Salı, Kasım 30, 2010

International Herald Tribune launches news apps

The International Herald Tribune (IHT) has rolled out its first news apps for the iPad and iPhone, which will initially be free with sponsorship by Cartier.




The New York Times Company-owned newspaper, which combines content from its own correspondents with that of The New York Times, will be offering free access to its content on both apps for the rest of the year. 

The apps, which are available from the iTunes app store today (29 November), echo the design of the paper. It has a "latest news" section, featuring stories from globalnytimes.com as they break throughout the day. Other sections include world news, culture and style, sport, views and business with Reuters.

Additional features include a "Day in Pictures" slideshow, video content from global.nytimes.com, a world weather tool and the ability to share content via social media platforms such as Twitter and Facebook.

The apps will be available in all 180 of the countries in which the Paris-based IHT is on sale.
The IHT will start charging for the apps in 2011, but has not confirmed pricing details.

A spokeswoman for IHT said it had advertisers lined up for the New Year, when it will start charging for the app, but was unable to disclose details.
The IHT had a UK circulation of 9.341 in 2009.

Source: http://www.mediaweek.co.uk/news/bulletin/mediapm/article/1043894/?DCMP=EMC-MediaPMBulletin

Pazartesi, Kasım 29, 2010

Uzmanından "3 Büyüklere Kılavuz"

Spor deyince insanın aklına ilk önce kendi tuttuğu takım gelir. Eğer bir de takımının fanatiklerinden birisiyse  en değerli hazinesi olan deneyim ve tecrübelerini takımın yönetimine ücretsiz sunarsınız ama yönetimde olmadığınız için işe yaramaz. Ancak küreselleşen dünyamızda kopan fırtınaların arasında sosyalleşmeye çalışırız.  Karşılıksız vermekten ve almaktan bahsederiz. Oysa ücretsiz uzman akıla duygusal der "kuru bir teşekkür" bile etmeyiz. Belki de nefsimiz, cümlelerin arasında takılır vazgeçeriz. Oysa taraftarlık duygusal ve karşılıksız değil midir ?

Çocuklarımıza "bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp" tan başlarız. "Ben" değil "Biz" demesini öğretiriz. Başarı için doğru insanları bulup, onlarla arkadaş olmalarını ve onların önerilerini mutlaka dinlemelerini öğütleriz. Ama yönetimimizdeki bir spor kulübünü uzman kılavuzlarla değil, babamız, eşimiz, dosttumuz veya hatırı sayılır arkadaşlarla yönetiriz. Başarılarda gururlanırız ama başarısızlıkta uzman kılavuzlarımızda olmadığı için nasıl ders çıkartılır bilemeyiz. Taraftar tek bildiği başarısızlık sloganı olan "yönetim istifa" diye bağırır, öküzün altındaki buzağıyı arar olmasa da bulur sonra hırslanırız.

Oysa ne hikmetse, kendi şirketimizde markalaşmanın kurumsallaşmadan, kurumsallaşmanın da yine markalaşmadan geçtiğini pekiyi derecede biliriz. En iyi pazarlama, marka, reklam, ... uzmanları ile çalışmak isteriz. Bu konuda onların en ekstradan bütçelerini kabul eder ama yüksek pazar paylı hedefler koyarız. Ama sporda zaten 3 büyükten biri olunca, ister istemez her yıl, en kötü ilk üçte yer almayı da bir başarı olarak değerlendirilmesini isteriz. Ama artık durum değişiyor gibi...

Geçen yıl Bursa ile başlayan, bugünde Trabzon ve Kayseri ile devam eden ilk üçteki değişim, en fazla 3 büyüklerimizi tehdit eder hale geldi. Yüksek bütçeli modern stadlı (gerçi Beşiktaş'ın hala yok ama olsun, projesi var) yöneticilerimizi medyaya yansıyan görüntülerinde artık daha endişeli görüyoruz.

3 Büyük Kulübümüzün Pek Muhterem Yöneticilerine geç kalan endişelerini için  sevgili marka yönetim danışmanı Güven Borça'nın Marketing Türkiye'nin son sayısındaki yazısını bir hafta boyunca sabah aç karnına okumalarını öneriyorum. 

"3 Büyüklere Kılavuz" adlı yazısını bulmakta zorluk çekmemeleri içinde aşağıda paylaşıyorum. Bu kez ben söylemiyorum. Güven Borça söylüyor. Kim olduğunu hala bilmeyenler için google ismini yazmaları yeterli. Ama yazının yararlarını daha fazla hissedebilmeleri için benim tek bir önerim var. O da özellikle sabah kimseyle konuşmadan aç karnına okumaları. O kadar... Bugünkü noktaya var olan kılavuzları ile geldiklerine göre onların Borça'nın madde madde saydıklarına da bir cevapları mutlaka olacaktır eminim. Ama taraftarın da onlarla aynı yere gitmesini ve desteklemelerini beklemiyorlardır umarım...






3 Büyüklere Kılavuz 

Bu köşede sporda markalaşma konusunda kaç yazı yazdım. İhtimal ki büyük kulüp yöneticilerinin hiç dikkatini çekmedi. Çünkü bildikleri yönetim tarzıyla ortalama üç senede bir şampiyon oluyor, olamadıkları yıllarda da ya hakemleri suçluyorlar ya da teknik direktörü gönderiyorlardı. Pazarlamayı da esas itibariyle lisanslı ürün satışı olarak görüyorlardı. Yine yıllardır medyada da herkes bir marka değeri hikayesi anlatıyor ama aslında neden bahsedildiğini kimse anlamıyordu. Bir yol gösteren, örnek olan yoktu. Kimsenin derdi de değildi.
Ancak Anadolu takımları bu zaafı görüp son üç yılda oyuna ağırlığını koyunca "büyükler" için çıtayı yükseltmek kaçınılmaz hale geldi. Bizim önerilerin dikkat çekme ihtimali şu sıralar daha yüksek.  Yapılması gerekenleri bir kez daha yazıyorum; adım adım ve açık açık:

1. Öncelikle kapsamlı bir taraftar araştırması yapacağız. Kimiz, neyiz, nasıl farklılaşıyoruz, bizi rakiplerimizden ayıran temel değerler ve motivasyonlar neler? Tüketicilerin dünyasına derinlemesine girerek bu duyguları deşeceğiz. Anadolu takımlarının itici gücü belli; O şehirde doğmak veya yaşamak. Trabzonlu, Bursalı, Eskişehirli olmak zaten ayrıştırıcı bir şey, üzerine o kente ait bazı değerler de binince kimlik netleşiyor. Ama ortalama Galatasaraylıyı Fenerliden ayıran nedir? Lisenin de semtin de anlamı kalmadı. Bunlar artık ülke sınırlarını aşmış milyonlarca taraftarı olan markalar. Gerekirse aralarındaki küçük farklar derinleştirilerek farklı marka kimlikleri şekillendirilecek. Ayrıştırılacak. Taraftarın duygusal motivasyonunu artırıcı önermeler geliştirilecek.

2. Faaliyet alanımız ne kadar geniş; Hangi spor branşlarında yerel ve global hedeflerimiz ne olmalı? Hepsine saldıracak mıyız yoksa belli alanlar odaklanacak mıyız? Odaklandığımız branşlarda hangi tüketici kütlesini kapsayacağız? Sonra hangi işlerde var olacağız? TV, radyo, mağaza, restoran ve otelimiz olacak mı? Hangi ürünlerde lisans kullanımına izin vereceğiz, neden?

3. Çekirdek hedef kitlemiz kim? Kimi maça getireceğiz, kime televizyonla, kime internetle, kime cep telefonuyla ulaşacağız. Hangi mecrada hangi mesajı vereceğiz. Kime eşya satacağız? Bu insanlar kaç kişi?

4. Yurt dışı markalaşma ve iletişim hedeflerimiz neler? Konumlandırmamızda global bazı hedefler, dokunuşlar olacak mı? İslam dünyasında, Asya'da, Balkanlarda spesifik hedeflerimiz var mı ve buralarda nasıl örgütleneceğiz?

5. Vaadimiz, mesajımız, kimliğimiz, kişiliğimiz ne? Bunları uzun uzun tartışıp Markod gibi dokümanlara dökeceğiz. Tüm iş ortaklarıyla bu stratejik dokümanları paylaşacağız, eğitimler yapacağız ve bunların içselleştirilmesini sağlayacağız.

6. Marka tarzımıza göre bir takım oluşturulması için teknik ekiple istişare yapacağız. Hatta ideali marka tarzımıza uygun bir teknik direktör alınmasına sebep olacağız. Altyapıya dayalı bir kolej takımı görüntüsü mü vereceğiz yoksa keyifli futbol oynayan bir yıldızlar kadrosu mu? Hırs mı öne çıkacak eğlence mi, bireysellik mi paylaşım mı?

7. Görsel kimlik, logo, amblem, semboller geliştireceğiz. Ülkenin önemli moda markalarına çalışan tasarımcılarıyla çalışıp yeni formalar tasarlayacağız. Gerekiyorsa logoları, sembolleri revize edeceğiz. Alternatif renkler deneyeceğiz. Sıradanlıktan kurtulacağız.

8. Slogan, müzik, söylemler geliştireceğiz. Serdar Ortaç'a, Ömer Ahunbay'a sağlam brief'ler verip müzik ısmarlayacağız. Yapılan işleri taraftarlara birlikte okuyup test edeceğiz. Stadyumlarda tüm taraftarların mehter marşı söylemesinin ya da "lay lay lay lay lay lay lay lay lay laaaa ooo bilmemne" demesinin önüne geçeceğiz. Sözlerimiz marka vaadimize uygun olacak.

9. İletişim noktalarını ve sözcüleri belirleyeceğiz. Anahtar sözcükleri tespit edeceğiz ve iletişimi onlar etrafında kurgulayacağız.

10. Otobüsümüzü, stadyumumuzu, antrenman sahamızı, basın toplantısı yapılan alanı marka kimliğimize uygun olarak giydireceğiz. Sadece kulüp renkleri değil, sembolleri, söylemleri, metaforları vurgulanacak.

11. Uygulamada profesyonel iş ortaklarıyla çalışacağız. Düzenli bir reklam ajansı, PR şirketi ve medya planlama şirketimiz olacak.

12. Markadan sorumlu bir profesyonel ekip kuracağız. Bunlar sadece lisanslı ürün ve bilet satışı için değil, öncelikle yukarıda belirlenmiş marka değerlerinin korunması ve hayata geçirilmesi için çalışacak. Bütün markasal meseleleri onlar çalışıp yönetimin onayına getirecek. Yönetimden bir iş adamı ürün veya tasarım çalışıp gelmeyecek. Herkes haddini bilecek.

13. Futbolcular için koçlar, imaj danışmanları, psikologlar istihdam edeceğiz. Çocuklara giyinmeyi, konuşmayı, poz vermeyi öğreteceğiz.

14. Taraftar eğitimleri yapacağız. Taraftar gruplarını organize edip onlar için de marka çalışması yapacağız. Birlikte bir marka mimarisi kurgulayacağız.

15. Medya ilişkilerini profesyonelce yöneteceğiz. Başkanın şahsi ilişkileri veya sevgi/nefreti üzerinden ilişki tesis etmeyeceğiz.

Ve tüm bunların maliyeti bu sene aldığınız vasat bir futbolcunun maliyetini aşmayacak.


Güven Borça / Marketing Türkiye
Kaynak: http://www.marketingturkiye.com/yeni/Yazarlar/Yazar_Detay.aspx?id=948

Perşembe, Kasım 25, 2010

Sosyal Sorumsuzluk Projeleri ve STK’lar...


Yıllardır göz ardı ettiğimiz insan olmanın sorumluluğunu yani sosyal sorumsuzluğumuzu şimdi sosyal sorumluluk adı ile yeniden pazarlıyoruz. Dünyamızı bir tüketim toplumu haline getirdikten sonra kaynakların sonsuz olmadığını, başarının ve mutluluğun parasal zenginlikle elde edilemiyeceğini öğrendik. Ayrıca daha fazla pazar payı kazanabilmek için ise tüketici gözündeki yerimizi hep alan değil insanlık yararına karşılıksız vermeyi bilen olması için uğraşıyoruz.

Gelecek yüzyılların ismine, pazarlamasal ve medyatik ne isim koyarsak koyalım ama şunu kabul etmek gerekir ki, 7,5 milyar insan, dünya isimli gezegende, yüzyıllardır birarada sosyalleşmeye çalışıyoruz. G8, G20 değil G199 da olsak sorunumuz aynı. Artık küresel sosyalleşme istiyoruz. Bunun içinde sosyal sorumluluk projelerine kaptırdık gidiyoruz. Aynı zamanda STK’lar kuruyor, insanlığın ve dünyanın yarınlarını kurtarmak için çalışıyoruz. Her an yeni bir STK kuruluyor, sosyal sorumluluk proje dosyaları havalarda uçuşuyor. Herkesin bir projesi var. Siz yeter ki ilgi gösterin.

Bireysel Küreselleşme ama süper ego’lu...

Bugünü, günümüz teknolojisi ile "bireysel küreselleşme" diye isimlendirebiliriz. Ama "bireysel" kelimesinin süper egolu bir kelime olduğunu da unutmamak gerekiyor. Belki de bireysel sosyalleşmenin mümkün olmadığı bilmek istemiyoruz. Onu da yine deneyerek öğreneceğiz. Neden? Çünkü yüzyıllardır kurulan düzenleri bir anda sosyalleştirmek imkansız. Kurulu düzenlerle devam etmekte günümüz teknolojisi ile artık akıllıca gelmiyor.

Bireysel küreselleşme yani gerçek sosyal toplum insanı olmak ancak "ben" yerine "biz" diyen toplumlarla mümkün.  Çünkü bu ihtiyaç ve tanım yeni değil. Yüzyıllar öncesinden bakarsak; Tevrat'ta, İncil'de ve özellikle de Kuran-ı Kerim'de bu konuda çok şey bulmak mümkün. Bu bir tesadüf olamaz sanırım.

Tüketelim daha hızlı sosyalleşelim...

Bugün işin traji-komik tarafı ise insanoğlu hala sosyalleşmesini tükettiği markalar ile birlikte başarmaya çalışıyor olmasında. Yani daha fazla tüketerek sosyalleşmeye çalışıyoruz. Hem de bunu medyanın huzurunda yapmak istiyoruz. Neden? Çünkü süper egosumuzu hala yenememiş bir insan topluluğuyuz. Oysa tüketimin süper egoyu tetikleyen bir davranış olduğunu biliyoruz. Egosu ile problemi olan birinin “ben” ve “biz” ayrımını sağlıklı yapması mümkün mü ? Değil. Öyleyse böyle bir insanın bırakın topluma başkasına nasıl faydası dokunabilir? 

Diğer taraftan dünyanın bir çok yerinde, yüzyıllardır sessiz sedasız bu işleri yapan ve bunu da bilinmesini pek istemeyen topluluklar var ve sayıları da hızla artıyor. Oysa onları da farklı yeni bir sınıf oluşturmakla ve bizi ikna edememekle ve kazanamamakla suçluyoruz.

Biliyoruz ki, her yeni sosyal sorumluluk projesi veya kurulan her yeni Sivil Toplum Kuruluşu (STK), önce sosyalleşmesi gereken bir insanlar topluluğu olma özelliği taşıyor. Yani sosyal sorumluluk projesini gerçekleştirmeden önce o topluluk içindeki insanların sosyalleşmesi gerekiyor. Doğru veya medyatik olduğuna inandığımız bir proje veya kapısından içeri girdiğimiz STK’lar, egolarınızı terk ettiğiniz yerler olmak zorunda. Peki bunu başarabiliyor muyuz? Şimdilik deniyoruz. Bunu başarmak biraz zaman alacak sanırım. Olsun önemli olan bunun farkında olmak ve değişime kendini açık tutmak.

Dünya STK'lar Birliği’ne doğru...

Her yer STK doldu. Herkeste bir proje önerisi var. Umarım bunlar olumlu başlangıçlardır. İnşAllah düşündüğümüz sosyalleşmeyi STK'laşarak başarırız. Çünkü dünyamızın buna ihtiyacı var. Yüzde yirmilik dilimin dünyadaki gelirin yüzde seksenine sahip olmasını oluşturduğu adaletsizlik başka türlü çözülemez. Yaşanacak tek gezegen dünya ise küresel sosyalleşmeyi bir an önce başarmak zorundayız. Önemli olan gelirin nasıl dağıldığı değil ihtiyaçların karşılanması ve dünyanın herkes için adaletli, daha güvenli ve yaşanabilir hale getirilmesi. Yüzde seksenin, yüzde yirmiden daha fazla insan ettiğini unutmamak gerekiyor. Pazarlamasal bir ifade ile; tüketimin yüzde seksenini yapan bir topluluk olmadan yüzde yirminin daha fazla para kazanamayacağı gerçeği unutmamak gerekiyor. Belki de STK'ların birgün bir araya gelerek Dünya STK'ları Birliği (World Association of Civil Societies / WACS )ni oluşturabilirler ne dersiniz?   


