Yani köşer ihtiyacının doğmasının veya vazgeçilmez olmasının nedeni ülkemizde gazeteciliğin yeteri kadar iyi yapılmaması. Bu tesbitin ülkemizin iki önemli ismi tarafından da onaylanması gelecek açısından önemli. Bu duruma son onbeş yıl içinde adım adım geldik. Ulusal basının vazgeçilmez ağırlığı, bölgesel haberciliği öldürdü. Sonra bölgesel habercilik için İHA'nın başlattığı her yerde bir muhabir-bir kamera projesi ile haber ajanslarına yatırım arttı. Ülke son on yıl içinde haber ajansı muhabirinden geçilmez oldu. Haber havuzlarına, derinlemesine incelenemeyen günlük hatta anlık haber yağmaya başladı. Buna bir de gazetelerin televizyon ile rekabeti eklenince mutfağın başındakilerin yapacak bir şeyi kalmadı. Ha bugün, ha yarın diye rekabet körüklendikçe haberin kalitesi düştü de düştü. Ortak havuzdan beslenen habercilik, köşer yorumlarıyla farklılaştırılmaya çalışıldı. Malesef her gün köşelerinde yorumluyacak birşeyler bulmakta zorlanan köşerlerimizde yazılarını hazırlamadan önce tüm gazelerin köşelerini okumaya başladılar. Sonra köşerler birbirlerinin yazdıklarına saldırmaya iyi-kötü ve doğru-yanlış yargılamasına girmeye başladı. Sonraki dönemde ise İsmet Berkan'ın deyimiyle birer parti liderine dönüştüler. Yani kendilerini birer idol gibi görmeye başladılar. Haberden ve tüketiciden kopuşta işte tam burada başladı. Köşe yazısı makale olmaktan çok kişisel yoruma dayalı ideolojik söylevlere dönüştü.
Haberciliği bitiren bir başka gerçekte gazetenin televizyon ile rekabeti oldu. Aslında birbirini beslenmesi gereken medya, kendini baltalamaya başladı. Çünkü rekabeti sadece yurt dışındaki örneklerine bakarak ve onların doğru olduğunu düşünerek yapanlar kaybetti. Yani bu rekabet gazeteler tarafından başladığı ilk gün kaybedildi. Şimdi bu rekabette kaybedenler, promosyon okurlarındaki artış azalışla ticaret yapar hale geldi. Bu rekabette unutulan en önemli unsur tüketiciydi. Eğitim seviyesi düşük bir ülkede, biz ne verirsek tüketilir zihniyeti kaybetti. O günkü medya tüketici araştırmaları da tüketicinin sorulan sorulara göre verdikleri cevapların karşılığında üretilen ürünleri satın almadığını gösteriyordu. Ama buna mutfağın cevabı " bak işte herkes Cumhuriyet gibi gazete istiyor ama Cumhuriyet yüzbinden fazla satmıyor. Bu tüketici daha ne istediğini bilmiyor. O yüzden onlara biz ne tüketmeleri gerektiğini söylemeliyiz. Bakın Avrupa'daki örneklere, bir The New York Times, The Guardian olmak istiyorsak bunu biz başarmalıyız " oldu. Ama geçen sürede onlar söyledikleri gazeteleri hala yapamadıklarını itiraf ediyorlar.
Hatta köşerlere mahkum olduklarını ve bundan da kurtulmanın yollarını aradıklarını söylüyorlar. Ertuğrul Özkök'ün bu soruna bulduğu çözüm ise yavaş yavaş parlamaya başlayan yeni bir yazar profili. Yani dün kendi elleriyle yarattıkları Kral Köşerleri yakın gelecekte koçluğunu bizzat yine kendilerinin yaptığı yeni ve genç bir yazar grubuyla değiş tokuş yapacaklarını düşünüyor. Buradaki fark şu; Bugünkü kral köşerler onlarla aynı yaşıt hatta büyük. Yani arada duygusal bir iletişim, kötü bir ast-üst hiyearşisi var. Yani dediklerini yaptıramadıkları ama yerine kimseyi koyamayacakları içinde muhasebeden bir anda hesaplarını kesemiyecekleri bir dolu köşer var. Zaten bir çoğu ile de geçen yıllar sonrasında yakın dostlukları oluştu. Aile bireylerine, yedikleri içtiklerine hatta özel günlerine kadar bildikleri insanları bir anda işten çıkarmak öyle sanıldığı gibi profesyonelce olamıyor.
Sonuç olarakta bu yaş grubunda bütün ayrılıklar duygusallaşıyor ve bireyselleşiyor haliyle ve malesef. Oysa bu yeni kuşak, yaşça onlardan küçük ve kariyer olarak ulaşmak istedikleri yerlere o köşeler boşalmadıkça gelemiyeceklerini biliyor. O köşelerin boşala bilmesi içinde yapmaları gereken genel yayın yönetmenleri entellektüellikleri ile sürekli şaşıtmak ve bir dediklerini iki etmemekten geçiyor. Onların gösterdiği yolda ilerliyorlar, bireysel marka olabilmek için herşeye katlanıyorlar. Bu nedenle yavaş yavaş geliyorlar. Çünkü hızlı gelebilmeleri bu düzende neredeyse imkansız. Ama bugün onlara koçluk edenler malesef ulusaldan bölgesele, kişisel fikirden makaleye geçemeyenlerle aynı kişiler. Patronları onlar görevi bırakmadıkça, o görevden onları alamıyacak gibi duranlar. Bağımsız denetimleri patronları istemediği sürece yapılamıyacak olanlar. Geçen çeyrek asıra rağmen hala istedikleri gazeteleri yapamadıklarını itiraf edenler.
İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı (İsmet Berkan)
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta İstanbul’da aralarında emekli veya halen üniforma taşıyan çok sayıda askerin yanı sıra gazete köşe yazarlarının da bulunduğu kalabalık bir topluluğa verdiği konferans hakkında çıkan köşe yazısı sayısı bir hayli fazla oldu. Sanıyorum toplam 100’ü aştı. Dün Cengiz Çandar yazmasa konuyu bu açıdan düşüneceğim pek yoktu açıkçası. Çandar’ın yazısını okuyunca geri dönüp bellibaşlı gazetelerde bir tarama yaptım, zaten okuduğum bir dizi köşe yazısını yeniden okudum ve oturup gazetecilik mesleği ve en çok da genel yayın yönetmenliği hakkında düşünmeye başladım. Bir konu öne çıkıyor: Bağbuğ’un iki saate varan bir sürede yaptığı konuşmayı belli bir bütünlük içinde analiz eden, onun neden bu vakitte böyle bir konuşma yaptığı sorusuna cevap vermeye çalışan bir yazı maalesef Türk basınında yayımlanmadı. Bu eksiği esasen hemen hemen her önemli konuda görüyoruz, Başkan Obama’nın konuşmaları hakkında da böyle bir kapsamlı analiz yayımlanmadı. Bu kapsamlı analizin yerine, körün fili tarifi misali, her köşe yazarının (ben dahil, Cengiz Çandar dahil!) kendi meşrebine göre konuşmanın belli bir yerini tutup oradan yazı veya yazılar çıkardığını gördük. Bu da saygıdeğer bir çaba kuşkusuz ama az önce söylemeye çalıştığım temel eksiği gideremiyor maalesef. Bu kapsayıcı analiz/haberi yazmak görevi gazetelerindir. İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor. Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli. Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar. Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ‘Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor. Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ‘ying’ ve ‘yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor. Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce, gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor, yazar önüne gelen her konuyu önceki ezberine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor, bütün enerjisini diğer gazete ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Yani yanılsamanın da yanılsamasıyla uğraşmaya başlıyor. Etrafınıza bir bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, başlığına veya ilk birkaç satırına bakınca yazıdaki ‘anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var? Orgeneral Başbuğ’dan buraya kadar geldik ama temel ihtiyacımızı hâlâ karşılayamadık: Gazeteler, okuyucularına iki saatlik bir konuşmayı bile adam gibi anlatamıyor, olası anlatma biçimleri konuşmanın üstünden bir hafta geçtikten sonra bile hâlâ kavga konusu olabiliyorsa, buralarda yanlış giden şeyler var demektir.
Umarım bu yeni kuşak, genç köşerler, abilerinden ablalarından denildiği kadar iyi olurda biz de, bu ülkenin The New York Times'larını ve The Guardian'larını elimize alıp okur, keyifleniriz. Gerçi kişi başı gelirin yirmibin doları geçtiği tarih için uzmanlar 2040'lardan bahsediyorlar ama olsun. O tarihte onları bilmem ama ben, Allah nasip ederde görürsem, babamın yaşında olacağım...
Ying ve yang köşe yazarları (Ertuğrul Özkök)
GAZETE okuruna küçük bir test sorusu:"Sizce bir köşe yazarı alkışlanmaktan mı daha çok keyif alır, yoksa yuhalanmaktan, hakarete uğramaktan mı?"Hemen cevap vermeyin. Yani hiç düşünmeden "Elbette alkışlanmaktan" demeyin. İsterseniz sorunun cevabını birlikte arayalım."Tanrı yazar" kavramından sonra, bugün size yeni bir kavram daha tanıtıyorum. "Ying" ve "yang" köşe yazarı.Bu defa kavramın mucidi ben değilim. Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan.Geçen salı günü, gazetecilere hákim olan "yeni zihniyeti" anlatan çok güzel bir yazı yazdı. Şimdi bu yazıdan size uzun bir alıntı yapacağım.
Berkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasını izleyen gazetecilerin, konuşmayı kendi dünya görüşlerine göre aktardıklarını ve gazetelerde kaliteli analiz haberlerin yer almadığını söyledikten sonra şunları yazıyor: Dikkatle, altını çize çize okuyalım:"İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor.
Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli.Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar.
Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ’Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor.
Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ’ying’ ve ’yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor.Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor.Yazar önüne gelen her konuyu, iyi-kötü; doğru-yanlış; yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor.Bütün enerjisini diğer gazetelerden ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Etrafınıza bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, Başlığına veya ilk bir iki satırına bakınca yazıdaki ’anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var?"
İsmet Berkan’ın yazdıklarına katılıyorum.Köşe yazarlarının küçümsenmeyecek bir bölümü, dini veya siyasi bir taraftar okura yaslanıyor.O okurla birlikte bir "cemaat" haline geliyor.Sonra o cemaatin istediklerini söyleyip aldığı alkışlarla "ego"sunu hormonlamaya başlıyor.Ego hormonlaştıkça, yavaş yavaş yazar tanrılaşmaya, okuru da mürit gibi görmeye başlıyor. Üstelik, bu psikoloji iki yönlü çalışıyor. Yani alkış kadar nefret ve yuhalanma da egoyu şişiriyor.Bir süre önce "Tanrı yazar" döneminin kapanmaya başladığını söylemiştim.Şimdi de şunu söylüyorum:Yavaş yavaş parlayan yeni bir yazar profili var.Bu profilin kim ve ne olduğunu artık herkes biliyor.Bu yeni profil, eski ve hormonlu egoya dayalı yazar, bir yazar neslini tasfiye etmeye başladı.
Hep birlikte izleyeceğiz.
GAZETE okuruna küçük bir test sorusu:"Sizce bir köşe yazarı alkışlanmaktan mı daha çok keyif alır, yoksa yuhalanmaktan, hakarete uğramaktan mı?"Hemen cevap vermeyin. Yani hiç düşünmeden "Elbette alkışlanmaktan" demeyin. İsterseniz sorunun cevabını birlikte arayalım."Tanrı yazar" kavramından sonra, bugün size yeni bir kavram daha tanıtıyorum. "Ying" ve "yang" köşe yazarı.Bu defa kavramın mucidi ben değilim. Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan.Geçen salı günü, gazetecilere hákim olan "yeni zihniyeti" anlatan çok güzel bir yazı yazdı. Şimdi bu yazıdan size uzun bir alıntı yapacağım.
Berkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuşmasını izleyen gazetecilerin, konuşmayı kendi dünya görüşlerine göre aktardıklarını ve gazetelerde kaliteli analiz haberlerin yer almadığını söyledikten sonra şunları yazıyor: Dikkatle, altını çize çize okuyalım:"İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor.
Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli.Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar.
Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ’Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor.
Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ’ying’ ve ’yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor.Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor.Yazar önüne gelen her konuyu, iyi-kötü; doğru-yanlış; yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor.Bütün enerjisini diğer gazetelerden ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Etrafınıza bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, Başlığına veya ilk bir iki satırına bakınca yazıdaki ’anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var?"
İsmet Berkan’ın yazdıklarına katılıyorum.Köşe yazarlarının küçümsenmeyecek bir bölümü, dini veya siyasi bir taraftar okura yaslanıyor.O okurla birlikte bir "cemaat" haline geliyor.Sonra o cemaatin istediklerini söyleyip aldığı alkışlarla "ego"sunu hormonlamaya başlıyor.Ego hormonlaştıkça, yavaş yavaş yazar tanrılaşmaya, okuru da mürit gibi görmeye başlıyor. Üstelik, bu psikoloji iki yönlü çalışıyor. Yani alkış kadar nefret ve yuhalanma da egoyu şişiriyor.Bir süre önce "Tanrı yazar" döneminin kapanmaya başladığını söylemiştim.Şimdi de şunu söylüyorum:Yavaş yavaş parlayan yeni bir yazar profili var.Bu profilin kim ve ne olduğunu artık herkes biliyor.Bu yeni profil, eski ve hormonlu egoya dayalı yazar, bir yazar neslini tasfiye etmeye başladı.
Hep birlikte izleyeceğiz.
