Pazar, Aralık 07, 2008

Sen Mutlu Ol Diye....

Aslında okuduğum hiç bir kitabın yazarını hatırlamıyorum. Ezberimde öyle kuvvetli değildir. Konuşurken aklıma gelen kelimeleri yan yana nasıl diziyorum onu da bilmiyorum. Bildiğim bir şeyler var ama onları da şu an da ilgili kelimelerle yanyana dizerek anlatamıyorum. Oldukça uzun bir iş hayatım oldu. Çok çalıştım falan. Hep o bilindik hikayelerden işte. Sonra kimse bana yardım etmedi diye devam ediyor. Kaç film seyrettim onu da hatırlamıyorum. Oyuncuları kim di, ne zaman çevrildi. Yönetmeni, mekanı... Sinematografik açıdan bakınca hangi kareleri film afişinde kullanmışlardı.  Hiç ama hiçbirini hatırlamıyorum. Sizin gibi hatırlamak için çok uğraştım ama olmadı, başaramadım. Beynimin bir yerlerinde ilgili dosyalara kayıtlı olduğunu biliyorum. Belki de dosyaların adını bilmediğim için aklıma gelmiyorlar. Belki de konuşurken o yüzden felsefi bir hava oluşturuyor dinleyenlerde. Çok şey yaşayan, çok okuyan, çok gözlemleyen, çok konuşan biri nasıl olurda kendini anlatmak istemez. Örnekleri hep kendine bağlayıp, neden yanlış anlaşılmaktan yorulmaz. Başladığı konuşmasının ortasında bundan vazgeçip neden anlaşılmaz oluverir. Şimdi bunların hepsi psikolojik bir problemmiş gibi duruyor değil mi. Aslında değil. Bu bir kendini bulma çabası da değil. Kendini bulmak isteyen kişi birşeyler arar. Oysa şu anda yaşadığım ortam da hiçbir sorunun cevabını aramıyorum. Sadece yaşıyorum. Çoğunu istediğim için değil. Önüme çıktıkları için yaşıyorum. Çünkü bazı şeylerin benimle değil, yaratılışımla ilgili olduğunu biliyorum. Ben sadece önüme çıkanları istediğim gibi neden yaşayamadığım düşünüyorum. Bunların bir çoğu benimle ilgili olmalı. Anlatamadığım, satamadığım bir şeyler olmalı. Etrafımdaki insanların içinde ya normal ya da normal üstü insanlar var. Kendimi hiç sınıflandırmadım. Çünkü, sınıflandırsam, normalin altında değerlendirebilirim. Bazen konuşurken, karşımdakini düşüncesi önemsizleşiyor. Neden bilmiyorum. Ama eminim bunları düşünmemin zamanı değil. Yoksa neden diye sorduğumda mutlaka bir cevabı olurdu. Kendime şaşırdığım zamanlarda teşekkür etmekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Teşekkür ederim Tanrım, yaratıcılığının önünde bir kez daha saygıyla ve büyük bir hayranlıkla secde ediyorum. İnsanların kendi oluşturdukları politikalarla, doktirinlerle, yaşamasına dayanamıyorum, üzülüyorum. Neden doktirinler bu kadar önemli. Yada önemli olsunlar. İnsan kendi politikasını bir başına oluşturamaz. Bir yönetici çalışanlarının hiçbirinin kendisi ile aynı düşünceleri paylaşmadığını bilir. Çünkü kişi, bağımsız ve tek bir bireydir. Öyle yaratılmıştır. Kendi olarak doğar ve kendi olarak ölür. Seçimlerini kendi yapar. Kararlarını kendi verir. Yargılanması da kendi başınadır. Hiç birlikte aynı şeyi, aynı şekilde yapan ve aynı cezayı veya ödülü alan kimse gördünüz mü ? Biri mutlaka diğerinden farklı bir şey yapmıştır. Ödül ve ceza bir son olduğu için aynıdır. Aynı olmak zorundadır. Düşünsenize son olmasaydı, ne anlamı kalırdı yaşamın. Hedeflerin ve yaşamanın nasıl bir anlamı olurdu ? Bir filmi seyerederken, bir kitabı okurken veya birini dinlerken sonunu niye bu kadar merak ediyoruz. Son olmasaydı, sevgi ve nefret nasıl bu kadar yakın hissedilirdi. İyi ve kötü, nasıl kendini aynı görürdü.  Ceza, nasıl bir son olabilirdi ? İnsan basit bir yaşamı nasıl bu kadar zorlaştırabilirdi ?

Hatırlamıyorum gerçekten politikacıların temel aldığı düşünceleri. Önemi yok gerçekten o sözleri kimin söylediğinin. Yıllar önce söylenmiş güzel bir söz, bugün anlatmak istediğin duygu ve düşünceleri çok iyi ifade ediyorsa söyle kurtul. İzin alman gerekmiyor. Çünkü onları sen söylediğinde başına, ortasına ve sonuna mutlaka birşeyler ekliyorsun unutma.

Yaşamak için çalışmak gerekiyor. Çünkü birşeyleri satın almadan yaşayamıyorsun. Bir şeyleri satın almak içinse para kazanman gerekiyor. Yani çalışmak, para kazanmak demek. Çünkü çalışmak üretmek demek. Üretmek, satacak birşeylerin var demek.  Satacak birşeylerin varsa mutlaka satın alacak birileri var demek. Dikkat ettiniz mi ? Hiçbir şey karşılıksız değil. Hiçbir şey boşa üretilmiş, yaratılmış değil. Bir şey üretiyorsun, bir alıcı çıkıyor. Satıyorsun, bir de belge veriyorsun, sana ait olduğunu belgelemek için. Yani satın alan sana, ben bunu aldım demiyor. Sen sattım diyorsun, işte bu da kanıtı. Üretiyorsun ama satana kadar belgeleyemiyorsun tuhaf değil mi. Ürettiğine yakından baktığında yeni değil farklı bir şey olduğunu anlıyorsun. Çünkü onu anlatmak için kullandığın kelimeleria zaten biliyoruz. Bildiğimiz kelimelerle anlatılan bir şey nasıl yeni olabilir ? Biz kelimelerin yerlerini veya anlamlarını değiştirmeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Neden ? Çünkü yeni bir şey yapabildiğimizi göstermek istiyoruz. Bu bir süper ego aslında. Yoksa yeni değil. Hani bir örnek vardır. Zlu kabilesinde uzak kelimesi, çocuğu ağladığında annesinin onu duyamıyacağı yer olarak kullanılırmış ya işte öyle. İkisi de uzak ama biri sadece dört harf. Anlam aynı.

Yaşamak için tek başına olman gerekiyor unutma. Başarı ne kadar çalıştığın ve ürettiğinle ilgili. Bunu da daha fazla şeye sahip olmak için yapıyorsun. Hayatın anlamını aramana gerek yok. Yaratıldığında o anlam zaten vardı unutma. Sen sende var olan bir şeyi arıyorsun. Olmayan bir şeyi bulman ise imkansız. Var olanı bulduğunda pazılın parçalarını yan yana getirdiğin ve anlamlı olduğu için mutlusun. Mutlu olmak için sürekli aramak zorunda değilsin ? Yada sürekli bir şeyleri yanyana getirip diğer insanlardan daha anlamlı olmuyorsun. Sen bir sonraki parçayı bulana kadar öyle sanıyorsun. Ürettiklerinin bir anlamı var. Söylediklerinin ve yazdıklarınında. Ama bunları senin yapmış olmanın bir anlamı yok. Sen istiyorsun ki benim olsun. Oysa söylediğinde senin olmuyor. Sen mutlu oluyorsun diye belki de kimse o anı bozmak istemiyor. Hani bu günlerde tekrar hatırladığımız olumlu tutum geliştirme çabamız varya işte ondan. Oysa iyilik, mutluluk sen doğarken seninle doğdu. Kötülük sonradan tanıştığımız bir şey. Bu yüzden tanımı iyi olmayan demek. İnsan neye benziyor, nasıl yani diye öğrenmiyormu herşeyi. Bir düşün o zaman. Olumlu tutum doğuştan gelen, olumsuzluklar ise sonradan kazanılan. O yüzden kötü olmak çok kolay. Çünkü güzeli, iyiyi, mutluluğu doğuştan getiriyorsun. Kötüyü ise sonradan öğreniyorsun. Öğrenilen şeyler kolay unutulmaz bilirisin. Kötülük o yüzden bir savunma biçimi ve daha iyi anlaşılmak için kullanılıyor ne garip.