Medyatik Sosyalleşme...

Medyada her gün haberlerini gördüğümüz veya önümüze gelen sosyal sorumluluk projelerinin amaçları her zaman aynı olmayabilir. Ama her sosyal sorumluluk projesinin arkasına bir marka koyarken dikkat etmeliyiz. Bir sosyal sorumluluk projesinin markaya katkısı kısa değil uzun dönemli olacaktır. Ama siz kısa dönemli olsun istiyorsanız bunun adına lütfen sosyal sorumluluk demeyin ve markanıza zarar vermeyin. Eğer markanızın şimdiye kadar size kazandırdıkları ile bir sosyal sorumluluk projesine karşılıksız katkı sağlıyamıyorsanız daha kurumsal bir marka bile olamamışsınız demektir.

Amacınız hem projeyi gerçekleştirmek hem de pazar payınızı artırmak ise, bunun rakiplerinizinde hedefi olabileceğini unutmayın. Her ürünle; “Bir ağaç dikiyoruz. Güneydoğu’da okul yapıyoruz. Kuruyan meraları, gölleri, kuşları, hayvanları kurtarıyoruz. Kızlarımızı okula gönderiyoruz. Yardıma muhtaç çocukları giydiriyoruz” Şiddete uğramış kadınlara koruma evleri yapıyoruz. Demek ki yakında sosyalleştik gitti" mi diyeceğiz? Ama sizin ürününüzü tüketerek sosyal sorumluluk kampanyanızın gerçekleşmesini sağlayan tüketicinizin durumunu bir kez daha düşünün. “Hangi sosyal sorumluluk projesine katkı sağlamak için acaba hangi ürünü tüketsem? Tüketmesem sosyalleşeceğimiz yok, bari biraz daha fazla tüketeyimde sosyalleşelim, güzelleşelim” demeleri mi bekliyoruz?

Sosyal Medya ve Biz Olmak...

Sosyal sorumluluk projeleri yeni bir ticari kazanç merkezi haline geldi. Sosyal Medya diye bir tanım var artık hayatımızda. Tüketici günün en az 2-3 saatini bu mecraya ayırıyor ve ona orada izinsiz ulaşılamıyor. Tüketicisini yıllardır yakından tanıdığını iddia eden büyük markalar bile sosyal medyada nasıl var olmaları gerektiğini bu işin uzmanları ile düşünerek bulmaya çalışıyor. İki tane sosyal sorumluluk projesi ile artık iş bitmiyor. 

Unutmayın sosyalleşmeyi markalar değil insanlar istiyor. Ama "markalar bu işe sponsor olsun daha fazla tüketelim, tüketelim, sosyalleşelim. Kazanalım, güzelleşelim. Dünya herkes için adaletli, daha güvenli ve yaşanabilir olsun" diyorsanız. Şimdi sosyalleşmiş ve egolarımızdan arınmış mı oluyoruz? O halde hemen bir STK’ya da üye olun veya önünüze ilk gelen sosyal sorumluluk projesinde şirket veya markanızın üniformasını çıkarıp “biz” diye başlayın bakalım!

Hayırlı sosyalleşmeler...


Bu yazı Anadolu Ekonomi Gazetesi Aralık 2010 sayısı için yazılmıştır.

Çarşamba, Kasım 24, 2010

Would Your Employees Promote Your Company?


  • 49% of information workers are detractors for their company, and only 27% were promoters. That's a net score (promoters minus detractors) of -23%. Surprisingly, this doesn't vary much with age, income, or size of company.
  • Directors, VPs, and executives are net promoters, but individual workers and managers/supervisors are net detractors.
  • Among U.S. workers, the best scores are in design, HR, and the ever-optimistic sales department. With a net score of -10%, marketers are actually more likely to be detractors than promoters for their own products. And customer service workers are among the most likely to be detractors. When your call center staff don't believe in your company, you're ripe for your own Maytag moment.
  • In case you're wondering if you should allow employees onto social networks (and trust me, you can't stop them), try this fact on: workers who use social media are among the most positive. 48% would strongly recommend a company's products and services and only 22% were detractors, for a net score of 26% -- among the highest of the groups we surveyed.
What should you do? Well, you could squeeze more work out of people, tell them exactly what to do and punish them when they don't do it, and block their access to technology. This might boost short-term profits and make you feel like you're in charge. In a recession, they probably won't quit. But they sure won't be spreading joy to your customers. Or you could spread an internal reputation that customer problem-solvers will be encouraged and highlight the workers who do it. You could empower people. Then the ideas will be coming from your staff instead of just from you. And maybe they'll be happy. You could put them in your TV commercials, get them tweeting about your products, and generating customer advocates with their enthusiasm. That's hard to do, but it's worth it.

Posted by Josh Bernoff on 11.22.10 @ 10:54 AM 

Salı, Kasım 23, 2010

Marka Beşiktaş, Kulüp DemirörenSpor…

Sayın Demirören,

Öncelikle size ve tüm yönetiminize 107 yıllık BJK için şimdiye kadar yaptıklarınızdan dolayı teşekkür ederiz. Babanız ve dolayısıyla da siz bir iş adamısınız değil mi? Öyleyse konuya öyle bir örnekle başlayalım. Halka açık büyük bir markayı yönetiyorsunuz diyelim. 15 milyon’da marka bağımlılığı çok yüksek olan bir tüketici grubunuz var. Çok şeyden vazgeçiyor ama asla markasından vazgeçmiyor. Siz bir olağanüstü genel kurul ile yönetime geldiniz.

Çok şey hedeflediniz. Fakat bugüne kadar geçen süre içinde hedeflerinizi gerçekleştirmek için yaptığınız yatırımlarla markanın sahip olduğu şirket iflasın eşiğini geldi. Başarıları parmakla sayılacak kadar az. Uzmanlara göre ise şirket iflas etti ama kağıt üzerinde markanın sahip olduğu değerleri yüksekleterek iflası ancak engelliyebiliyorsunuz. Bu arada sürekli idareci ve çalışan değiştiriyorsunuz. Aslında yönetim kademesinde şimdiye kadar kendiniz dışında herkesi değiştirdiniz ama sonuç yine değişmedi.

Soru: Markanın en üst yöneticisi olarak ne yaparsınız ?

a) Yeni medyatik idareci ve çalışanlarla yola devam edersiniz
b) Şirketin iflasını isteyip markaya daha fazla zarar gelmesin diye ismini DemirörenSpor Kulübü(DSK) olarak değiştirirsiniz
c) Markanın size ve ailenize maddi getirilerine bakar ne olursa olsun yönetimde kalmak için uğraşırsınız
d) Markanın tüm hisse senetleri toplar, şirketi satın alır çocuklarınıza miras olarak bırakırsınız
e)Benden başka herkesi değiştirdim ama durum değişmedi deyip, yönetime ilk geldiğiniz gibi bir olağanüstü kongreye gider, yönetimi başkalarına bırakırsınız

Sevgili Yıldırım Demirören,

Biliyoruz ki yönettiğiniz markanın yüksek bağımlı (heavy user)larından biri de sizsiniz. İş adamlığınız hakkında kim ne derse desin, gerçek bir iş adamı olduğunuzu öncelikle kendi çocuklarınızın görebilmesini istemez misiniz? O halde seçmeniz gereken cevap şıkkı belli. Yok eğer diğer şıklardan birini işaretleyecekseniz, iyi düşünün. Zira diğer şıkların altındaki gerçeklerle bu marka başarıya ulaşamaz. Bunu iş dünyasındaki herkes biliyor. Ayrıca siz başarılı olmak için herşeyi yaptınız. Bazı maçlarda uğur getirsin diye yerinizi bilen değiştirdiniz. Ama bu kadar olabiliyormuş demek ki. Daha fazla ısrar etmenin kimseye bir yararı olmadığı gibi zararlarını da en iyi siz yaşadınız. Hem daha yaşınız genç ve inşAllah önünüzde açık.

Kendi işlerinizde başaracak ve kazanacak çok şeyleriniz var. Artık onlara odaklanın. İnşaat, golf sahası ve diğer projelerinize daha çok zaman ayırın. Bu konuda en iyi örnek, sizden önce istifa ederek olağanüstü kongreye giden ve yerine geçtiğiniz Serdar Bilgili değil mi? Merak ettiğiniz soruları ona sorabilirsiniz.