İyi ve kaliteli analiz ihtiyacı (İsmet Berkan)
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un geçen hafta İstanbul’da aralarında emekli veya halen üniforma taşıyan çok sayıda askerin yanı sıra gazete köşe yazarlarının da bulunduğu kalabalık bir topluluğa verdiği konferans hakkında çıkan köşe yazısı sayısı bir hayli fazla oldu. Sanıyorum toplam 100’ü aştı. Dün Cengiz Çandar yazmasa konuyu bu açıdan düşüneceğim pek yoktu açıkçası. Çandar’ın yazısını okuyunca geri dönüp bellibaşlı gazetelerde bir tarama yaptım, zaten okuduğum bir dizi köşe yazısını yeniden okudum ve oturup gazetecilik mesleği ve en çok da genel yayın yönetmenliği hakkında düşünmeye başladım. Bir konu öne çıkıyor: Bağbuğ’un iki saate varan bir sürede yaptığı konuşmayı belli bir bütünlük içinde analiz eden, onun neden bu vakitte böyle bir konuşma yaptığı sorusuna cevap vermeye çalışan bir yazı maalesef Türk basınında yayımlanmadı. Bu eksiği esasen hemen hemen her önemli konuda görüyoruz, Başkan Obama’nın konuşmaları hakkında da böyle bir kapsamlı analiz yayımlanmadı. Bu kapsamlı analizin yerine, körün fili tarifi misali, her köşe yazarının (ben dahil, Cengiz Çandar dahil!) kendi meşrebine göre konuşmanın belli bir yerini tutup oradan yazı veya yazılar çıkardığını gördük. Bu da saygıdeğer bir çaba kuşkusuz ama az önce söylemeye çalıştığım temel eksiği gideremiyor maalesef. Bu kapsayıcı analiz/haberi yazmak görevi gazetelerindir. İş köşe yazarlarına bırakılınca, ister istemez konu bir dizi sübjektif seçimin, yani yazarların konuşmanın kendi istedikleri bir bölümünü kendi siyasi eğilimlerine göre yorumlamalarının insafına kalıyor. Diyebilirim ki, gazetelerimizin neden hep özendiğimiz The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi olmadığı sorusunun cevabı tam da bu örnek olayda gizli. Gazetelerimiz, objektif bir bakış açısıyla ve adilane biçimde yazılmış, ayağı yere basan haberler ve haber analizler yayımlayamadığı için okuyucusunun yorum ihtiyacını karşılaması için bu denli çok sayıda köşe yazarı barındırıyor. O yazarlar da, aslında çoğu zaman yorum ihtiyacını karşılamak yerine kendi fikirlerini okuyucuya iletiyorlar. Böylece köşe yazarının etrafında bir taraftar ve bir de nefret edenler kitlesi oluşuyor, bu kitlenin varlığı da zaman içinde Ertuğrul Özkök’ün gündeme getirdiği ‘Tanrı yazar’ fenomenine yol açıyor. Yazarın etrafındaki taraftar ve nefret eden kitlesi aslında birbirinin tamamlayıcı parçası, adeta yazarın ‘ying’ ve ‘yang’ı. Zaman içinde yazar taraftarları tarafından pohpohlanmaktan da, düşmanları tarafından bir nefret objesi olarak algılanmaktan da neredeyse eşit derecede haz almaya başlıyor. Ve tam bu noktada yazar bir nevi tek başına siyasi parti haline geliyor. Bu evrim tamamlanıp yazar kendi başına bir siyasi varlık haline dönüşünce, gerçek dünyadan kopuş hızlanıyor, yazar önüne gelen her konuyu önceki ezberine göre iyi-kötü, doğru-yanlış, yararlı-zararlı kategorisine sokmaya başlıyor. Daha da fenası, yazar (hiç değilse bir kısım yazar) dünyayı gazetelerden ve diğer köşe yazarlarından ibaret sanmaya başlıyor, bütün enerjisini diğer gazete ve gazetecilerden nefret etmeye, onlara kendi üslubuna göre şu veya bu biçimde bulaşmaya adar hale geliyor. Yani yanılsamanın da yanılsamasıyla uğraşmaya başlıyor. Etrafınıza bir bakın, gazetelerinizde okuduğunuz yazarları bir hatırlayın, başlığına veya ilk birkaç satırına bakınca yazıdaki ‘anafikri’ tahmin edemeyeceğiniz kaç kişi var? Orgeneral Başbuğ’dan buraya kadar geldik ama temel ihtiyacımızı hâlâ karşılayamadık: Gazeteler, okuyucularına iki saatlik bir konuşmayı bile adam gibi anlatamıyor, olası anlatma biçimleri konuşmanın üstünden bir hafta geçtikten sonra bile hâlâ kavga konusu olabiliyorsa, buralarda yanlış giden şeyler var demektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder