Mecraları genel yayın yönetmenleri temsil eder bilirsiniz.Neden mi ? Nedenini bende henüz bulamadım. Büyüklerimizin deyimiyle bu bir gelenek. Şu ünlü Kavuk misali. Kimilerinin gece gündüz hayalini kurduğu ve olmadık plan, entrika ve stratejiler uygulayarak uzun uğraşlar sonrasında elde ettiği bu görev, bazıları için ise sadece bir görevdir. Yani size tevdi edilen ve kabul etmek zorunda olduğunuz bir görev. Yani günü geldiğinde ( Başbakan,Cumhurbaşkanı, kulüp başkanları vb. görev sürelerine bakılarak süre saptanabilir) kimse istemeden ve yerinize kendinizden daha iyi birini yetiştirerek, kendi isteğiniz ile bırakılacak bir görev.
Bir mecrayı temsil etmek, gerçekten herkesin kolay kolay kabul etmeyeceği bir sorumluluk. Bu dördüncü gücü başka sektörlerle karıştırmadan düşüncesinize, bir mecra markasını temsil ediyorsunuz. Yaşantınız, aileniz hemen hemen herşeyiniz oluyor. Bazılarımız, bedeli ödendikten sonra ne var bunda, diyebilir. Ama burada patronun kaç yıl bu bedeli ödediği değil , sonra niye ödemek istemediği ve ardından da o kişiye ne olduğu önemli değil mi ? Yıllarca çok iyi para kazanmış olmanız yeterli mi ? Bir gün patronunuz teşekkür ettiğinde, o bedeli ödenmiş paralarınızla yalnız başbaşa kalıveriyorsunuz. Peki sonra, birileri uzun bir tatile çıkıyor. Birileri hemen kitap yazmaya başlıyor. Kimileri eski köşe yazarlığına veya muhabirliğe geri dönüyor, dönmeye çalışıyor. Çünkü genel yayın yönetmenliği yaptıkları en önemli iş. O görevde siz olsanız görevi bıraktıktan sonra kendinizi hala aynı statüde hissetmezmisiniz ? Sonra size "Eski Genel Yayın Yönetmeni" diye hitap edilmesinden ve söylenirken de "eski" kelimesine vurgu yapılmasından hoşlanır mısınız?
Burada amacım genel yayın yönetmenlerini eleştirmek değil. Bu görevi yapanları son derece takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Benim bir iletişimci olarak merak ettiğim, niye bazıların bu kutsal diyebileceğim görevi yaparken neden bir de haftanın 5 veya 6 günü kendilerine bir köşe edinir ve oralara tünerler. Sonra her konuda sürekli yazarlar. Sonra yazdıklarını anlayamayız ve o markayı temsil eden kişiyi çok sevsek bile yazdıklarını onaylamaz ve uygun bulmayız. Genellikle biz onları önemli haberler sonrasında okumak veya dinlemek isteriz. Çünkü her gün bedel ödeyerek satın aldığımız, bizi tamamladığına, eksiklerimizi giderdiğine inandığımız o mecranın konuya bakışını merak ederiz. O zaman onlara köşe yazarı ve yorumcu demeyiz. Biz de onları o marka ile bütünleştirmeye çalışmayız. O halde bunu nasıl değerlendirmeliyiz ? İçimdeki ses buna gelişmekte olan bir ülkede unutulmama sendromu diyor. Çünkü bu görev, iki ayrı şapkayı kaldırmıyor.
Bunlar dünkü Hürriyet Gazetesi'nde Sayın Ertuğrul Özkök köşesini okurken aklıma geldi. Çünkü sayın Özkök, dünkü köşesinde Orhan Pamuk haberi dururken "Şanlıurfa'dan Picasso turu" haberinin neden Hürriyet'e manşet olduğunu anlatıyordu. "...Dakikalar geçiyor, bir türlü karar veremiyorduk.Hangisini manşet yapalım.Türkiye'nin karanlık yüzünü mü yoksa içimize su serpen aydınlık yüzünü mü ? Dünya basınının karanlık korosuna mı katılalım; yoksa tek başımıza kalmayı göze alıp bu bir avuç aydınlık çocukla birlikte parti düzenleyip ülkemizin aydınlık yüzünü mü kutlayalım ? İkincisini seçtik. Çok da iyi ettik..."
Anlaşılan bu iki haber sayın Ertuğrul Özkök'ü konuyu köşesine taşıyacak kadar iki arada bir derede bırakmış. Orhan Pamuk haberini birinci değil de ikinci haber olarak bile kullanmalarının yarın onları birilerinin huzurunda tek başına bırakacağını ama bunu göze aldıklarını belirtiyor. Acaba kastettiği dünya basınının karanlık korosu karşısında tek başına kalmakmı yoksa bizim bilmediğimiz başka birilerini mi kastediyor ?
Diğer taraftan Picasso haberinin çıkış noktasında bizzat kendisinin olduğunu belirtiyor ve diyor ki "...Ben bunu yazımda küçücük bir cümle olarak geçirmiştim. Beşiktaş Belediyesi, bu küçücük cümleyi ciddiye almış ve onları alıp İstanbul'a getirmişti..." Küçücük bir cümle ve bu cümle ile ciddiye alınmak. Aslında anlatmak istediği gerçekten bu mu ?
Ya da AKP'li belediye başkanlarının, mecralar tarafından başlatılan içki yasakları kampanyasına malzeme olmaları ile ülkenin karanlık yüzlerinden biri olduğunu CHP'li bir belediye başkanını yaptığını ise aydınlık bir yüz olarak mı ifade etmeye çalışıyor ?
Oysa bugün sabah haberlerinde, yayınevinin Fransız sokağındaki yemeğe katılanların demeçlerinden sadece sağcı gazeteler nasiplerini aldı. Onları da normal karşıladıklarını(hedefleri de herhalde buydu ve başardıklarını söylüyorlar) belirttiler. Yani şimdi Hürriyet, dünya basınının karanlık korosu karşısında değil yanında mı yer almış oldu. Beşiktaş Belediyesi tarafından Şanlıurfa'dan alınıp SSM'nin Picasso sergisine getirilen bu çocuklar diyet olarak bir basın bültenine malzememi yapıldı. Anlamadım. Siz anladınız mı ?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder