıktan sonra kültür-sanat eleştirmenliğine ve yazarlığına ilgi duyduklarını hissettiriyor. İkisi de birbirinin patronu ile röportaj yapmayı çok istiyor. Biri inancını stratejik olarak yazıyor, diğeri genelliyor. Biri inancını yaşarken diğeri fırsat buldukça yaşıyor. İkisi de inançların özgürce yaşanması gerektiğini savunuyor. Biri orjinal İslamı, diğeri mantıksal islamı savunuyor. İkisi de laik değil. İkisi de İslam'ın politize edilmesine karşı ama sınırlarını çizemiyor. Acele etmemeyi biri tecrübe ederek, diğeri okuyarak öğrenmiş. Biri kaliteli insan diğeri salih insan olmayı istiyor. İkisi de makale edasında ama kendi tatlarında yazılar yazıyor.

İkisi de aynı ülkenin değil karşı mahallenin çocukları gibi davranmayı seviyor. İkisi de pazarlamayı kendi yaptıkları şey olarak biliyor. İkisi de reklamveren görüşmelerini sevmiyor. İkisi de reklamcılar ısrar etmedikçe organizasyonlara katılmıyor. İkisi de kendi düzenledikleri organizasyonlara neden bu kadar az reklamveren geldiğini hala anlamıyor. Biri reklamı fiyatına diğeri içeriğine göre kullanıyor. Biri reklam bölümünde fazlaca değişiklik yapıyor, diğeri istenmedikçe ilgilenmiyor. Biri reklam pazar payından fazlaca memnun diğeri bunun haksızlık olduğunu düşünüyor. İkisi de okur aboneliğine inanıyor ama biri bunu başarıyor diğeri sanal diyen eleştiriyor. İkisi de bağımsız tiraj denetimine inanıyor ama biri bundan faydalanıyor. Biri içerden diğeri dışardan eleman almayı seviyor. İkisi de ortak okur oranları yüzde yirmilerde iken birbirlerine ara sıra rakipmiş gibi davranmayı seviyor. İkisi de cemiyetlerini özeleştirmekten kaçınıyor. Biri birini meşrulaştırmama, diğeri pazar payı hesapları yapıyor. Özkök, Zaman'a Dumanlı Hürriyet'e röportaj vermeyi seviyor. İkisi de ödül vermeyi değil almayı seviyor. İkisi de bir an yer değiştirse gazetelerin eksiklerini nasıl gidereceklerini çok iyi bildiklerini düşünüyor. Biri işadamı gazeteciliği yapıyor, diğeri yap-a-mıyor eleştiriyor. İkisi de üniversitelerdeki gazetecilik eğitimini eleştiriyor. Ama ikisi de İletişim Fakülte'lerinde ders ver-e-miyor.

Biri yaptıklarından mutlu olmayı diğeri mutlu olacağı şeyleri yapmayı seviyor. İkisi de yüksek oktanlı bencil. İkisi de sosyal ilişkilerde zayıf. İkisi de herşeyi iş olarak görüyor. İkiside kolay ulaşılabilir. İkisi de okuru müşteri, gazeteyi günlük hızlı tüketim ürünü olarak görmüyor. İkisi de gazeteciliği kutsal bir meslek olarak görüyor. Ama bu işi yapanları yönetenlerin şeyh, gazeteleri de dergah olarak isimlendirilmesine karşı çıkıyor. İkisi de istenirse ülkenin çözemiyeceği sorun olmadığına inanıyor. İkisi de ülke yararına olan şeyleri sürekli desteklediklerine inanıyor. Biri hükümeti sürekli eleştirerek diğeri sessiz kalarak destekliyor. İkisi de RTE karakterini seviyor. Biri Osmanlı olmakta sakınca görmezken diğeri Türk diye anılmaktan mutlu oluyor. İkisi de global düşünüyor. İkisi de eğitim seviyesinin hızla yükseltilmesine inanıyor. Ama biri bu konuya uluslararası destek verirken, diğeri hala AÇEV ile yetinip, diğerini görmezden geliyor ve sessizliğini koruyor.
İkisi de iyi birer lider olduklarını düşünüyor ama megolamani çizgilerini sürekli doktor kontrolünde tuttuklarını hissediriyor. Biri Kanarya, biri Kartal. İkisi de potansiyel kulüp başkan adayı. İkisi de politikadan spora fanatiği olduklarını görüşlerini bir Mevlana üslubunda vermeyi seviyor. İkisi de trendleri belirlemeyi seviyor ama trend kelimesini kullanmaktan nefret ediyor. İkisi de okurun ne istediğinin bilmediğini düşünüyor. İkisi de eğitim düzeyi yüksek bir okur kitlesinin kendisini daha iyi anlayacağına inanıyor. İkisi de sadece onları okumak için gazete alan okur sayısını merak etmiyor. Ama internetteki tıklarını düzenli takip ediyor.
İkisi de eski birer militan. Biri kibar, diğeri harbiden. İkisi de lider doğulduğuna inanıyor. İkisi de kendilerinden sonra rekabetin daha da acımasız olacağını düşünüyor. İkiside şeffaf geçirme gazeteciliğini eleştiriyor ama ince işçiliklere şapka çıkarıyor. İkisinin de kendilerine biat etmiş genç yazarları var. İkisi de görsel danışmanlarından fazlaca memnun. İkisi de iyi bir insan, iyi bir baba. Ama önce gazeteci olduklarını düşünüyor ve hergün değişiyor. Ama gelişerek değiştiklerine inanıyor her ne demekse...