Yaratılışa, bugüne ve yarına dair bir kitap okuyorum. Bazı şeylerin anlamını hala bilmesemde, hiçbir karşılığını bulamasamda, bulacağım güne kadar okumaya devam edeceğim. Her bulduğum anlam, benimle bizimle bu hayat arasında daha kolay yaşamak için. Mutluluğu, iyiliği, güzelliği anlayabilmek, anlatabilmek için. Daha yaşanır kılmak için hayatı. Ya da yaşanır kılanın söylendiği gibi yaşamak için. Ayrıldığımız nokta bu olmasa gerek. Herşey insan içinse, kişilerin olayların söylenildiği kadar nasıl derin bir anlamı olabilirki ?  Hayatı anlamsızlaştırırsan yaşamak için bir anlama ihtiyacı olur. İşte sen o anlamı arıyorsun, mutluluğu değil. Anlamı bulduğunda mutlu olacağının kaçınılmaz olduğunu bildiğin kadar arıyorsun. Önemli olan söylenenler, kimin söylediği veya yazdığının önemi yok. İsim yazmaya veya öğrenmeye başlasan bunun sonu nereye varır bir düşün ? Sonra hangisi daha önemli diye düşünmez mi insan ? Sonra her konuşmaya başladığında birinden söz etmek zorunda kalmak önemsizleştirmez mi seni ? Kitapta zaten en önemlileri yazıyor. Okuman yeter. Gerisi sadece insan. Olaylar, birşeyleri açıklamak için. Tasvirler, neye benzediğini anlamak için. Ama hepsi sen mutlu ol diye. Daha yaşanır hale getir diye sana verilen hayatı. 
Marka, yeni bir şey değil sadece daha kolay hatırlama için bir tanımlama, bir kısaltma unutma. Pazarlama ise daha kolay satınalma o kadar. Ürettiklerimiz çalışmak ve hak etmek için bir neden aslında. Yani bir araç. Bir nedenden başka bir nedene varabilmek için bir yol. Yoksa nasıl anlıyacağız ne kadar yol aldığımızı. Bizden öncekilerden aldığımız bilgiyi nereden aldığımızı ve nereye taşıdığımızı nasıl anlayacak bizden sonrakiler. Yoksa nereden, nasıl başlarlardı yaşamaya. Dedim ya işte, biz sadece biziz. İsmimiz değil önemli olan, sadece yaptıklarımız ve söylediklerimiz hepsi o. İsimleri yaptıklar ve söyledikleri ile birleştiren, kayda geçen var zaten. Günü geldiğinde hesap soracak olanda o biz değiliz. Bize sadece söylenini yapmak ve mutlu yaşamak kalıyor hepsi o. Bebelere bir bakın isterseniz. Mutlu olmak için birşeyleri bilmeleri gerekmiyor. Seninde birşeyleri araman gerekmiyor inan. Bütün soruların cevabı sende. Herşey sen mutlu ol diye. 

Salı, Kasım 18, 2008

Medya Terörü

Son aylarda medyanın kendi arasında yaşadıklarına artık bir dur demek gerekiyor. Dur diyebilmek içinde önce bunun bir adını koyalım. Bunun adı e-y-g muhtıra değil medya terörü dür.  Gerçi sayın Veysel Batmaz, Nuriye Akman röportajında "...reyting terörü, silahlı terörden daha tehlikeli..." demiş. Oysa, reyting terörünün ana nedeni, medya terörüdür. Reyting terörü, bunun sadece alt açılımlarından biridir. Bunun bir ülke için normal terörden çok daha vahim sonuçlar doğurabileceği bütün uzmanlar biliyor. Yanlış anlaşılmasın bu terörü medya isteyerek ve sonuçlarının nereye varacağını hesap ederek çıkardı demiyorum ama sonuçları ortada.  
Ülke medyamız her gün daha fazla alanını kendi terörüne ayırıyor. Yani konuyu topluma mal etmeye çalışıyor ve taraf olmasını istiyor. Aynı zamanda kendi okurunu aptal yerine koyuyor. Sormak gerekiyor, medyanın kendi arasında yaşadığı bu seviyesiz ilişkide kamuoyunun rolü nedir ? Hergün bütçesinden otuz, kırk kuruş ayırarak dünyadan ve ülkesinden haber almak ve yorum okumak isteyen tüketiciye, kendi aralarındaki seviyesiz sözleri haber, patronlarını temize çıkarmak için yazılan yazıları da yorum diye sunmak ve sonrada vaktinizi aldık özür dileriz diyerek alkış beklemenin başka bir tanımı olabilir mi ? Sevgili medya, bu tüketici size kendi aranızdaki bu tanımsız ilişkiyi okumak için mi bedel ödüyor ? Bundan emin misiniz ? Araştırmalar hiçte öyle söylemiyor. En son Zaman'ın Millward Brown'a yaptırdığı araştırmanın paylaştığı kadarına bakarsanız cevabını orada görürsünüz. Ya da bu ülke insanının ne zamandan beri Posta okuduğuna ve televizyonda magazin ve dizi seyrettiğne bakmanız yeterli. Posta, bir ihtiyaçtan mı yoksa bir tepkiden mi bugünkü büyük başarısını elde etmiştir ? Bunları araştırdığınız da ulaştığınız sonuçlar ancak size mesleğinizdeki doğru yolu gösterebilir. İslamiyet, Atatürk,  Alevilik, Kürtçülükle daha ne kadar dış güçlerinin ekmeğine bal süreceksiniz.  Daha ne kadar, sokakta yaşanmayanları yazacak ve yazdıklarınızın da yaşanması için hiç bir masraftan kaçınmayacaksınız ? 
Peki bu terörü kim durdurabilir ? Evet, medyanın yöneticileri ve patronları. Ama öncelikle yöneticileri. Düşünsenize medya patronları değişiyor ama terör bitmiyor, üslup değişmiyor. Çünkü klavye hep aynı insanların elinde. Yeni gelenlerde zorunlu olarak hızla onların arasına karışıyor. Bu ülkede yasama, yargı, yürütme hatta hükümet medyanın iki satırının arasına bakıyor. İstediği zaman 3Y'nin koruyucularına istediği gündemi tartıştırıyor. İstediği zaman meclisine ve vekillerine dondurma külahını uzatarak istediği demeçleri alıyor. İstediği yaptırabilmek için ülkesini, devletini vatandaşını hiç düşünmeden yaftalayarak dünyaya afişe edebiliyor. Bunun bitmesi için  gerçekten istemesi gerekiyor. Tüketici, bu seviyesiz ilişkinin ana nedeninin ticari bir rant kavgası ve kaygısı olduğunu, bunun da kendisinin verdiği vergilerle ayakta duran tek cumhuriyet, tek bayrak ve tek devletten elde edildiğini biliyor. Yani ülkenin medyası son yirmi yılda işi gücü bıraktı devletini mi soymaya çalışıyor ? Öyleyse bu rant ve sebeb olduğu medya terörü, ülkeyi yok edene kadar sürecek mi ? O gün  inançtan, laiklikten, cumhuriyet ve bayraktan yani devletten geriye ne kalacak ? Peki o gün yazılarınızı yine  St.German'deki veya Teşvikiye'deki o ünlü cafelerden aynı heyecanla yazabilecek misiniz ?     

Pazartesi, Ekim 13, 2008

Te O ka....

Bir ülke medyası kadar güçlüdür. Bu sözü daha öncede söylemiştim. Ama bu kez, biraz daha farklı söylemek istiyorum. Çünkü bu güzel ülkenin medyası, ülkeye kalıcı zararlar vermeye başladı ve zarar her geçen gün artarak devam ediyor. Çünkü sonunda, medyamız yargı görevini de üstlendi. Yani bundan sonra kim tutar bizim medyayı misali.
Medyamız bütün bunları ülkenin milli birlik ve beraberliğini korumak, laik cumhuriyet ilkelerine hizmet etmek, ülkeyi muassır medeniyetler seviyesine yükseltmek için yapıyor ! Yoksa şüpheniz mi var ! Ülkede artık herşey hızla eleştirilebilir oldu ? İlk sözü kim söyledi yarışı başladı. Kutsal ve saygı duyulması gereken inançlar, kişi ve kurumlar dahil herkes ve herşey hızla hem de fütursuzca eleştiriliyor.Yakında olumsuz eleştirilmedik kimse ve hiçbirşey kalmayacak. Ben de şimdi içinde bulunduğum medyayı olumsuz eleştireyim bakalım sonuç ne olacak ?