Karar verin, taraftarı olduğunuz markaya, kendinize, çocuklarınıza ve ailenize nasıl bir gelecek hazırlıyorsunuz gerçekten farkında mısınız ? Farkında değilseniz babanıza sorabilirsiniz. Bir iş adamı olarak, büyük bir markayı böyle yöneten bir yöneticiyi ne kadar işin başında tutardı? Bunları çok duydum, ben başarılı bir yöneticiyim ve düşündüklerimi gerçekleştirmeden yönetimi bırakmam diyorsanız. O halde “Marka 107 yıllık Beşiktaş ama kulüp DemirörenSpor gibi” diyenlere ne diyeceğiz? Bu kadar borcu nasıl ödeyeceksiniz? diyenlere Allah büyük çalışır öderiz mi diyeceğiz?

Yoksa cevap “d” şıkkı mı? Ne dersiniz?

Pazartesi, Kasım 22, 2010

The Future of Advertising ... Is Still Advertising

Agency: We're reinventing advertising!
Agency: Consumers are smarter, more sophisticated, they hate being sold to.
Client: And consumers in the past liked being sold to?
Agency: Not really, but this is different.
Client: How so?
Agency: We're not going to sell the product. Instead we're going to talk about what the product can do for them!
Client: Interesting. And advertising didn't do this in the past?
Agency: It did, but we're doing this better!
Client: You don't say. What's going to be different?
Agency: We're going to be less intrusive, less in their face -- we're giving the consumer the power.
Client: Uh, uh-huh. What does that mean?
Agency: That means we'll let the consumer control the message and how they interact with the brand.
Client: OK, but how do we move product?
Agency: That's the beauty of it, you don't. It isn't about selling; it is about building a relationship with the customer.
Client: Wait a minute, wasn't that what we were paying you to do before?
Agency: Uh, yeah. But now we're going to do it better!
Client: We hope so. I still don't see that big of a difference!
Agency: We'll be able to provide real metrics as to how people are interacting with the brand.
Client: You gave us metrics before. Are you saying they weren't real?
Agency: No, they were real, but these are even more accurate. We can tell you what people are reading about your product, what they are saying, where they are saying it and how they feel about your company and product. We can track them wherever they go on the web.
Client: "Track them?" Isn't that more intrusive than before?
Agency: Not really, with the new apps, smart phones and all, people are OK with being tracked.
Client: And how is this giving them more control if we're watching and tracking them?
Agency: We watch but we don't control the conversation, the consumers do!
Client: What if they start saying bad things about us? What then?
Agency: You let them. We'll already be part of the conversation but in many cases if we have built up a loyal following, they will speak up for us.
Client: And if they don't?
Agency: Then we speak up.
Client: Okay, but how is this not advertising?
Agency: It is better than advertising!
Client: Interesting, does this mean that we will now be paying you based on results?
Agency: Uh, no.

Please.

Look, we all get it. There's so much parity in the services that we offer that it is difficult sometimes for us establish ourselves as special or different. So, we stop calling ourselves "advertising agencies." We proclaim advertising is dead or we announce that we are "reinventing" or "redefining" advertising, but are we?

I'm not sure.

One of the definitions of advertising is: "The action of calling something to the attention of the public, especially by paid announcement."
How is this definition changing? It isn't. The delivery systems for advertising are changing. They always are.

Advertising is an industry that's always in flux, always looking for new and more effective ways to speak with consumers.

It happened with radio, it happened with TV, it happened when technology allowed us to do better research, and it is happening now with digital. It is the nature of our business.

Are we doing something all that different? Because from everything I hear or read or experience, we are still doing advertising. Even in the social-media realm, clients are still paying agencies to promote their product, service or brand

If you claim that you are changing or reinventing or redefining advertising then be prepared to tell people how. Otherwise, it sounds like a lot of smoke and mirrors. Clients aren't slow. Sooner or later you're going have to do more than talk about doing things differently, you're going to have to do it.
You want to differentiate yourself from other agencies and advertising professionals, do better work -- produce better results! Offer clients creative solutions that meet their needs.

It's really that simple -- and that hard.

If we as an industry spent as much energy and time trying to deliver better work to our clients as we do talking about how we're reinventing, changing or redefining advertising we wouldn't have to say a word. The work would speak for itself.

Advertising by its definition cannot be revolutionized, redefined or reinvented. It will always be advertising.

Now, how we do advertising is a different matter.


Posted by Derek Walker on 11.19.10 @ 12:32 PM 

Cumartesi, Kasım 13, 2010

‘Basın Konseyi denilen anlamsız kuruluş’, ‘Kına’maları ve Oktay Ekşi...



‘Basın Konseyi denilen anlamsız kuruluş'

Ülkemizde 20 sektör STK’sını temsil eden Basın Konseyi; en son Oktay Ekşi’nin Hürriyet’ten istifasına neden olan yazısı sonrasında, kendi başkanının kınama cezası vermesiyle gündeme gelmişti. Bu sıralarda kendisini “yok” sayan mecralara gönderdiği “kına”ma yazılarıyla gündemde...  

Biliyorsunuz konsey, kendi ilkeleri’nin 4.maddesine* aykırı yazı yazdığı için kendi başkanına “kınama” ceza veren ilk konsey olma özelliğini taşıyor. Dünya medyasında da böyle bir örnek yok. Etik değerler üzerine kurulan ve “Daha özgür ve saygın bir medya için” çalıştığını söyleyen bir konseyin kendi başkanını ‘kına’ması ve ‘uyar’ması sanırım normal değil.
  
Biliyorsunuz konsey aynı zamanda ülkemizdeki  “Birleşmiş Milletler Danışman Sivil Toplum Kuruluşu” özelliği taşıyor. Ayrıca üyesi olduğu Dünya Basın Konseyleri Birliği’ne 25 Ekim 2010 Nepal’deki son toplantısında ülkesinde ifade özgürlüğü riski var diye bir rapor yayınlanmasını sağlayan bir konsey. İşte böyle bir konsey, kendi başkanını hükümet aleyhinde yazdığı bir yazı nedeniyle ‘kına’yarak uyarıyor.

Kendi Çalışma Kurallarına göre çalışmayan Konsey...

Peki diyelim ‘kına’ndınız veya ‘uyarı’ldınız. Herkes hata yapabilir dediniz. Ama etik değerleri en iyi başkanın bilmesi gerekmez mi? Diyelim gerekmez. Peki başkanın aldığı uyarıya vermesi gereken cevap; hakkında verilen kararın bir ceza olmadığı ve istifa etmeyi düşünmediği şeklinde mi olmalı? Diyelim olmalı. Peki bir başkan konseyden ‘Çalışma Kuralları’nda olmayan bir ‘güvenoyu’ nu niye ister? Diyelim istedi. Üyelerde orası sanki TBMM’siymiş gibi oylamaya neden katılır? TBMM’ini hiç Çalışma Kuralları dışında oylama yaparken gördünüz mü? Peki öyle meclise medyası ne yapar?

Ceza verme yetkisi olmayan, karar ve açıklamaları; kimse için borç doğurmayan, bir anlaşmanın feshi için bile gerekçe teşkil etmeyen (madde 35-36) bir konseyin başkanına güvenoyu vermesi normal mi? Diyelim o da normal. Peki konseyin Oktay Ekşi ile ilgili aldığı karar neden Basın Konseyi Sözleşmesi 11.maddesi “ı” bendi “b”si ile ilgisi olmazda sadece meslek ilkeleri 4. maddesi ile ilgili olur?

Peki şimdiye kadar aldığı bütün kararları sitesinde yayınlayan bir konsey (madde 37) neden Oktay Ekşi ile ilgili aldığı kararı sitesinde yayınlanmaz?

Kendi belirlediği kurallara göre bile çalışmayan bir konseyi ve aldığı kararları kim takar? Kim ‘var’ sayar?

İşte size son örnek: Fatih Altaylı’nın bugünkü yazısının son bölümü;

Yok hükmündeki konsey

BASIN Konseyi denilen anlamsız kuruluş, bize yine "kınama" mı ne göndermiş ( bu cümle “göndermişsiniz” ile bitmesi gerekirdi. Sanırım redaktörlerin dikkatinden kaçmış). Bakın hanımlar beyler...(Fotoğraflı Yüksek Kurul; 3’ü kadın, toplam 24 kişiden oluşuyor)  Basın Konseyi denen şey, her kimseniz, biz sizi tanımıyoruz.
(Hürriyet’te çalışırken de tanımıyor muydu acaba?) Hiçbir yasal dayanağınız yok. Hiçbir yetkiniz yok. (haksız mı? kendi kendine kurulmuş ve istediği gibi çalışan bir konsey durumunda değil mi şu anda?) Kendi kendinize gelin güvey olmuş bir durumdasınız.
Bizi kınama yetkinizi nereden, kimden alıyorsunuz?
(Kınamak için bir yerlerden yetki gerekmiyor ama olsun) Biliyorum zamanınız bol. (üyelerin hepsinin işi gücü var ama neyse) Aylak bakkal gibisiniz ama bu zamanı bizimle değerlendirmeyin.
Çünkü bizim için de, yasalar karşısında da "yok" hükmündesiniz.
(”yok” hükmündeki bir yere cevap vermekte ilginç ama neyse) Bir daha bana o anlamsız kâğıt parçalarını yollamayın. Okumadan atıyorum.
Çevreye zarar oluyor. (Tema’ya bağışlayabilir)

Hatırlayacağınız gibi bundan bir süre önce konseyin taraflı hareket ettiği ve sektörü artık temsil edemeyeceğinden hareketle bir de Medya Derneği kurulmuştu.

Sonuç...

Konseyi ve gönderdiği uyarılı kına-maları takmayanların sayısı her gün artmaya devam ediyor. Ama konsey uyarı ve kına-ma göndermeye devam ediyor. Tabi alıcısı adreste bulunamayınca bunlar tekrar konseye yani sahibine geri dönüyor. Burada; kuruldaki “seçilmiş üye”leri bir kenara bırakarak, “okuyucu temsilcisi” olan üyelere bazı sorularım var. Onlar “okuyucu temsilcisi” ise ben de bu soruları bizi orada temsil ettiklerini düşünerek sorduğumu hatırlatırım.

·      Şimdiye kadar, sektörün en saygın ve etik STK’sında görev alarak okuyucu adına neler yaptılar? Sayın Oktay Ekşi ile ilgili alınan kararda ve oylamalara hangileri katıldı nasıl karar verdiler?
·      Sektörün bu hali için okuyucu olarak nasıl bir sorumluluk hissediyorlar?
·      Başka görev aldıkları STK’lar var mı? Varsa orada da benzer şeyler oluyor mu? Örneğin o STK’larda başkanlarını ‘kına’dılar mı?
·      Ülkenin en yüksek konseyi toplansa ve kendi başkanını ‘kına’sa sonra da güvenoyu verse tepkileri aynı olur mu?
·      Acaba içlerinde hangileri, konseyi tanımadıklarını açıkça yazan ve söyleyen mecraların okuyucusu ve temsilcisi?  
·      Yok eğer kendileri de şu anda konseyde yer alan mecraların okuyucu temsilcisi ise bu konsey hala nasıl sektörün etik konseyi olabilir?
·      Konseyin yüksek kurulundaki “Okuyucu Temsilciliği” ni diğer üyelerinden ayıran görev ve sorumluluklar nelerdir? 
·      Hükümetlere karşı taraf olmaları anlaşılabilirken sektöre karşı taraf olmak nasıl bir okuyucu temsilciliği duygusu?

Konseyin sayın “okuyucu temsilcileri”; bu sorularıma cevap göndermenizi beklemiyorum. Gönderirseniz de önce teşekkür eder, sonra da burada yayınlamayı bir görev sayar, noktasına virgülüne kadar aynen yayınlarım.

Sektörün hala en üst etik kurulu olduğunu iddia eden sevgili konsey yönetimi; bir medya grubunun genel yayın yönetmeni size “aylak bakkal” benzetmesi yapabiliyorsa sektördeki varlık nedeninizi masaya yatırıp vakit geç olsa da bir kez daha düşünmeniz, ana sözleşmenizi ve çalışma kurallarını yeniden düzenlemeniz gerekmez mi?

Yok eğer gerçekten tarafsız değilseniz, bunu da anlayışla karşılarız. O halde sektörün tamamını temsil etme gayreti içine lütfen girmeyin. Sizi tanımadığını ilan edenlere de ‘kına’ma veya ‘uyarı’ gönderek kağıt israfına ve çevre kirliliğine yol açmayın. Memleketi yurt dışında ifade özgürlüğü riski taşıyan ülkeler arasına sokmak için devam eden davaları ve kişileri örnek göstermeyin.

Yok eğer biz sektörü temsil edeceğiz diyorsanız topluca istifa edip hiçbir karşılık beklemeden ülkesi ve sektörü için gönüllü çalışan genç üyelerinize örnek olun ve bari onların onurunu kurtarın. Onlar da sizi belki ilerki yıllarda “Onur Üyesi” yaparak bugün kırılan onurunuzu kurtarırlar... Benden söylemesi ...




*Basın Meslek İlkeleri 4.Madde: Kişileri ve kuruluşları, eleştiri sınırlarının ötesinde küçük düşüren, aşağılayan veya iftira niteliği taşıyan ifadelere yer verilemez.




Haber Türk - Fatih Altaylı Yazısı

Basın Konseyi Oktay Ekşi Kınama Kararı Haberi


Basın Konseyi Linkleri


World Assosiation of Press Council Linkleri



Cuma, Kasım 05, 2010

Biraz Zaman’ınız Var mı? (2)



ZAMAN artık “satış” peşinde
Marketing Türkiye'nin 15 Ekim 2010 tarihli 126 sayfalık sayısının 118. ve 119. “Kreatif” başlıklı sayfalarında Elif Erman Özyıldırım imzalı “Zaman artık “satış” peşinde” başlıklı bir haber yayınlandı. Zaman Gazetesi’nin “Aslında Zaman’ınız var. Herkesi anlamak için siz de kendinize Zaman ayırın” sloganı ile yayınlanan yeni imaj kampanyası  hakkında Özyıldırım, reklam filmini “doğrusunu söylemek gerekirse vermek istediği mesaj biraz karmaşık reklam filminin. Bundan önceki kampanyalar daha “sessiz” olmasına rağmen kuşkusuz derdini daha iyi anlatıyordu…” diyerek özetliyor.

Elif’in zihnindeki sorulara cevap

Haberde Özyıldırım, zihnindeki soruların yanıtını almak için kendini Ogilvy&Mather Ajans Başkanı ve Kreatif Direktörü Tibet Sanlıman'ın yanında bulmuş. Sanlıman;  “yeni reklam kampanyamız için yola çıkarken bugüne kadar yaptığımız Zaman kampanyalarından farklı olarak, bu kez satış odaklı bir brief ile karşılaştık. Dolayısıyla bu yaptığımız işe de yansıdı ve daha satış odaklı bir film oldu ” diyor. Diğerlerinin aksine diyalog üzerinden ilerleyen bir film olduğunu ve bunun da önemli bir fark olduğunu söylüyor.

Satış odaklı brief
Sanlıman; gazetenin satışını özellikle büyük şehirlerde artıracak işler isteyen bir brief ile karşılaştıklarını belirtiyor. Ama briefi değerlendirirken Zaman’ın “saygın bir referans gazetesi” olma imajını korumak hatta bir üst seviyeye çıkarmak istemişler.

Ajansa yön veren içgörü
Kampanyanın temel stratejisi “herkesin birbirine sıklıkla söylediği bir bahaneden ‘Zamanım yok’ bahanesinden yola çıkmışlar. Sanlıman; “Bahane buluyoruz çünkü bu daha kolayımıza geliyor. Birbirimizi anlamak, hatta bunun için çaba göstermek yerine ‘Zamanımız yok’ deyip geçiştiriyoruz. Birbirimizi dinlemiyoruz, hayat tarzı bize uzak olan insanların neler yaşadığıyla, neler düşündüğüyle ilgilenmiyoruz” diyor. Ayrıca “birbirimizi anlamak, anlamaya çalışmak için bahanelere sığınmayalım” diyen Sanlıman; “Zaman her görüşten sesiyle, olayları etraflıca anlamamızı sağlayabilecek bir gazete. yeter ki isteyin. Yeter ki zaman ayırın.Yeter ki okuyun. pek çok şeyin aslında düşündüğünüzden farklı olduğunu göreceksiniz… Tüm derdimiz buydu.” diyor.

Şimdi Sorular

Öncelikle sayın Sanlıman’a;
Soru : Bu ürünün altı yıldır kampanyalarını yürütüyor ve yönetiyorsunuz. İlk aldığınız brief’te Zaman dışındaki gazete okurunu doğru etkilemek ve satışı artırmak üzerine değil miydi?
Soru : Yaptığınız kampanyalarından sonraki satış kampanyası aşamasına beş yıldır neden bir türlü geçemediniz?
Soru : Yaptığınız bu kampanyalar gerçekten bir satış kampanyası mı? Öyleyse neden satışa dönmüyor? Oysa bir çok muhafazar ürünün satışları gayet iyi giderken.
Soru : Müşterinize yeni satış artırıcı fikirler götürdünüz mü ? 

Soru : Bu kampanya öncesinde veya sonrasında ‘okur-reklam’ araştırmaları yaptırdınız mı?
Soru : Özyıldırım’ın bile mesajı ‘biraz karmaşık’ bulduğu düşünülürse bu kampanya ile “saygın bir referans gazetesi” olma iddiasını inşa etmek veya korumak hatta bir üst seviyeye çıkarmak mümkün oldu mu?
Soru : Reklamı sokaktaki Zaman almayan tüketiciye yaparken mevcut okura bir faydası oldu mu?
Soru : “…hayat tarzı bize uzak olan insanların neler yaşadığıyla, neler düşündüğüyle ilgilenmiyoruz… “ diyen bir reklamcı olarak siz  kendinizi hangi grupta görüyorsunuz?
Soru : Her sabah işe gelirken bayinizin önünde durup, 50 kuruş verip siz kendinize ‘Zaman’ ayırdınız mı?

Eski patronum E.Y.Acıman; ‘reklamcının başarısı çalışan reklamı yapmaktır, reklam çalışmıyorsa gerisi teferruattır evladım’ derdi. Beş yıldır aynı marka için yapılan reklamlar hala bize bayiden Zaman aldırmıyorsa bir tüketici olarak ne demeliyiz? Sektör olarak yapılan bu reklamları hangi kategoriye dahil etmeliyiz?

Aslında zaman’ınız var. Yaptığınız reklam ile ulaşmak istediğiniz okuru ve sizin mahalleyi anlamak için siz de kendinize zaman ayırın. Zaman’nızı iyi değerlendirin. Değiştirin stratejilerinizi ülke reklam, marka, ürün ve satış görsün... Yoksa siz gördüklerinize inanın....

Biraz Zaman’ınız Var mı? (1)



Başa döndük...

Yıl 2006 " Tam anlamak için tamamlamak için ne okuyorsanız okuyun bir de Zaman okuyun"
Yıl 2008 "Yaftalamadan düşünün"
Yıl 2009 "Önyargılarımız...Görünmeyen duvarlarımız. Yıkmanın zamanı gelmedi mi? "
Yıl 2010 “Aslında Zaman’ınız var. Herkesi anlamak için siz de kendinize Zaman ayırın”

Bunlar ülkemizin en çok satan ve en güçlü abone satış ve dağıtım ağına sahip olan Zaman Gazetesi’nin son beş yılda yaptığı reklam kampanyalarının sloganları. Hepsinin altında da  O&M Türkiye imzası var. Prodüksiyon olarak oldukça etkileyici bu dört kampanyanın mesajlarının hedef kitle üzerinde istenilen geri dönüşü veremediği anlaşılıyor. Yoksa 2006 yılında verilen “ Tam anlamak için ...” mesajının, 2010 yılında “ ... herkesi anlamak için ...” ile tekrar karşımıza çıkması bir tesadüf olabilir mi? Sanırım başa döndük. Hayırlısı olsun. Ancak bu başa dönüş, Zaman’ın biraz kendine zaman ayırıp artık bazı sorulara doğru cevapların verilmesini zorunlu hale getiriyor.

Ekrem Dumanlı yönetiminde radikal değişiklikler ve büyük atılımlar yapan gazetenin son beş yıldır hedefinin “Günlük 1 milyon satan gazete olmak” olduğunu biliyoruz. Yılın bitmesine altmış gün kala bu hedefin tutması zor görünüyor. Son beş yıldır hedeflenen ama bir türlü tutturulamayan 1 milyonluk satış hedefin bu yıl 800 bin sınırında kalacağı anlaşılıyor.

Pazartesi günleri Dumanlı’nın köşesinin altında verilen Turkuvaz ve Yay-Sat kaynaklı “Haftalık Ortalama Gazete Satışları” raporlarına göre; Zaman’ın satışları; 25-31 Mayıs 2009 da 874 bine yükseldiği, 28 Eylül- 4 Ekim 2009 haftasında 599 bine kadar düştüğü. 3-9 Mayıs 2010 haftası tekrar 902 bine kadar yükseldiği, 20-26 Eylül 2010 haftası 649 binlere kadar düştüğü ve 11-17 Ekim 2010 haftası ise  799 bin seviyelerine yükselttiği görülüyor.

Ayrıca Zaman, Haziran-Eylül 2009 arası 275 bin, Mayıs-Eylül 2010 arası ise 253 binlik düşüşler yaşamış. Bu ülkemizdeki bir gazetenin dört aylık dönemler halinde yaşadığı en yüksek satış kaybı olarakta ifade edilebilir.

Bu arada Haber Türk’ün günlük satışının 225, Milliyet’in ise 162 olduğunu unutmayalım. Bu düşüşlere rağmen rakamlara bakarak gazetenin tabanının 600 binden 649 bine çıktığı yorumunu da yapabilir. Bu doğru bir yorum ise bir yılda kalıcı 50 bin okur kazanılmış demektir. Yani bu strateji ile bir milyonluk hedefe 5-6 yıl içinde ulaşılması mümkün.

Hala cevap bekleyen sorular

Soru : Yapılan reklam kampanyaları artı güçlü abone satış grubunun yoğun çalışmaları neden hala bir milyonluk hedefin gerçekleşmesini sağla-ya-mıyor? 

Soru : Bu hedefe hala ağırlıklı olarak muhafazakar kesiminden yeni abonelerle mi ulaşılmak isteniyor? Öyle ise beş yıldır aynı strateji ile ulaşılamayan bir başarı nasıl açıklanabilir?

Soru : Yapılan reklam kampanyalarının abone satışlarına veya varsa elli binlik taban okur artışına katkısı ne olmuştur?

Soru : Abone sayısındaki bu dramatik düşüşlerin nedeni, sayın Dumanlı’nın yazdığı gibi abonelikte ‘ilk bir-iki aylık dönemde alıp, deneyip, vazgeçenler’ ise yapılan bu reklam kampanyaların birincil hedef kitleyi olumlu etkilediği düşünülebilir mi?

Soru : 2006-2010 döneminde yapılan yüksek bütçeli reklam kampanyalarının ana hedefi “karşı mahalle”ye ulaşmak ve bayi satışlarını artırmak değil miydi? Beş yıl, aynı hedefi aynı strateji ile gerçekleştirememek uzun bir süreç değil mi?

Soru : Yapılan reklam kampanyaları hangi kategoriye giriyor? İmaj mı yoksa satışı mı? İmaj ise gerçek satış ve devam kampanları düşünülüyor mu?

Soru : Mevcut okur için gazete satın alanabilir mi yoksa okunabilir bir ürün mü? Gazete mi ağır, okur mu hafif?

Soru : Doğru ve dürüst haberciliği, zengin yorum içeriği ve olağanüstü tasarımına rağmen gazetenin erişimi neden yeterince yüksek değil?

Soru : Mevcut okurunun yapısına göre bir içerikle çıkmak satış ve erişim problemi için de bir çözüm olabilir mi?

Soru : Zaman nasıl bir gazete? Bir politika gazetesi mi? Bir Yaşam kültürü gazetesi mi? Bir ekonomi gazetesi mi? Ya da hem siyasi hem yaşam kültürü hem de ticari bir gazete mi? Hangisi?

Soru : Ülkenin oy potansiyeli en yüksek okur tüketicisinin sağ ve muhafazakar kesim olduğu düşünüldüğünde onları Zaman’ı satın almaktan alı koyan nedir? Tasarımı mı? İçeriği mi?

Soru : Hak ettiği düşünülen reklam pazar payına, yapılan reklam kampanyaların etkisi neden hala düşünüldüğü kadar değil?

Soru: Gazetenin reklam taşıma değerinin yüksek bulunmaması gerçekten duygusal  nedenlerden dolayı mı?

Soru : Uzun süredir ülkenin en çok satan gazetesi olmasına karşın  reklam pazar pastası içinde hala “Diğer” i oluşturan yüzde 20’lik dilim içinde olması normal mi?