Sizce, medyamızın bu olumsuz tutumunun sonu nereye kadar gidecek ? Yalan yanlış bilgilerle bu kadar olumsuz tutum içinde olmak ülkemize bugüne kadar ne yarar sağladı, şimdi ne sağlıyacak ? Son örnek, tabiki Aktütün Karakol Baskı. Olayın üzerinden yeterli zaman geçmeden, yeterli bilgi ve belgeye ulaşmadan kimi Hava Kuvvetleri Komutanı'nın istifasını kimi de özür dilemesini istedi. Adı da Golfçü Paşa oldu.
Bunu yaparakta cümle aleme gazetecelik dersi verdiler. Bana göre ise "erken öten horoz... diye başlayan atasözümüze güzel ve yeni bir örnek oldular.Te o ka...

Bize mektepte bir olay karşısında soğuk kanlı, sağ duyulu ve sabırlı olmayı, o olayı haber yapabilmek için onu tam anlamak ve tamamlamak gerektiği, bunun için de bütün kaynaklardan araştırmayı ve çıkan sonucun da ülkenin milli birliği ve beraberliğine, inançlarına ters düşmemesi gerektiği öğretildi. Şimdi tekrar hatırlayalım istifaya çağrılan kişi kim ? Olayın üzerinden ne kadar süre geçmiş ? Hangi bilgi ve belgeler doğrulanmış ? Çekilen fotoğrafın öncesinde ve sonrasındaki kareler, zaman kaydı hangi kaynaktan doğrulanmış ? Şehitlerimizin kanı orada dururken, bu işin sorumlusu olarak bir ülkenin en üst rütbeli subaylarından birinin istifası bu kadar hızla istenebilir mi ? İstemeyenin bir yüzü, olmayan zenci mi ?

Yani yıllardır ülkesini koruma görevi üstlenmiş, sicili en temiz olanlardan biri, daha göreve yeni gelmişken bu kadar hızla harcanabilir mi ? Hem de ülkenin saygı duyulması gereken kurumlarından birini temsil ederken. Kişiye saygı yoksa kuruma da mı saygımız yok? Neymiş golf oynuyormuş. Evet çok medyatik bir neden. Ama te o ka... Özel bir yurtdışı gezisinde veya hasta yatağında olsaydı yine aynı olumsuz tutumu sergiliyebilecekmiydik ? Beyler, Türk Basın Tarihinin yakın dönemi Simavilerden bugüne onlarca şaibeli olayla doluyken nasıl olurda insanları ve kurumları bu kadar hızla ve taraflı yargılayabiliriz ? Bu tutum gerçekten ülke yararına bir karar mı ? Öyleyse Amerika'da basın, 11 Eylül saldırıları sonucunda kaç komutanın istifasını istedi ? Kimler istifa etti ? Hiç bakmazmısınız arşivlere ve aynaya ? Evet, bir ülke de Cumhurbaşkanı da, askerlerde olumsuz eleştirilebilir. Ama bu tür kurum ve kişileri eleştirirken magazin gazeteciliğin üzerinde araştırma yapmak ve sabırlı olmak gerekmez mi ? Diğer taraftan insana sormazlar mı, bu güne kadar kaç yazı işleri müdürü çok önemli olaylarda görevinin başında olmadığı için istifa etti ? Kaç Genel Yayın Yönetmeni Golfçü, Şarapçı, Pipici diye ünvanlar aldı ?
Kendimize ekonomik olarak örnek aldığımız ülkelerin ana mecralarına dönün bir bakın isterseniz. Amerika, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa hangisinde medya kendisiyle ve ülkesiyle bu kadar uğraşıyor ? Hangisi bizim kadar olumsuz bir tutum içinde ? Hangisinde bu kadar yalan yanlış habere ve olumsuz eleştiriye medya yönetimleri prim veriyor ? Hangi medyanın ekonomi bölümleri patronlarının iş takibini yapıyor ? Hangi ülkenin medya patronları bu kadar gündemde ? Hangi medya patronlarına bir eleştiri yapıldığında o mecranın bütün köşe yazarları patronlarını savunmak için uğraşıyor ?
Bu soruları, ders verdiğim üniversite üçüncü sınıf öğrencilerimin bana "medyaya inanmıyoruz hocam, çünkü..." diye başlayan daha onlarca sorusunu ekleyebilirim.

Bu ülke muassır medeniyetler seviyesine olumsuz değil ancak olumlu tutumlarla ulaşabilir. Bu da güvenilir, tarafsız, şeffaf ve güçlü bir medya ile mümkün. İsterseniz bugünlerde okuduğunuz yönetim, iletişim kitaplarına dönün bir bakın. Hangi olumsuz tutum, olumlu bir tutumu tetikliyor ve istenilen olumlu sonuca götürüyor ? Yok bu tür kitaplar okumuyorsanız o zaman aile veya özel ilişkilerinize bakın. Aileniz, eşiniz, sevgiliniz veya çocuğunuz için doğru olduğuna inandığınız hangi faydalı işi, onları hızla yargılayarak ve olumsuz tutumla çözdünüz ? Eğer bu olumsuz tutumunuz ülke için, insanlar içinse ve doğruysa şimdiye kadar istifa etmesini istediğiniz kaç insan görevinden ayrıldı ? Örneğin bizim takımın başkanı sayın Demirören hala niye görevde ? Yoksa bu olumsuz tutumunuzu başka özel nedenleri mi var ? Yoksa reklamcılarınızın gazetelere (!) daha fazla reklam alabilmek için verdiği "Kimler Gazete Okumaz" daki özelliklere sahip kırbeş milyon insanın yaşadığı bir ülkede yaşamaktan mı sıkıldınız ? Bu ülke insanını hala sizi beş kuruşluk promosyona satan eğitimsiz ve göbeğini kaşıyan pijamalı lar olarak mı görüyorsunuz ?Onlar her gün sizi değilde, Pınar Süt, Coca Cola, Nescafe, Erikli, Uno alıyorsa bu olumsuz tutumunuzla sadece ülkenizi ve kendimizi de rezil ettiğinizle kalmıyor musunuz ? Te O ka...

Selocanlar ve RTÜK

GSM'de yeni bir sürecin başlangıcına doğru yaklaşıyoruz. "Numara Taşınabilirliği" 9 Kasım 2008 de başlayacak uygulama için GSM şirketleri hazırlıklarını tamamlamak üzere. OTS'i yüksek reklamlar ise bütün hızıyla devam ediyor. Bu konuda dikkatimi çeken Turkcell'in Selocanları reklamları. İlgili kuruluşların hangi kanuna ve rasyoneline istinaden oynamasına izin verdikleri bilmediğim Selocan reklamları. Hani yüzlerce çocuk, boylarından büyük, kocaman kocaman numaraları taşımaya çalışıyor, söylenen emirleri aynen uygulayarak numaraların birini kaldırıp, birini indirdikleri reklam.
Evet Turkcell Selocanları uzun süredir kullanıyor. Ama bu reklam yasalara aykırı. Çocukların reklamlarda kullanılma biçimi yanlış. Çocuklar burada duygusal bir sömürü aracı olarak kullanılıyorlar ve ayrıca da çocuklar yani gelecek kuşaklar için gizli ve sağlıksız bir reklam içeriğine sahip. O yaştaki çocuklar için cep telefonunun sakıncalarını uzmanlar her gün medya da anlatıyor. Burada fikri bulan ve onaylayan kişilerin tabiki sorumlulukları var ama en büyük sorumluluk bu reklamın yayınlanmasına izin verenlerde yani RTÜK'de ve eğer çalışmaya devam ediyorsa RÖK'te.
RTÜK Kanunun, Reklamlar başlığı ile verilen Madde 19'a bakalım. Madde ne diyor ?
" Bütün reklamlar adil ve dürüst olacak,yanıltıcı ve tüketicinin çıkarlarına zarar verecek nitelikte olmayacak, çocuklara yönelik veya içinde çocukların kullanıldığı reklamlarda, onların yararlarına zarar verecek unsurlar bulunmayacak, çocukların özel duyguları gözönünde tutulacaktır." diyor. Yani kanun bu kadar açıkken, nasıl oluyorda bir reklam, hala yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenmiş henüz ilkokul çağına girmemiş çocuklarımız üzerinde kurgulanabiliyor ? RTÜK ve RÖK ( hala çalışıyorsa ! diyorum çünkü medya ne zaman kendi veya hükümetle arasındaki iletişimde hassas dönemlere girse, sektörün STÖ'lerini derin bir sessizlik alıyor) ise sessizce oturmaya devam ediyor. Eğer bu reklam gayet yasal ise aşağıdaki soruları birileri cevaplandırırsa hayırlı bir kamu görevi yerine getirmiş olur.

O yaş grubu ve aileleri üzerinde bir araştırması yapıldı mı ? Yapıldı ise nasıl bir araştırma yapıldı ? Reklam o yaş grubu üzerinde sorunsuz nasıl bir etki oluşturuyor ? Çocuklar için bu reklam gerçekten zararsız mı ? Bu reklam, o yaş grubu çocuklarda bir GSM hattını mı yoksa bir cep telefonunu mu çağrıştırıyor ? Diğer bir ifade ile Turkcell çocuklar için bir cep telefonumu markası olabilir mi ? Şimdi birileri kalkıp söz konusu olan çocuklarımız bile olsa asıl zaralı olan cep telefonunun kendisi, oysa reklamı yapılan bir GSM hattı diyebilir. Ticarette herşey yasalara uygun ise yapılabilir demek, ne kadar doğru ? Bu, sorumluluğumuzu ne kadar azaltır ? GSM hattı olmadan çalışan bir cep telefonu var mı ? Cep telefonu çocuklarımız için faydalıdır diyen bir bilimsel araştırma var mı ? Kimse cep telefonun içindeki her parça sağlığa zararlı dır demiyor ama cep telefonu o parçalar olmadan da çalışmıyor malesef.
19.maddeye döner ve olumlu tarafından bakarsak; Bu reklam, çocuklarımız üzerinde olumlu ne gibi davranışlar yaratıyor ? Reklamın çocuklarımıza zarar vermeyen unsurları neler ? Bu reklam yapılırken çocuklarımızın hangi duyguları göz önüne alınmış ? Eğer bu reklamı bu madde kapsamında değerlendiremiyeceksek, hangilerini değerlendireceğiz ?
Herkesin tebessüm içinde izlediği bu reklam, gerçekten yasal ve zararsız mı ? Eminim bu konuda RTÜK çoktan araştırmalarını yapmış, sorularını sormuş ve cevaplarını almıştır. Reklam normal ise kamuoyuyla neden normal olduğunu, yok yayınlanması sakıncalı ise de bir an önce Turkcell'i uyarması ve onların bu konsepte artık reklam yatırımı yapmasını durdurması gerekmez mi ?

Son söz; Hangi denge, geleceği emanet edeceğimiz çocuklarımızdan daha değerli olabilir ? Sağlıksız bir nesil yetiştirip, nasıl olsa tıp o gün bunun da çaresi bulur diyorsanız. İnşallah o günleri görürsünüz ne diyelim...

Salı, Nisan 29, 2008

Sevgili Elif,

Ben yumurtanın tavuktan çıktığını düşünenlerdenim. Yumurtanın olabilmesi için önce tavuğun olması gerekir değil mi ? Birçok kişi gibi ben de kainatın bir sebeb-sonuç ilişkisi içinde yaratılmış olduğunu düşünüyorum. Durum böyle olunca ilk önce canlıların var olması gerekir. Sanat ile ilgili konuya gelince bir insanın, ben sanatçıyım veya buna benzer bir imada bulunması ne kadar doğru ? Sanatçı, bir markadır. Bir insanın sürekli "ben markayım/sanatçıyım" diye ortalarda dolaşması normal bir durum olmasa gerek. Bir markanın oluşması için oldukça uzun bir süreç gerekir. Bir şeyin marka olabilmesi için bir tüketicisi olması gerekir. Tüketici ise, marka'yı kutsayan insandır. Bu nedenle onu kuşaktan kuşağa taşır ve bunun karşılığında hiçbir ücret talep etmez. Hatta onu veya ürünlerini satın alarak üste para verir.
Coca Cola, 1892 yılından günümüze kadar gelen, 80 milyar dolara varan marka değeri ile dünyanın en değerli ama tüketim bedeli en ucuz ürünlerinden biri değil mi ? Bugün birçok rakibi olduğu düşünüldüğünde gerçek başarının ne kadarı hala o sihirli formül de gizli ? Tekrar araştırmak ve düşünmek gerekmez mi ? Marka, bir tecrübedir. Bir çocuğun bile dokuz ay anne karnında beklediğini hatırla.
Bir insanın sanatı yıllar sonra tescilleniyor. Güncel çalışmaları sanat diye nitelendirirsek, diğerlerine ne diyeceğiz ? İnsanlar, herşeyi bizim düşündüğümüz an veya dönemde düşünmeyebilir veya tüketmeyebilir. Bunun için onları yargılayamayız.
Yaşamın herşeye rağmen doğal (bizim değil Yaratanın kontrolünde) devam ettiğini ve her an yeni süprizlerle karşılaştığımızı unutmayalım. Yaşamı güzel kılan da süprizleri değil mi ? Herkesin aynı şeyleri aynı dönemde düşünmesinin ne kadar heyecanlı olabileceğini inan bilmiyorum. Bir de o mükemmel bedeni yöneten, sınırlarını daha uzun yıllar keşfetmeye çalışılacak aklımızı, hafife almamak gerekir.
Yaratıldığına inanan insanlar, kendilerini yaratan varlığın sanatı karşısında nasıl saygıyla eğiliyorlarsa, ben de onun en değerli eseri olan insanoğlu'nun yani bizlerin genlerine, mutlaka bu sanatçı özelliğini, yansıtmış olabileceğini düşünüyorum.
Bu arada sanat önceliği ile temel ihtiyaçlarını karşılama önceliği olan insanları aynı ortamda değerlendirmemeliyiz. Sanatsal konuları onlarla zamanından önce tartışmamalıyız. Unutma iletişim, doğru zamanda, doğru insanla, doğru şeyi konuşmak ve paylaşmak değil miydi ?
Kolay gelsin...

Cumartesi, Nisan 05, 2008

Vergini Ver İsmini Verme

Geçen yılın en çok vergi ödeyenler listesi açıklandı. Listede ilk sırayı 10,4 milyon YTL ile Aydın Doğan aldı. Ancak listenin ilk otuzuna grup bazında baktığımızda Koç ailesini ( 5 kişi ) 25,7 milyon YTL ile birinci, Sabancı ailesini ise (4 kişi ) 17,5 milyon YTL ile ikinci sırada yer aldığını görüyoruz. Listenin tamamına baktığımızda aileler özelinde ilk iki sıra değişmiyor. Buraya kadar yeni ve ilginç bir şey yok haklısınız. İlginç olan listede ilk otuz içinde yer alan ve isminin açıklanmasını istemeyen 6 kişinin toplamda 25,4 milyon YTL devlete vergi ödemiş olması. Bu kişiler neden isimlerinin açıklanmasını istemedi bilmiyorum ve açıkçası bunu bir vatandaş olarak çok merakta etmiyorum. Çünkü bu kişileri devletin ilgili kurum ve kişilerinin bilmesi yeterli diye düşünüyorum. Benim vatandaş olarak bunları bilmem gerekmiyor. Bundan önce bilmemiz gereken daha önemli konular var.
Liste açıklıyarak, plaket vererek, vergi vermeyi teşvik etme uygulamasını artık gerilerde bırakmalıyız. Kasasında 70 milyar doların üzerinde döviz rezervi olan bir ülkede artık bu teşvikler yerini daha farklı uygulamalara bırakmalı. Çünkü bugün, bu listeler ve haberler devletin hangi kişi ve kurumlara karşı daha zayıf ve duygusal olduğunu düşünmemize neden oluyor. Sen yine listeni yap, merak edenlere gönder, bu çalışkan ve başarılı kişileri ofislerinde ziyaret et, plaketleri ver, teşekkürünü et, kahveni iç. Ama artık bu organizasyondan vazgeçelim. Zaten bu kişilerde son yıllarda törenlere kendileri adına yöneticilerini gönderiyorlar. İyiki de gönderiyorlar. Gelseler herhalde devletin tüm üst yönetimi orada hazır olacak. Yani yeni bir devlet törenine rasyoneli. Dünyanın en büyük ve en mütevazı imparatorluğunun bir cumhuriyet çocuğu olarak ismini açıklamayan bu kişileri gösterdikleri örnek davranıştan dolayı kutluyorum. Tabiki bunların içinde ismini açıklamak isteyipte bazı statejik nedenlerden dolayı açıklayamayanlar olabilir. Ama bu ilk otuz içindeki altı kişinin tamamını için geçerli olamaz. Neden ne olursa olsun böyle bir ortamda ismini açıklamak istemeyen kişileri büyük bir erdemi ve güzel bir geleneği devam ettirdikleri düşünüyorum. Vergimi veririm, ismimi vermem. Gelecek yıl inşallah ya bu uygulama değişir ya da ismini açıklamak istemeyen kişi sayısı artar.

Çarşamba, Şubat 13, 2008

Reklam Değerlendirmeleri-1

Yeni vizyona giren bazı reklamlar oldukça düşündürücü. Reklamın iş emrinde veya kreatif grubundaki bu problemler mutlaka çözümlenmeli. İşte size bir kaç örnek:
  • Nissan Note: Çocuğun arkadaş davetine giderken babasından yollarının üzerindeki kaç arkadaşını almalarını istediği saydınız mı ? Altı. Evet yanlış duymadınız tam altı. Peki bu kadar çocuğu 4+1 kişilik Nissan Note'a nasıl oturtacağız ?
  • Vodafone: Okulu bırakıp dansöz olmaya karar veren kız billboard'ı. Reklamı ilk kez Billboardlarda gördüğünüzde verilen mesajı anlamak için ya mutlaka TV reklamını izlemeniz ya da hayal gücünüzü sonuna kadar zorlamanız gerekiyor. TV reklamı izlediğinizde ise okulu bırakıp dansöz olmaya karar veren kızla ilgili akla gelen sorulara " Kızı bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varır " atasözümüzü hatırlamayı unutmayın.
  • Turkcell 'in yaşları 5-7 yaş grubundaki "telatabi " çocuk kahramanları RTÜK yasasına rağmen halen reklam filminde nasıl başrol oynamaya devam ediyorlar biliyor musunuz ?

Pazartesi, Şubat 11, 2008

Kuyuya Atılan Taşı Arayan Ülke-1

Konuları birbirine karıştırmakta medyanın üzerine yoktur. Çünkü onlar için her yeni karışım, ilk kez söylenen yeni bir gündem demektir. Ülke gündemi sakin mi ? Birinci sayfalık haber mi yok ? Telaşlanmayın. Nasıl olsa herşeyin herşeyle bir ilgi ve ilişkisi yok mu ? Olmalı. Ya da siz yazınca olmaya başlıyacaktır. Sabahki gündem toplantısında siz sorgulamaya bir başlayın, nasıl olsa konu ile ilgili ilgisiz bütün bilgiler biraz sonra masanıza gelecektir. Ardından bir iki telefon görüşmesi sonra haber hazır. Ayrıca konu, elini sallasan köşe yazarına değen bir ülkede mutlaka gündeme oturacak ve günlerce hatta yıllarca rahmetli ön adınızla tartışalacaktır .

Basının gündemine alıp günlerce tartıştığı bir konu eğer çözüme kavuşmuyorsa mutlaka birilerinin bir bildiği vardır. Bu bilinen, kapitalizmin globalleştiği bir dünyada sadece ticaridir. Ülke, dünya ve insanlık yararına diye ticari olmayan bir şeyden bahsetmek artık mümkün değildir. Çünkü yapılan herşeyin onlar için ticari bir maliyeti vardır. Her konu bir gideri, her giderde bir geliri doğurmak zorundadır. O halde her konu, ticari bir faliyet konusu ve gider-gelir tablosudur. Bu onlar için hedeflenen bir mizan var demektir. Belki pazar lideri olmak, belki en yüksek pazar payına sahip olmak, belki en büyük olmak, belki de herşeyi hem de herşeyi yönetebilmektir. Herşeyi yönetebilmek içinde herşey sahip olmak bunu gerçekleştirebilmek içinde ne gerekirse yapmanız gerekir. Ya siz yaparsınız bunu ya da başka birileri . En çok isteyen her zaman en çok kazanandır.
"Deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" bizim atasözümüzdür. Yani memleketin şu haline bakıp delileri gördükte akıllılar nerede diyenlere verilecek cevap bellidir.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Örnek Olamayan Müslümanların Sınavı

Hangi aklı evvel çıkardı şu "Cumhuriyet döneminde dindarlara baskı yapılmıştır" tezini allah aşkına. Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinin son altmış yılını ağırlıklı sağ iktidarlarla, düzenli ihtilal ve muhtıralarla geçirmiş bu ülkede memlekete faydalı konuşulacak konu mu kalmadı yine !
Sürekli geçmişi ile hesaplaşan bu ülkenin entellektüelleri, geleceğimize ışık tutabiliyorlar mı ? Peki gece gördüğü rüya ile yirmi yıldır bu ülkede gündem belirleyenlerin memleket sınırları dışında uluslararası tanınırlıkları var mı ? Peki ağzı olanın konuştuğu, eli kalem tutanın yazdığı bir laik Cumhuriyetin Osmanlı'dan beri düşmana ihtiyacı oldu mu ? Hayır. Hayır.Hayır.

Cumhuriyetin karşısına İslamı koyan bir zihniyetin son altmış yıldır amacı Atatürk'ün laikliği değil olsa olsa ütopik bir laikliktir. Yani ulaşılması mümkün olmayan ve sürekli karıştırılan ve tartışılan bir laiklik. Dünyanın en büyük imparatorluğunun büyük önder Atatürk ile verdiği kurtuluş savaşı dönemindeki eğitim düzeyimizi ve sonraki onbeş yılı bir düşünelim. Atatürk öyle bir ortamda Cumhuriyeti ve laikliği en ücra köye kadar anlatmamış mı ? Anlatmış.
Son altmış yıl sağın iktidar olduğu bir ülkede bugün halen Cumhuriyetçi ve dindar ayrımı yapılıyorsa bunun suçunu Cumhuriyetçilerde aramak yerine İslamiyeti politik çıkarları uğruna kullanan sağ iktidarlarda aramak gerekir. "Ben ...buyum diyenin "o" olduğu ve bunun yasalarla desteklendiği bir ülkede son seçimler sonrasında bir avuç kaldığı düşünülen Cumhuriyetçilerle ( kimse onlar ?) halen dindarlara baskı yapılıyor polimiğine girmenin adı, duygusal tatmin ama ondan öncesi büyük kişisel bir rant kavgasından başka bir şey değildir.

Ülkeler bireylerden oluşur ama ülkelerin değil bireylerin inançları ve yaşam tarzları vardır. Her ülkede olduğu gibi bu ülkede de Cumhuriyetçiler ve Muhafazarlar kendilerini yıllardır birbirlerine beğendirmek ve kabul ettirmek için uğraşır dururlar. Sosyalizmin vefatından sonra bu ülkedeki sosyalistlere de hayatlarını idame ettirmek için tek seçenek sunulmuştur. Onlarda yılların birikimi ile bu ortama Muhafazakarlardan daha hızlı adapte olmuşlardır. Bugün hepsi birer entellektüel ve de zengindirler. Çok paraları vardır ve kazanmaya da devam etmektedirler.
Dünyanın en büyük imparatorluğun torunlarının zenginliği ve yönetmeyi sevmemesi mümkün mü ? Peki dünyanın barbarlıkla suçladığı bir topluluğun müslümanlığı seçmesi ve koca bir imparatorluğa oradan da tam yok oluyor derken örnek bir Cumhuriyete ve laikliğe dönüşmeye başlaması sizce bir tesadüf mü ? Bu sorulara islamiyeti bir yaşam tarzı olarak seçmiş insanları vereceği cevap kesinlikle hayır olacaktır.

Bu ülkede kendini zulüm görmüş dindar olarak gören muhafazakarlar varsa, onlar öncelikle şu sorunun cevabını vermek zorundadırlar ; Örnek bir din olan İslamiyeti siz nasıl yaşıyorsunuz ki başkalarına yıllardır örnek olamıyorsunuz ? Onları kucaklamak yerine birkaç yüz kişi yüzünden Cumhuriyetçileri sanki dinsizmiş gibi toplumdan ayırmak istiyorsunuz. Allahın verdiği aklı sadece böyle mi kullanıyorsunuz ? Bu mesajı özellikle % 46,7 ile AKP'nin iktidar olduğu bir dönemde iktidara zarar, memlekete yarar olsun diye vermiş olamazsınız değil mi ?

Bazı Cumhuriyetçiler hala Rolex'leri, cipleri, Gucci'leri ile imtihandalar ve daha çok sahip olmak için herşeylerini kaybediyorlar. Artık onlar için Cumhuriyet ve laiklik, gelecek kuşaklarına bırakacakları bir kimlik. Şimdi yaradan aynı imtihana, kendini dindar olarak tanımlayan sizleri, Gucci, cip, Rolex ve türbanlarınızla çağırıyor. Peki bu sınavdan siz nasıl çıkacaksınız ? Sakın yaradanın huzuruna onlarla aynı kimlikle çıkmayın !

Pazartesi, Aralık 17, 2007

Turkcell'in Sadakati

Pazarlamada yeni trend müşteri sadakati. Sadakat yani sevgi. Ya sadık müşteriler bulacaksınız ya da müşterilerinizi sadıklaştırabilecek yatırımlar yapacaksınız. Düşünsenize bir markanın yöneticilerinin "...müşterilerimiz bize seviyor " tonlamasını. Bu tonlama ne kadar güvenilir ve gerçek ise sevginin uzun süreli olması da o kadar mümkün ve inandırıcı olacaktır. Unutmamak gerekir ki sürekli olacak iyi bir anlaşma müşterinin, ödediği bedelin üzerinde hizmet aldığını düşündüğü anlaşmadır. Yani üç gün sonra acaba ile başlayan soruları sormadığı bir anlaşma.



Müşteri sadakati yatırımını yapmadan önce sorulması gereken en temel soru, müşterinin size olan sadakati ile sizin ona olan sadakatinizin arasında nasıl bir ilişki olmasını istediğinizdir. Bu ilişkinin güvenilir şeffaf (açık) ve karşılıklı kazanma üzerine inşa edilmesi gerekir. Karşınızdakini kendinize şu veya bu şeklide bağlayıp cebindeki bütün parayı almayı planlamanızın artık aptalca olduğunu ya kabul etmelisiniz ya da müşteriniz tarafından tamamen terk edilmeyi göze almalısınız. Tıpkı benim geçen hafta Turkcell'i terk ettiğim gibi. Oysa Turkcell ile tanışıklığımız onun doğumu ile başlamıştı. Bugüne kadarda 2 faturalı, 4 konturlu hattımla onun en sadık müşterilerindendim. Ama son dönemde yaşadıklarım, beni bir başka GSM şirketinin 3 faturalı hattının sahibi yaptı. Çünkü aldatıldım. Sadık müşteri sadakati tek taraflı bir kazıklama operasyonuymuş.Devamı sonra...

Çarşamba, Aralık 05, 2007

Tehlike Bir Tehdittir

"Türban Nefreti, Nefret Türbanı" Türban siyasal bir simge olmaktan çıkıp bir nefret simgesi haline mi dönüşüyor ? ...Kızıl Bayrak gazetesi satan kızın başında türban var. Yani komunizmin sembolü ile siyasallaşmış dinin sembolü aynı kızın üzerinde birleşmiş. Yani iki radikal inanış bir araya gelmiş....Burada beni daha da fazla rahatsız eden bir şey var. Kızın yüzündeki nefret ifadesi... Dünya orak çekiç ile türban ittifakını son defa 1979 yılında İran'da görmüştü...Sonunda...türban orak çekici tasviye etmişti...Bir inanç sembolü, nefret sembolü haline dönüşüyorsa, çok tehlikeli bir dönem başlıyor demektir. Ertuğrul Özkök/Hürriyet

Ertuğrul Özkök Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni olduğu için ne yazarsa yazsın mutlaka okunmalıdır. Görüşlerine katılmak zorunda olmayabilirsiniz, ondan nefrette edebilirsiniz ama ülkemizin en güçlü ticari gazetesinin en tepesinde hemde sosyolog bir yazar olarak oturduğu sürece ve bu gücün çok farkında ve de bunu kullandığı sürece okumalısınız.

Örneğin bu yazısında iki tehdit var. Ya gerçekten dediği gibi AKP İktidarı döneminde birileri tarafından sahneye konulan ve yakın gelecekte memleketi bekleyen çok çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyayız, ya da Ertuğrul Özkök hükümet başta olmak üzere tüm memleketi tehdit ediyor... Sizce hangisi... ?

Köşerler üzerine

Memleketi hala bir buçuk medya yönetmeye hükümet ise yönetimi onlardan devralmaya çalışıyor. Geçmiş hükümetlerin başaramadığı acaba bu hükümet başarabilecek mi ? İnşallah...

Bu ülkede gazeteciler (köşer*ler) olumsuz eleştirilmekten yada değerlendirilmek hiç hoşlanmazlar. Olumsuz eleştirilmeyi görev sayarlar ama olumsuz eleştirilmeyi kaldıramazlar. Yani paranoyaktırlar. Şarkıcı ve mankenler gibi medya sürekli onları yazsın isterler. Yani ikinci veya arka sayfa güzeli olmak gibi. Sürekli birbirlerini okurlar. Yani kim kime takmış, ne demiş, ben kime takabilirim gibi. Burunları iyi koku aldığından ertesi gün memleket ne konuşacak bilirler ve çorbada benimde tuzum olmalı misali aynı konuyu yazmaktan çekinmezler. Gerçi içlerinde her zaman daha akıllıları çıkar ve onların yazdığı yazmak yerine yeni gündemler bulur yazarlar. Haber atlama korkusuyla önyargılıdırlar. Sayfa baskıya girene kadar ne topladılarsa o, gerisi senaryo misali. Dilin kemiği olmadığı için birgün önce söylediklerinin arkasında durmak zorunda hiç hissetmezler kendileri. İnavasyon çağında, çevrimiçi mecranın payı hergeçen gün artarken, develer pire, pireler deve iken, ben babamın beşiğini tıgır-mıngır sallar iken ...

Salı, Ekim 02, 2007

Karalamalar-1 "Geçmiş zaman"

Geçmiş zaman
ne çok şey yaşamışız
gözyaşlarımız bekliyormuş yıllardır meğer

Geçmiş zaman
ne çok sevmişiz
nelere katlanmışız korkusuzca hem de
o kadar sevgiden bugüne kalan
sadece anılar olacakmış meğer

Geçmiş zaman
kaderle tanışmamışız
hep değiştirmek istemişiz
yanlışları
doğrularımız o gününmüş meğer
anılar bugüne kalan

Geçmiş zaman
sadece inançlarımız ve kitaplarımızla yaşamışız
sesimizi duyurmak için
yüksek sesle konuşmuşuz hep
çocuklarımızla bu kadar çok konuşmamız
ondanmış meğer

Geçmiş zaman
bir pantalon bir gömlek
bir de karnımız doyunca
memleketi kurtarmışız meğer

Geçmiş zaman
Süleyman, Bülent,Necmettin, Alparslanlarla
ne çok yaşamışız meğer

Geçmiş zaman
o anı yaşamışız hep
bugünleri hatırlayamadan
ama o an bizi bugünlere taşıyan

Geçmiş zaman
ne kadar sevmişiz memleketi
aynı amaç uğruna
birbirimizi öldürmüşüz meğer

Geçmiş zaman
ne kadar ciddiymişiz
hüznü ve mutluluğu
bugüne bırakmışız meğer
iki damla gözyaşı biraz tebessüm
bugüne kalan

Ağla gözlerim
gül dudaklarım
hatırla sevgili
ne varsa dünden kalan

Geçmiş zaman
bugün geçmişi hatırladık
ama aynı değilmiş meğer...

İstanbul, 29 Eylül 2007, 00:25 "Hatırla Sevgili" sonrası

Karalamalar-2 "Nazlı Kıza"

Sana hep o şiiri yazmak istedim
Sezen onu şarkı yapsın
O kırmızı elbisesiyle Candan söylesin
O konsere seninle birlikte gitmek istedim
Sonra Candan başlamadan şarkıya
Hikayesini anlatsın ve
benim senin için yazdığımı o söylesin istedim
sonra biraz tebessüm, birkaç damla gözyaşı
şarkıdan sonra
hadi kalkalım artık
çocuklar evde yanlız...

Karalamalar-3 "Yarım Kalan Şarkı"

"Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak, ikimizinde saçları ak..."
Ne zaman bu şarkıyı dinlesem; İlkokul beşte, Yıl sonu sergisi, nöbetçiydik onunla
Esnaf çocuğuyduk ikimizde , babası marangozdu o zaman, aşağı mahallede,
İşsever bir kızdı birazda serpilmiş
Bir kağıt vardı elimde, kağıtta şarkı sözleri,
İlk aşkımdı o benim,
Ama bir ayrılık şarkısı seçmiştim, duygularımı anlatan,
O zaman kızmıştım kendime,
Ama bir daha hiç karşılaşmadık gerçekten,
Onu bilmem ama
Ben, her dinlediğimde bu şarkıyı
Yarısından sonrasını dinleyemem...

Büyüklerimizden Mesajlar-1

Bilgin grubundan ikinci büyük pazar payına sahip bir medya grubunu on yıl vadeli yaklaşık 500 milyon dolara alan Ciner Medya Grup Başkanı Kenan Tekdağ'ın Turkish Time dergisinin son sayısına verdiği röportajdan
1"...Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, Sabah ve ATV bugün konuşuluyorsa ve satışa sunulabilmişse, bu kadar alıcının ismi ortada dolaşıyorsa, milyar dolarlık değerlerden bahsediliyorsa, bunu yaratan biziz. 2002’de Sabah gazetesi üç gün sonra çıkabilecek olanaklardan tümüyle mahrumdu. Televizyon ise RTÜK ödemelerini dahi yapamaz, bütün programlarını kaybetmiş haldeydi. En fazla bir ayda bu noktadan bugün Türkiye’nin ikici büyük medya grubu noktasına geldi ve milyar dolarlık bir satış rakamından bahsediliyor. Bu tamamıyla Ciner Grubu’nun yarattığı bir değerdir. İlgili herkes tarafından da kabul edilir, kabul etmeyenler olursa o da onların vicdanıyla ilgili bir meseledir. ..."
Bu yoruma iki mecranın son beş yılki reklam gelirleri de açıklanabilirse sonuna kadar katılmak gerekir.
2"...Medya endüstrisi dediğimiz zaman aslında bahsettiğimiz şey reklam endüstrisi. Türkiye’de iki milyar dolarlık bir reklam pazarı var...Türkiye, kişi başına düşen reklam harcaması (18 dolar )ile OECD ülkeleri arasında en düşük reklam harcamasına sahip ülke..."
18 dolar eşittir, reklam geliri bölü ülke nüfusu ise cevap: 2 milyar dolar bölü 70 milyon eşittir 28,6 dolar olmalıydı. Sanırım dergi tapaj hatası yaptı.
3"...Şu anda iki tane yazılı basın dağıtım ağı var. Bunların yeterli olduğunu düşünüyorum. Zaten yazılı basın dağıtım ağı, çalışması gerektiği gibi yasal gereklilikler doğrultusunda çalışacak olursa, yeterlidir. 3’üncüsüne gerek yoktur. Biz altyapı yatırımlarının tamamını kendimize ait olarak inşa ediyoruz..."
Şu an ülkemizde büyük üç tane medya dağıtım ağı var. Yaysat, Merkez ve Feza

Pazartesi, Eylül 03, 2007

Cumhur'un Medyası-1

Türkiye'de medya, daha ne kadar görev ve sorumluluklarının dışında yazmaya ve yaşamaya devam edecek ? Bu konuda birincil sorumluk sahibi olanlar ise malesef medya patronları değil, onların seksen öncesi siyasi geçmişleri ile övünen yöneticileri. Onlar ki ; bu ülke de iki normal, bir e-devrim görmelerine rağmen dünyalıkları için daha çok şey görmeye yaşamaya hazır kişiler. Bir sivil toplum örgütü bile kuramayan içinde aktif görev alamayan yöneticiler. Düzeysiz sözlerine hergün bir yenisi ekleyip sonra da kendilerini cumhur'un dokulmazlığı olan entellektüelleri ilan edenler. Cumhur'u bilgilendirmek, güncellemek yerine o'nu, ne istediğini bilmeyen ve yönetilmesi gereken olarak görenler. Daha eğitimli, sosyo ekonomik düzeyi yüksek ve ekonomisi güçlü bir ülke olmak için uğraş vermeleri gerekirken hergün patronlarını önce birinci sayfalara taşıyıp sonra da aklanmaya çalışanlar.
Bir ülke medyası kadar güçlüdür. Bu ülkede medya sahiplerinin bu çok değerli (!) yöneticileri olmasaydı, bugünleri böyle mi yaşardık ? Seksen sonrasında medya sürekli el değiştirirken bu çok değerli yöneteciler aynı kalmasaydı Cumhur'un medyaya güvensizliği bu kadar yüksek olur muydu ? Cumhur o kadar sorununu çözümünü yerli dizi ve magazin programlarında arayıp, promosyonuna gazete alırmıydı ?
Özelleştirmeler ve TMSF'in görevi bitince medyanın da normale döneceğini savunanlar artık bu yönetici ve yöntemlerinin tarih kitaplarında yerini almadıkça hiçbir şeyin normale dönmeyeceğine daha çok inanmaya başladı. Ama bu, Cumhur'un medyasını, medyası da Cumhur'unu tanımadığı gerçeğini hala değiştir-e-miyor. Ama genç cumhur'ların inançları ile daha çok okuduğunu, sorguladığını ve STÖ'ler içinde daha fazla sorumluluk aldığını görüyor ve biliyoruz. Bu da bize Cumhur'un çocuklarının yeni dünyaya bakışları ile yakın gelecekte çok şeyin değişmek zorunda olduğunu söylüyor. Allah bizim için herşeyin rızası ile hayırlısını versin. Çünkü yaradan affediyor ama yarattıkları affetmiyor. Bugünlerin hesabını onlara nasıl vereceğinizi düşündüğünüzü umarım. Allah yardımcımız olsun ?

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Gülen Cumhurbaşkanı

"Türkiye Cumhuriyeti'nin 11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün adaylığının ilk açıklandığı günden dün seçilmesine kadar geçen medya sürecini normal karşılıyorum. İyimser tarafından bakıpta zaman zaman ülke gündemi Abdullah Gül ile ilgili gereksiz yere sanal konularla meşgul edilmiş olsa da ben bu sürecin bütün taraflar için hayırlı olduğunu düşünüyorum. Bugün basında çıkan haberler ve köşe yazarlarımızın konu ile ilgili yorumlarını okudukça aleyhte olanlarının daha ılımlı, lehte olanların ise beklenenden biraz daha fazla duygusal davrandıklarını görüyoruz. Sabah ve Zaman habere tam sayfa yer vererek duygusallıklarını birazcık belli etselerde, Milliyet'in de onlarla benzer başlık kullanması oldukça dikkat çekiciydi. Hürriyet'in ise -11.Cumhurbaşkanı Ve Ettiği Yemin-manşeti ile sanki belli bir süre sonra tekrar gündeme getireceğinden emin olduğu bu konuyu birinci sayfa yapmıştı..." gibi yazı yazanlara neden rastlamadık hiç...Bizim medyamızın gerçeği neden hep aynı olmak zorunda ?

Cuma, Ağustos 24, 2007

Köşerler ve Yöneticileri-1

Bir ülke medyası kadar güçlüdür. Bu iddiayı yıllar önce ortaya attığımda bir çok olumsuz tavırla karşılaşmıştım. Oysa bugün ne kadar haklı olduğumu bir kez daha görüyor ve o günkü gibi yine üzülüyorum. Medyanın gündeminden siyasi ve sportif olayları çıkarsanız geriye bir elin parmakları kadar az haber konusu kaldığını görürsünüz. Bugün mangalda kül bırakmayan birçok gazete köşerimiz* ise kaleden kaleye şahin uçurarak, ah ile vah ile okurların ömürlerini kısaltarak, okurun ekmek parasından kendi ekmek parasını çıkartmaya devam ediyor. Ülkemizin daha güçlü olabilmesi için gerçekten hükümet ile köşerler, köşer ile köşerler arasında seviyesiz üsluplarda ve sanal konularda daha ne kadar ülke gündemi meşgul edilecek. Ey Allahım yıllardır kendi çalıp kendi oynayan bu orta oyununa daha ne kadar katlanmamız gerekiyor. Acaba neden böyle bir sınavdan geçiyoruz ?
İşte son gündemler "... ise Türk vatandaşlığında çık, ... Arabistan çölüne açıl demiş. Kürtler Türkmen, Kürt Aleviler Ermeniymiş. Herkes kendi gibi olmazsa barış olmazmış. Çorumdaki Talibanlar tarihi eser kaçakcısıymış. " Dilin kemiği yok ya şimdi mikrofon uzatsanız, bu konuların bir ülke için ne kadar önemli olduğunu akla hayale gelmeyen ne örneklerle ve hangi edebi cümlelerle anlatırlar.

Sevgili köşerlerimiz ve onların yöneticileri, ülke medyasının olmazsa olmazları, canlarımız ciğerlerimiz ; bildiğiniz gibi ülkemizde kişi başı gelir altı bin doları geçti ama hergün, hatta yıllık izne bile çıkmadan, yazdığınız, gazetelerin satışları promosyonla toplamda hala beş milyon üçyüz bin. Gündeminizdeki konu ve haberlere kalsa belki de üç milyonlu günlere geri döneceğiz. Medya Sahiplerini bu ülkede promosyonla siz tanıştırdınız, patronlara tiraj sözü verip sayfaları köşerlerle siz doldurdunuz, Hükümet, Meclis, Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay arasındaki sanal konuları siz ortaya attınız, bunları köşerlerinize konu diye verip aralarında günlerce siz tartıştırdınız. Ülkeye bu kadar bayrak direğini siz diktiniz, sonrada milliyetçilik tehditi deyip haber yaptınız. Ülkeyi e-muhtıraya götürüp, sonrada darbeye karşıyız diye günlerce okurun önünde kendinizi aklamaya çalışıp, askeri vatandaşı ile karşı karşıya bıraktınız. Bu memleketi dosta düşmana siz haber yaptınız. Ertesi gün o haberleri birinci sayfalardan verip başarı diye siz övündünüz. Bir ülkenin ekonomisinin güçlü olabilmesi için medyasının güçlü olması gerekir. Oysa hala reklamveren yöneticilerine habere göndereceğiniz ev ödevini yapmış doğru soru soracak uzman muhabirimiz bir elin parmakları kadar az. Kamuoyu araştırmaları gelecek neslin gazete okumadığını, televizyon seyretmediğini haber ihtiyacı için ise başta internet siteleri olmak üzere alternatif mecra arayışları içinde olduklarını ve ihtiyaçlarını bir şekilde karşılamaya çalıştıklarını gösteriyor. Ben de derslerimde öğrencilerimden bunun teyidini alıyorum. Yani müşteri tarafsız ve güvenilir bilgi ihtiyacı için kendine çıkış yolları arıyor ve buluyor. Internet olmasa minternet o da olmasa peoplenet bulup ihtiyacını karşılıyacak. Medya sahiplerimiz ise üç kuruşa ürün değiştirebilen müşteriyi, biraz daha erişim yani reklam geliri için promosyon ile kendi mecrasında tutmaya çalışıyor.

Sevgili ciğerimizin köşeleri üzüm yemek için bağcıyı dövüp sonra da bağcı üzüm vermiyor diye şikayet ederek buna da haber diyerek daha ne kadar bir gün ağlayacak bir gün dayılanacaksınız ? Unutmayın geçer zaman, diner bu yağmurlar, patronlarınız müşteri ve reklamverenleri ile yine başbaşa kalır. Oysa siz elinizde birkaç kitap ve yanınızda götüremiyeceğiz kadar paranızla tarihe sadece madara olursunuz

İstenilen biraz güven, biraz uzmanlık, biraz tarafsızlık, doğru bilgi ve doğru marka pazarlama hepsi bu. Emin olun böyle hem maddi hem de manevi kazanırsınız.




*Köşer: Köşe Yazarı

Perşembe, Şubat 01, 2007

A Kategorisi Meslek Şehitleri

Ertuğrul Özkök "A Kategorisi Cinayet Kurbanları" başlıklı bugünkü yazısında, hepsininde sol eğilimli olduğunu ve çok beğendiğini belirttiği iki arkadaşına ve bir de arkadaşının oğlu köşe yazarına; düşünceleri veya yazıları nedeniyle öldürülen cinayet kurbanlarının isimleri sayarken, neden rahmetli Çetin Emeç'in ismini unuttuklarını soruyor, sorguluyor. "Acaba bu ülkede herkes sadece kendi ölüsüne mi ağıt yakıyor ? Acaba bu ülkede A kategorisi cinayet kurbanları mı var ?" diye soruyor. Rahmetli Emeç'in koltuğunda bugün kendisinin oturduğunu belirterek, kollektif unutkanlık ve ihmalin kendisini üzdüğünü belirttiyor. Rahmetli Emeç'in sadece ve sadece yazdığı yazılar yüzünden dini fanatiklerce öldürüldüğünü belirterek tekrar soruyor, "Eğer kendi kendinize bir A kategorisi meslek şehitleri sınıfı yaratmadıysak, Çetin Emeç'i hiç unutmamalıyız." diyor. Evet Çetin Emeç'i ve bu ülkede düşüncesi veya yazdıkları nedeniyle öldürülen hiçbir Allahın kulunu ve öldürülme amaçlarını hiç ama hiç unutmamalıyız.
Can Dündar,Hikmet Çetinkaya ve Örsan K.Öymen'ın yazılarından alıntılar yaptığı bölümler öncesinde "Eminim bu yazıda size yadırgatıcı gelen bir şey yok." diyerek bizleri sosyolojik açıdan kendinden farklı bir yerlere konumlandırıyor olsa da; bu yazının bendeki aşağıdaki sorusal yansımalarını sizlerle de paylaşmak istiyorum;


  • Bu A kategorisi SES'teki AB,C1,C2,D ve E deki "A" mı ?
  • Osmanlı'nın son döneminden beri "biz" olmaya çalışan bir ülkede, onca ihtilale, tecrübeye ve şu anki problemlerimize rağmen neden şimdi yine "siz" iz ?
  • Neden bu "siz"i, aydın/entellektüel gibi kendine özel sıfatlar takma isteği duyanları söylüyor ?
  • Kim bugünkü entellektüellerimiz ?
  • Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk dönemindeki Fransız ekolü entellektüel mi ?
  • Ertuğrul Özkök'ün Hürriyet'te olması dünkü görüşlerinin olduğu cemaatten aforoz edilmesi için yeterli mi ?
  • Hem solcu, hem entellektüel, hem de Hürriyetçi olunamaz mı ?
  • Hürriyet'in durduğu yer mi yoksa Genel Yayın Yönetmeni'nin durduğu yer mi ?
  • Dinli ve dinsiz fanatiklik ne demek ?
  • " Türkiye Türklerindir. " ne demek ?
  • Hırant Dink'te solcu mu ?

Bu soruları sorarken aynı zamanda bir saptamada da bulunmak istiyorum; Millward Brown'ın yakın tarihte yaptığı bir araştırmada AB ses'teki gazete okurlarının "Gazetelerinden oldukça memnun olan ama yine de geliştirilmesi gereken konular var" diyenlerin oranı yüzde 41. Bu hiçte küçümsenemiyecek bir oran biliyorsunuz. Bu kesimin yüzde 85'i ise gazeteleri, haber kalitesi zayıf( % 33), çok magazinli (%28), taraflı(12) ve zayıf içerikli(12) buluyor. Bu nedenler yeni duyduğumuz şeyler değil biliyorsunuz. Sürekli duyduğumuz ama bir türlü çare bulun-a-mayan konular.

İnsanın vermediği canı alacak kadar insanlıktan çıktığı bir ortamda Can Dündar, Hikmet Çetinkaya ve Örsan K. Öymen gibi beğenilen önemli köşer'lerin* kimsenin babasının malı olmayan köşelerinde hala duygu selleri içinde bu tür yazıları yazdıklarını düşünüyor ve üzülüyorum. Ama Ertuğrul Özkök'ün bu konudaki düşüncelerini yazmak yerine telefonda kendilerine söylemesinin sosyolojik ve antropolojik açıdan daha etkili olmaz mıydı dersiniz ?

*Köşer: syndicated columnist/newspaper columnist