İsterseniz yukarıdaki soruların hepsine cevap bulmaya çalışabilirsiniz. İstemezseniz hiç birine cevap vermek zorunda değilsiniz. Eğer bir mecra iseniz ve ülkedeki medya problemlerinin çözüme kavuşturulması gerektiğine inanıyor, onları eleştiriyor, nasıl olmaları gerektiğini söylüyorsanız. Üzgünüm ama önce kendi söküğünüzü dikeceksiniz ve diğerlerine örnek olacaksınız. Örnek olan her zaman taklit ve takip edilir. Yok bu strateji ile başarmak istiyorum diyorsanız. Bu dayatmacı kişisel bir yaklaşımdan öte gitmez ve kimse söylediklerinizi ciddiye almaz. Düşündüğünüz örneği oluşturamazsınız. Size inanan ve güvenenleri de yakında karşınızda muhalefet yaparken bulabilirsiniz.

Aslında zaman’ınız var. Okuru ve karşı mahalleyi anlamak için siz de kendinize zaman ayırın. Zaman’nızı iyi değerlendirin. Değiştirin stratejilerinizi ülke mecra ve satış görsün... Yoksa siz gördüklerinize inanın....

Perşembe, Kasım 04, 2010

Oktay Ekşi ve Medyamız



Hürriyet'te çalıştığım dönemden beyefendi kişiliği ile tanıdığım sayın Ekşi'nin yazısının sonuna nasıl koyduğunu hala bilemediği 'vurucu' cümle “Şimdi, analarını bile satan işte o zihniyetin marifetlerini görüyoruz.” un kendisine bu sonu hazırlaması sektörümüz adına da oldukça dramatik.

Başka ne denebilir diyenler varsa; Basın Konseyi Başkanı olduğu bir dönemde bunun olması malesef traji-komik. Aydın Bey'in vergi affı beklediği söylendiği bir dönemde olması oldukça üzücü. Basın Ahlak İlkelerini ilk uygulayamaya koyan ülkenin en güçlü ticari gazetesinin bunu yaşaması tarifsiz. Ülkenin son 'Başyazarı' nın bunu yapması ise iletişim fakülteleri için 'case study' lik denebilir.

Ancak bugünden sonra nasıl oldu, neden oldu, ne olmalı ...? gibi sorulardan çok altı çizilmesi gereken; Oktay Ekşi'nin Hürriyet'ten istifasının, ülke medyasının içinde bulunduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermesi. Daha önce de belirttiğim gibi, can-yan-daş medyamızın kronikleşmiş yorum hastalığı ile bir dönemin daha sonuna geldik. Artık yeni bi sayfa açması gerekiyor. Hiç kimsenin basın özgürlüğünden ve yasaklarından bahsedemiyeceği bir durumdayız. Basın özgürlüğü hala tam değil ama kendi kalemize vurucu bir gol attık.

Ulusalcı medya anlayışımız, patronlarına sormadan kendilerini kamikaze ilan eden köşerlerimiz, sokağa çıkmadan yazanlarımız, çakma Teşvikiyeli canlı bombaları ve yıllardır bulundukları köşelerde köşerlenenlerimiz ile buraya kadar.

Ülkeyi demokratikleştirmek, sektörü geliştirmek-büyütmek, doğru zamanda yerini kendinden sonraki kuşağa bırakmak, siyasilere örnek olmak yerine politikleşmek, çok kazanmak ve duygusallaşmanın sonu bu demekmiş. Bundan medya profesyonellerinin çıkaracağı çok dersler olmalı.

Mutfağın durumu buysa, menüde bu işte. Yersen !

Bir 'başyazarın' kendi yaptığına "halt etmişim" diyerek istifa etmesinden bile nemalanmak isteyen bir sektör. Tabi ki konuyu örtbas etmek gerekmiyor. Tabi ki yaptığı kabul edilebilir değil. Ama Oktay Ekşi hakkında seviyesizce yazmaya devam edenler, bilmeliler ki kendi seviyeleri de aynaya yansıyor. Aynadaki ise ülke medyasının gerçek görüntüsüdür.

Ülke medyasını bu hale getiren profesyonellerini sektörün gelecek kuşakları adına kutluyorum. Çok değil bundan on yıl sonra, bu sektörde acaba kimler o aynaya hangi yüzle bakacaklar merak ediyorum.

Paris Saint Germain'de o kilisenin karşısındaki Cafe de Flore'i hatırlıyor musunuz?  Sayın Oktay Ekşi o cafeye kaç kez gitti bilmiyorum ama o tarihte kendisini köyünde torunuyla satranç oynarken, medyayı bu hale getirenleri ise Café de Flore’de kahve içerken bulabilirsiniz.



What Internet Election? Why Online Advertising Didn't Matter In 2010

Online's a Fine Place to Start, but TV Is the King of Results

In 2010, TV is back and it's bigger than ever.

It's the Economy, Stupid
The economy pushed ad expenditures down across the board in 2010. Except political ad expenditures. The last election cycle set a political ad-spending record of $2.8 billion and 2010 is expected to shatter that mark with more than $4 billion in ad expenditures.
Two-thirds of that money went to TV.

To be fair, other media enjoyed higher political expenditures -- including online. In fact, online spending doubled to just less than $45 million. Or less than the cost to run one major U.S. Senate race.
It isn't even a case of the usual suspects spending money in the usual places. Brand new groups like American Crossroads and the American Action Network injected millions of brand new dollars into political races. They didn't go online, either.

The 2010 Elections Began Online
Early in the cycle campaigns ramped up significant online operations. At one point, Meg Whitman's California gubernatorial campaign had over 20 people dedicated to online and social media. Her website is one of the most robust in political history.
Video skirmishes were being fought on YouTube. Even offensive efforts were being waged solely online -- for example, the anti-Barbara Boxer "Hot Air" movie.

Our firm made more web videos this summer than we did in the last two election cycles.
Then it stopped cold. Why? We weren't making the videos for the voters, we were making them for the press. Once the campaigns started in earnest, and the press took interest, we could go back to a much less expensive media called the press release.

Online Is the New Direct Mail
In surveys among voters, more than 75% of respondents say they get much of their information regarding elections from TV. (They're too proud to say they get their information from TV commercials, but we know they're not sitting around all day watching C-SPAN and reading the Congressional Record.)

About 15% say radio and a bit less than 10% cite direct mail, newspapers and the Internet. (Respondents are allowed to pick more than one medium, hence the total is over 100%.)
Of all those media, the Internet is the least likely to move numbers. Even less than direct mail.
Too much clutter.

The beauty of TV and radio advertising is that when your spot is running, you own the channel. You have someone's undivided intention. They have to take a physical action to avoid your message.
An internet banner ad competes side by side with the content a viewer really wants. And it usually loses.

Search word buys are even harder to quantify.
In the next few cycles I think the internet will be taking more and more from direct mail budgets than TV budgets. Both internet and direct mail are very targetable and very specific with the edge going to internet because you can traffic in new creative in hours instead of days.

It Isn't All Sunshine and Puppies
TV viewership is down. If you haul in 2 million viewers you have a hit on your hands. And local TV news (the bastion of political advertising) is dying faster than Mel Gibson's career.

Where 800 GRPs per week used to do the job, 1,200 GRPs are required now. And political media buyers have to work much harder to find those voters.

More GRPs and more money shifted from news to prime time mean we're spending more money to ask for your vote.

The Internet Isn't Dead
Far from it. The internet is a vital tool for political campaigns. There is no easier way for the truly interested voter to learn about a candidate. No better way for someone to get involved in a campaign.

No simpler and more secure way to raise money. And with the lethal combination of e-mail and mobile texting, the best way to mobilize a force for action.

We haven't even mentioned blogs. During this cycle more and more blogs have crossed the line from "nut in his mother's basement" to "legitimate news sources." In fact, many campaigns have used quotes from blogs in their TV spots. Prior to 2010, print journalism was the only reputable source for these quotes.

Granted, the Internet is an amazing thing. But if you want to move numbers in an election, you gotta talk to the king. Television. Long live the king.
~ ~ ~

Vinny Minchillo is chief creative officer of Scott Howell & Company, Dallas.

Posted by Vinny Minchillo on 11.01.10 @ 02:45 PM 

News Corp. Profit Jumps 36%


mw/photos/stylus/156299-positive-sales-generic2-m.jpg
News Corp. posted 36 percent gains in its fiscal first-quarter earnings, as an improving advertising marketplace helped fuel another strong three months at its cable networks unit.

For the period ended Sept. 30, News Corp. collected $775 million in net income, or 30 cents a share, up from the year-ago results of $571 million, or 22 cents a share. Excluding a $90 million tax benefit, the company earned 27 cents a share, beating Wall Street expectations of 24 cents a share.

Consolidated revenue increased 3 percent to $7.43 billion.

Revenue at the cable networks group, which includes Fox News Channel, FX, National Geographic Channel and 19 regional sports networks, grew 17 percent in the quarter, to $1.87 billion, on a 16 percent improvement in ad sales revenue. Operating income grew 29 percent to $659 million.

While News Corp. always credits Fox News for driving growth in the network segment, for the first time in memory chief financial officer Dave DeVoe noted that FX did a good deal of heavy lifting in the quarter. Despite seeing some declines in prime time deliveries, FX closed out the quarter as a top 10 network, averaging 696,000 viewers 18-49 and 648,000 adults 25-54.

Among all ad-supported cable nets, Fox News finished the quarter ranked fourth in prime. FNC averaged 1.84 million total viewers, a decline of 19 percent from the year-ago average (2.26 million). Its closest competitor, MSNBC, averaged 693,000 total viewers, a decline of 13 percent, while CNN plummeted 46 percent in prime, with an average delivery of 513,000.

DeVoe and Chase Carey did not provide specific insight into the recent retransmission-consent battles with Cablevision and DISH Network, although the president and chief operating officer said the addition of a second revenue stream is designed to make broadcast a more viable business model.

“Retrans is critical to driving the Fox network’s financial performance,” Carey said. “We have deals in place with four of the largest distributors...and as we continue to close [these deals] we’ll continue to take the business to increased profitability.”

Carey added that a broadcaster wholly beholden to ad sales revenue would eventually be priced out of the sports market. “Over time, you wouldn’t find any of these [top tier] sports on any broadcast networks if that were the case,” he said. “It’d be like being asked to fight with one arm tied behind your back.”

Fox Broadcasting’s first quarter results were down versus a year ago, as increased advertising revenue from its National Football League broadcasts could not make up for costs related to program cancellations and increased promotional/marketing expenses related to the launch of its summer and fall entertainment programming. Fox has canceled one new series, pulling the plug on Lone Star after two episodes.

“The new season was a bit of a disappointment,” Carey said. “We would have liked a Game 6 of the World Series, but the strength of the NFL and the ad sales market more than offsets the shortfall in prime.”

Revenue at the TV unit, which includes the broadcast net and its local affiliates, reached $851 million, up 11 percent from $765 million in the year-ago period. Ad revenue increased 22 percent.

Carey told investors that scatter continues to price “at double digit increases to the upfront,” adding that while the macro economic environment remains uncertain, there has been no indication that those anxieties “are impacting the ad market.” Nonetheless, News Corp. remains cautious about the coming two quarters of business.


Nov 3, 2010 -By Anthony Crupi

Salı, Kasım 02, 2010

What would you do today if you knew when your print newspaper would die?

If you knew the precise date that your print newspaper would cease to exist, what decisions would you make starting today to replace that profit center? How different would your choices be if you had seven years of life versus 30 years?
That is the tantalizing conversation starter presented by futurist Ross Dawson who today released the “Newspaper Extinction Timeline.” The timeline maps out — country by country — when newspapers “in their current form” will become “insignificant” based on global and national factors.
Dawson believes that 52 countries will drop the newspaper habit between 2017 and 2039 — including the United States in 2017, the United Kingdom and Iceland in 2019, and Canada in 2020. Most of Western and Central Europe will drop newspapers in the 2020s, along with Australia and New Zealand. East Asia and parts of Latin American urban markets will go in the 2030s. The rest of the world is safe until at least 2040, Dawson says.
The Dawson timeline reminds me of Philip Meyer's 2004 prediction in The Vanishing Newspaper: Saving Journalism in the Information Age, using readership trend data from 1967 to 2002, that U.S. newspaper readership would reach zero in April 2043.
Judging from the tart reactions from the Twitterverse and all platforms digital, Dawson hit a nerve today. He even remarked that today marked the best visitor day ever for his web site. I'll bet.
Let me step up to the plate and respond to this latest doomsday prediction: he's mostly correct.
Maybe not the dates, which are too aggressive. Maybe there's a lot of qualitative wiggle room for more precise definitions of “newspapers in their current form” and even “insignificant.” But most of the factors and the country-by-country order of progression fit with what I see worldwide.
Breathe in. Hold it. Count back from 10. Breathe out.
Sometime in this planet's history, there will be a tipping point whereby the economics of mass-producing news on paper won't be worth it to the publisher. There won't be enough advertising or consumer revenue to cover the costs of printing and distribution. And there will be sufficient consumer, advertiser, and publisher platform alternatives to discontinue print as a primary vehicle.
Business decisions will be made. Platforms will shift. Journalists will still have a home. Publishers will still be rich. And the world will continue.
Unlike Phil Meyer's slow descent into Hell less than 33 years from today, publishers will choose to stop mass-printing long before the dreaded zero. It will come in a series of tipping points and awkward adjustments that are playing out on the world stage even as these words are typed.
We'll wring wretched efficiencies out of print. We'll cut editorial staff through a constant series of prioritisation exercises regarding content on newsprint. We'll outsource production. We'll outsource delivery. We'll slim down the number of pages printed. We'll cut print frequency from seven days to five days to three days to weekly. We'll bring in McKinsey or Bain or Boston Consulting to decide the precise angle of the print decline.
None of this really matters. No matter what we do internally, we cannot escape the external factors shaping how information is consumed. We cannot escape the pace of technological change. We cannot escape the nature of consumer behaviour. Dawson neatly breaks these factors into two parts: global and national.
Globally, we will see:
  • Increased cost performance of tablets/e-readers.
  • Changes in newsprint and print production costs.
  • Increased cost performance of mobile phones.
  • Trends in advertising spend and allocation.
  • Development of open platforms.
  • Uptake of digital news monetisation mechanisms.
  • Development of high-performance digital paper.
Nationally — what makes the United States different from Germany which is different from India — we will see varying degrees of:
  • Technology uptake.
  • Economic development.
  • Demographics.
  • Consumer behaviour.
  • Industry structure.
  • Government regulation.
Newsmedia executives know all of this. We've seen these variables a thousand times. That's why we're going through transformation, re-imagination, and strategic evaluation projects at every news company in the world. That's why INMA is putting so much energy into the practicalities of transitioning to multi-media companies as an over-arching theme in the next year. That's why 90% of our industry's strategic energy is being invested in 10% of today's revenue model.
What I like about Dawson's nudge is that it reminds us that the clock is ticking. We can't work fast enough at the corporate level or the industry level to develop digital platforms that connect with readers and advertisers. We can't work fast enough to build multi-media companies where print, online, mobile, iPad and others each play to their strengths and interact. Just as we were warned in the 1990s that classified advertising could disappear and we need to prepare for that, we need to be preparing today for an all-digital future — whether that comes in 2025, 2050, 2100, or some year beyond the reach of our great-grandchildren.
Here's an interesting exercise for your management team: pick the date Dawson says your country's newspapers will be “insignificant” and work backward. What would you need to do between today and that date to transform your business model and generate enough revenue to preserve today's level of journalism at a sufficiently profitable level? We may all make similar choices, but my guess is the sense of urgency is more intense in the United States than India.
Print is evolving from an end-all-be-all distribution vehicle for what media companies do best to a situational revenue driver and a tangible brand vehicle. Short-term, print plays a dominant role so long as advertisers see value. Long-term, print becomes a brand package to remind people of digital options. It might become a loss leader. It might become our weekly marketing vehicle for our rainbow of content options on hundreds of platforms. I suspect that if this were our sole brand conveyance vehicle and not just a schlepper of news, we'd make better qualitative choices about paper weight, paper style, paper width, and more.
Earlier today, I was contacted by a journalist from a prominent European newspaper about Dawson's report. At first, I thought I was being interviewed for a story. Yet the back-and-forth exchange seemed to get more and more personal with each subsequent e-mail. At some point, he told me that Dawson's timeline made him think about jumping out of journalism altogether.
To which I say: relax. There's nothing new here except the assignment of a date — something that should be unsettling.
Yet if a few dates assigned to something we're already focused on contribute 1% additional urgency to our industry's transformation from print to multi-media and the structure of our news ecology — with print still playing a part, even if “insignificant” — then we can thank Ross Dawson for his contribution.


Posted INMA at 10:26 PM - 01 November 2010

http://www.inma.org/modules/blog/index.cfm?action=blog_detail&bid=114